Banka kredisi taksitlerinizi ödemeyin. Zam isteyin. Olmadı toplu iş bırakın
Eğer işçiliğin döviz cinsinden ucuzlatılması programının kamuoyuna kazıklanması daha çok, verili siyasi temsiliyeti kısmen tersyüz edecek, devletin otoriter biçimine musallat olmadan bu defalık OHAL’i kaldıracak sözde bir demokratik reform sürecine bakıyorsa, Cansen ona da tamam der
Dünya Gazetesi’nden Mehmet Filoğlu, 11 Mayıs’ta iktisatçı/danışman Ege Cansen’le söyleşti[1]. Cansen, Türkiye ekonomisinde hissedilmeye başlayan (henüz kriz görünümü kazanmamış) baskıları kendince anlamlandırmaya çalışıp, şirketler kesiminin (ve sonrasında kamu otoritesinin) burada alabileceği tedbirleri değerlendirmiş. Cansen’e göre, şirketlerin nakitsiz kalmamalarına yönelik nasihatlar, her şeyin yolunda olduğu bir ekonomideki ‘iş yapma kültürü‘nü ayaklar altına alsa da (yoksa şirketler genelde nakitsiz kalmaya can atarlar), belirsizliklerin yaygınlaştığı bugünlerde ayıplanası değil.
Önce Cansen’in tavsiyelerine bir bir göz atıp, inceleyelim:
“Borç ödemelerinizi geciktirin; bankalardan alacaklarını yapılandırmalarını isteyin, diğer alacaklılar için de konkordato seçeneğini değerlendirin.”
Eğer siz alacaklıysanız ve size borçlu olanlar borçlarını ödememe kararı alırlarsa bu en başta sizin nakit akışı idarenizi akamate uğratır. Bankalar müşterileri olan işletmelerin borçlarını gelişine yapılandırırsa, şirketler kesiminin bankalar aracılığıyla finansmanı (bankaların nakit akışı ve borçlanabilme kapasiteleri) aksar; süreç bankaları yorar. Nitekim İş Bankası Genel Müdürü Adnan Bali 9 Mayıs Çarşamba günü bir basın toplantısında, borç yapılandırmasını önce ‘kredi geri ödemeleri ile firmaların öngördüğü nakit akışlarının … birbirinden kopması ve uyumsuz hale gelmesi sonucu bankacılık sisteminin bu gibi durumlarda hep başvurduğu, nakit akışlarıyla uyumlu hale getirme işi‘ diye tanımlayıp, ardından toptan yapılandırmalara hazır ve istekli olmadıklarının duyurusunu yaptı.[2]
Dahası nakitsiz kalma riski borçlanmaya hız da kazandırabilir. Nakitsiz kalmama, işletmelerin hem nakit rezervlerini başkalarından sakınmaları (özellikle bankalara emanet etmemeleri) hem de bu rezervleri şişirmek için borçlanmaları anlamına geldiği kadarıyla, hazırdaki baskıları giderek kangrenleştirebilir de.
Nakit akışındaki olumsuzluklar iyice birikmeden borç ödemelerini tamamlamak da en az ödemelerin yavaşlatılması/dondurulması/yapılandırılması kadar işletmeleri batıracak güçteki ödeme güçlüklerini önlemeye katkı yapabilir. Lakin işletmelerin belli bir çoğunluğu bunlardan ilkini hayata geçirirlerse, bunun bir borç deflasyonu sürecini başlatmayacağı garantisini de kimse veremez.
Cansen’in borç ödemelerini sıfırlayarak nakitsiz kalmama önerisinin radikalliği sadece hangi analitik çerçeveye dayanarak ödeme güçlükleri ve nakit akışı idaresini anlamlandırdığında aranmamalı. Bugün Türkiye’de işletmeler döviz cinsinden borçlarının önemli bir bölümünü yabancılara borçludur ve bunların yekunu şirketler kesimi toplam borç stoku içerisinde önemli büyüklüktedir. Eğer vahim ödeme güçlüklerine geçit vermeme yolunda borç ödemelerini geciktirecekseniz, önce yurtdışı alacaklılarla restleşmeyi göze almalısınız. Onun için Cansen, bir ‘alttan moratoryum’ öneriyor dersek haksızlık etmiş olmayız.
“Yatırımlarınıza ara verin.”
Nakit akışı problemleri çevresinde, yatırımların askıya alınması elbette etkisiz, hatta şaşırtıcı değildir. Fakat işletmelerin gelirlerinin büyüklüğü, belli bir çerçevede geçmişteki giderlerinin büyüklüğüne bağlıdır. Yeter sayıda yatırımcının, ödeme güçlüklerini savuşturmak için yeni yatırımlardan çekinmeleri başlı başına (borç ödeyebilme kapasitesini de gerileten) bir büyüme problemini ima eder. Bir yanıyla, (özellikle sermaye/hasıla oranını arttıran cinsten) yatırımlar ortalama kârlılığı düşüreceğinden hangi yollarla olursa olsun toplam yatırımın yavaşlatılması kârlılığı (işletmelerin gelirini) kollar. Yalnız bunun rekabeti (işletmelerin kendi kârlılıklarını rakipleri aleyhine bir girişkenlikle korumalarını) öldüreceği atlanmamalıdır. Velhasıl kapitalist bir işletme için (hadi öyle söyleyelim) uzun vadede yatırımsız kalmak nakitsiz kalmaktan daha katlanılmazdır.
“Ücretlerin yarısını ödeyin.”
Buna ileride geri döneceğiz; yalnız şimdilik şunu söyleyelim, Cansen en azından teveccüh etmiş, halihazırdaki istihdama kıyın dememiş. İşten çıkarmalar da en az tam maaş ödememek gibi masrafları azaltmada etkilidir. Giderlerde her iki türden kesinti de nakit stokunun artmasına yarar. Yine de yeni yatırımlardan cayın, işe almayarak istihdamı baskılayın, masraf etmeyin demektir.
“Yapabiliyorsanız, zam yapın.”
Zamlı satışlar elbette işletme gelirini/nakit akışını arttırır. Cansen, piyasalarda likiditeye dair baskılar olmaksızın, işletmelerin neden zam yapabilecekken (sanki özellikle ödeme güçlüklerini kendileri davet edercesine) zam yapmadıklarını tartışmıyor. Eğer kazançların büyüklüğüne takılmadan her yoldan nakit stokunu çoğaltmak arzusundaysanız, indirimli/zararına satışlar daha anlamlı olmaz mı? Ayrıca bu zamlar sonrasında zaten maaşları/yevmiyeleri yarı yarıya ödenecek çalışanların iyice yoksullaşmasına aldırış edilmemeli mi?
“Vergiden kaçının.”
Off-shore hesaplar biçimindeki yasal vergi kaçakcılığı ve Türkiye’deki işletmelerin bundan bolca yararlandıkları tartışmasına kulaklarımızı tıkasak dahi (ki eğer vergiden kaçınmak bu tür mevduatı daha çok özendirirse bu ancak Türkiye’den sermaye çıkışlarının hızlamasına yardım eder), işletmelerin kamu gelirlerine katkısındaki düşüş, kamu giderlerinin de düşeceği anlamına gelmez. Hatta bu düşüşün ücretli kesimin vergi katkı paylarındaki artışlarla amorti edilmesi kaçınılmaz bir hal alabilir. Yadırgıyabilirsiniz ama çalışanlara yarım maaş/yevmiye ödenmeye başlandığı ve geçimlerini kötü yönde etkileyen yükselen enflasyon o zaman gözardı edilemez. Kamu idaresi, gelirindeki bu türden bir düşüşe olur da vergi matrahını genişleterek tepki veremezse, bütçedeki gelir-gider dengesizliği ancak borçlanmayla desteklenebilir. Cansen’in daralan likidite pençesinde pasif/aktif yönetimi hakkındaki icazetlerinin arasında bazı kazançlı ödünç para verme fırsatlarının gizlendiğini yukarıda dile getirmeye çalışmıştık.
Peki bu baskıların altında yatan nedir? Cansen’e göre, cari açığımızın (finansmanından ziyade?) büyüklüğü veya hızlı büyüyen bir Türkiye’de (işletmelerimiz bir türlü zamanında yatırımı kısmayı öğrenemediğinden herhalde) cari işlem açığının kontrol altına alınamayışı ciddiyetini korumakta. Bu yüzden yakın gelecekte, hele ki sermaye çıkışlarının arkası kesilmezse, bir cari denge krizi Türkiye’yi kapanına kıstırabilir. Cansen böylesi bir kriz riskiyle başa çıkmada sadece neyin sözünün geçeceği hakkında da bizleri bilgilendirmiş; “[c]ari açığı kapatmak için işci ücreti artışlarının dolardaki artıştan daha düşük tutulması gerekiyor.” Bu önerinin ne anlama geldiği ve ne kadar dostane olduğunu öğrenmek için, Türkiye’de ‘alternatif iktisat’ çevrelerinin dış ticaret dengesindeki bozulmaya dair değerlendirmelerini gözden geçirsek fena olmaz.
Turan Subaşat (2010a, 2010b), 2002-2008 arasında ihracattaki canlılığın değerli TL tarafından geriletilmediğinden bu denli tahminleri aşabildiği yönündeki, artan cari dengesizliği daha ziyade Türkiye’nin dış ticaretinde ithal ara malı talebinin giderek genişleyen payına mal eden değerlendirmelerin aksini ispata çalışmıştır. TL’nin değerlenmesi cari dengenin kötüye gidişinde ihracatın ithalata bağımlılığından daha belirleyicidir. Bir kere hangi ölçü birimiyle hesaplanırsa hesaplansın, reel döviz kuru (RDK) bu dönemde ciddi oranda değerlenmiştir. RDK ve cari açık/GSMH eğrileri yan yana geldiğindeki tablo da Subaşat için cesaretlendiricidir. Dahası ithalata bağımlı ihracat, tüketim malı ithalatında yurt içi gelir artış oranını aşan artışlar ve iç piyasadaki tüketim malı imalatının ithal bağımlılığındaki gibi, başlı başına dış ticaret dengesinin altını oyan bir şey değildir. Ayrıca Türkiye’de 2000’li yıllarda tüketim malı ithalatının toplam ithalata oranındaki düşük artışa aldanıp, bu türden ithalatın cari açığa etki etmediğini üstelemek haksızcadır. Dönem boyunca Türkiye’nin, değerli TL’nin katkısıyla, ulusal gelirini aşan oranlarda tüketim malı ithal etmesi döviz gelirlerinin döviz giderlerine oranını düşürmüştür. Elbette ihracatın ara malı talebine yönelik ithal ikameci önlemler, o ülkenin ihracatındaki yurt içi katma değer payını arttırmaya yarar, ama burada da RDK’ndaki bir değer kaybından/devalüasyondan yardım alınabilir.
Korkut Boratav (2010, 2013) da, 2002 sonrasında Türkiye’nin hızla artmaya başlayan cari açığını soruştururken çıkıntılığı ucuz döviz (ya da yüksek faiz/düşük kur) politikasında aramıştır. 1984-1989, 1990-1999, 2000-2006 dönemleri için yüzdeler halinde hesaplandığında, (dönemlerin ortalama büyüme hızındaki belirgin yakınlığa rağmen) birikimli cari işlem açığı rakamlarının birikimli dolar cinsinden milli gelir rakamlarına oranı, 0.4, 0.8 ve 5.9’dur. Büyüme hızının %7 ve üstünde korunduğu iki (1995-1998 ve 2003-2007) istisnai dönem ayrıca değerlendirildiğinde, ilkinde %0.7’deki cari açık/GSMH oranının diğerinde %6’yı aştığı göze çarpmaktadır. Bunların ilkinde Gümrük Birliği’nin kısıtlayıcı çerçevesinin Türkiye’nin dış ticaretini tamamen aksatmaması, 1990-1997 yıllarında halen Turgut Özal’ın ‘gerçekçi kur’ politikasına riayet edilmesinden, hatta TCMB’nin 1995-1998 arasındaki RDK hedeflemesi çalışmalarının sonuç almasındandır. Sıkı para politikasına geçişle, bu kazanımların 2003 sonrasına sarkmadığı nettir. Avrupa Birliği’nin gümrük kurallarını ‘üçüncü ülkelerle’ ticaretinde de gözetmekle mükellef Türkiye’nin, bu ülkeler nezdindeki dış ticaret açığı, giderek değerlenen reel döviz kuru aracılığıyla, dönem boyunca kötüye gitmiştir. Boratav’a göre, ‘bu iki etki, özellikle sanayinin, daha genel olarak da milli hasılanın ithalata bağımlılığını arttırmış; bu nedenle yüksek tempolu ihracat artışları, katma değerin artan oranlarda ülke dışına aktarılması‘ anlamına gelmiştir.
RDK hedeflemesinin Türkiye için getiri ve götürüleri tartışması 2010’ların başından günümüze canlılığını kaybetmemiştir; süksesinin çoğunu da ‘döviz kuru geçişkenliği’ analizlerine borçludur. Kurdaki (nominal) artışlar hem ihracat fiyatlarına hem de tüketici fiyatlarına (enflasyona) birebir yansırsa, döviz kuru geçişkenliği (ikisinde de) 1’dir. Bu hesapta devalüasyon, ancak geçişkenlik ilkinde 1’e diğerinde sıfıra yaklaşan değerler aldığında ihracat gelirlerinde (rekabet gücünde) net kazanımlara önayak olabilir. Osman Aydoğuş (2015), Türkiye’de %10 oranındaki bir kur artışı sonrasında, nominal ücretlerde bir kıpırdama olmazsa 1.4, ücretler enflasyon oranında artarsa 3.8 puanlık bir kurdan enflasyona geçiş etkisi tahmin etmiştir. Buna göre, ithalat fiyatlarındaki kura bağlı artışlar enflasyona tam yansıdığında, ücretlerdeki artışın kurdan enflasyona geçiş etkisindeki payı %62 gibi büyük bir rakamdır. Dünya mali piyasalarının içe döndüğü ve Türkiye’nin cari açığının iyice göze battığı 2010 sonrası dönemde, TCMB’nin döviz kurunu eskisi kadar baskılamamaya başladığı, hanehalkı borçlanmasının kısıtlanmaya (iç talebin baskılanmaya) çalışıldığı utangaç bir ‘finansal istikrar’ çerçevesi belki cari açığın finansmanını daha da riske atmadığından tebriğe layıktır, lakin ‘kur artışlarına paralel olarak reel ücretlerin de düşürülmesi, talebin içeriden dışarıya yönlendirilmesi politikasının tamamlayıcısı olarak görülmelidir‘.
Subaşat, Boratav ve Aydoğuş rekabetçi kur/düşük ücret programına en az Cansen kadar sarılsalar da, bağnazlıkta onunla yarışıyor değiller. İharacata/dış talebe dayalı büyümede, dış ticaret finansmanında cari açık belli bir mertebeye gelir gelmez daha yüksek faiz santajından geri durmayacak yabancı banka ve kurumsal yatırımcılara avuç açmadan, politika özerkliğine bir nebze güç katabilecek, hatta reel getiriye dönük yabancı sermaye yatırımlarında pazarlık avantajının karşıya geçtiği bir ekonomik programla yol alınmasına çalışırken, krizi ucuza atlatma sevdalısı Cansen’le göz göze gelmeleri neredeyse bir talihsizlik. Ayrıca hiçbirinin Cansen’in şu değerlendirmesinin[3] ikinci yarısına katılmayacağını da söyleyelim: “Cari açığı kapatacak net devalüasyon, ücretlerin döviz cinsinden “yeterince” düşmesi ve düşük kalması demektir. Net devalüasyonun “yeterli” olup olmadığının tek göstergesi de “cari açık”tır.”
Dahası Aydoğuş’a göre, 1998-2013 arasında imalat sanayi reel (giydirilmiş) net ücretlerin %16 gerilediği, gıda enflasyonun %14 ve üstünde gezindiği Türkiye gibi bir ülkede, kamuoyu devalüasyon ve kemer sıkma politikalarını kesinlikle kanıksamayacaktır. Ne var ki bunlar Cansen’i rencide edecek kalibrede kuşkular değil.
Bir aradan sonra, Türkiye’de yerleşik sermaye bir IMF programına hazır ve Cansen ve sözcülüğünü yaptığı bu çevreler, bu alandaki politika alternatifsizliğine güvenip, sözü dolandırmıyorlar. Bu politikalara hiper otoriter bir devlet biçimi[4] refakatinde daha çabuk iştirak edilecekse, Cansen kalıcı bir OHAL ve ‘bakanlık sayısının azaltılması, bazı bakanlıkların birleştirilmesi, farklı bakanlıklardaki kurumların tek bir bakanlık çatısı altında toplanması, bazı kurumların ise kapatılması … halen Ekonomi Bakanlığı bünyesinde yer alan Teşvik Uygulama Genel Müdürlüğü’nün, Kalkınma Bakanlığı bünyesine kaydırılarak, yatırımların planlanması ve daha sonra da realize edilmesi noktasında teşviklerin koordinasyon ve planlamasının tek çatı altında toplanması‘na[5] yönelik bir kamu reformundan desteğini esirgemez. Eğer işçiliğin döviz cinsinden ucuzlatılması programının kamuoyuna kazıklanması daha çok, verili siyasi temsiliyeti kısmen tersyüz edecek, devletin otoriter biçimine musallat olmadan bu defalık OHAL’i kaldıracak sözde bir demokratik reform sürecine bakıyorsa, Cansen ona da tamam der.
Sadece geçen bir aydaki değil, 2015’ten bu yana TL’deki değer kaybına bakarak, program hazırlıklarına başlandığını gözümüzde canlandırabiliriz. Belki burada bize düşen, Cansen’in iş adamlarını aydınlatmasındaki gibi, bu ülkenin çalışan kesimlerine bazı tiyolar vermek:
Banka kredisi taksitlerinizi ödemeyin. Zam isteyin. Olmadı toplu iş bırakın.
* Mert Karabıyıkoğlu: İktisat alanında lisans ve yüksek lisans derecesini ODTÜ İİBF’den aldı. 2014-2017 arasında ODTÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü’ne bağlı yüksek lisans programlarında öğretim üyesi olarak dersler verdi. İletişim: mkarabiyikecon@gmail.com
Dipnotlar:
[1] “Ne yapın edin, nakdinizi koruyun”, Dünya, 11 Mayıs 2018, https://www.dunya.com/ekonomi/cansen-ne-yapin-edin-nakdinizi-koruyun-haberi-415259, erişim: 11.05.2018
[2] ‘İyi niyet ve ilkeli davranış’ bekliyoruz, Dünya, https://www.dunya.com/finans/haberler/iyi-niyet-ve-ilkeli-davranis-bekliyoruz-haberi-414908
[3] Faizi bırak cari açığa bak, Sözcü, 20 Mayıs 2018, https://www.sozcu.com.tr/2018/yazarlar/ege-cansen/faizi-birak-cari-aciga-bak-2418244/
[4] Bakınız: Ali Rıza Gürgen, Neoliberal otoriterlik ve iğneyle kuyu kazanlar, Gazeteduvar, 9 Kasım 2017, https://www.gazeteduvar.com.tr/forum/2017/11/08/neoliberal-otoriterlik-ve-igneyle-kuyu-kazanlar/
[5] Bakınız: Canan Sakarya, Erdoğan’ın ekonomi planı netleşiyor, Dünya, 3 Mayıs 2018, https://www.dunya.com/ekonomi/erdoganin-ekonomi-plani-netlesiyor-haberi-414030
Kaynakça
Korkut Boratav, Türkiye’nin Dış Açığı, Gümrük Birliği ve Döviz Kurları, içinde: Küresel Kriz Çerçevesinde Türkiye’nin Cari Açık Sorunsalı (editörler: Turan Subaşat ve Hakan Yetkiner), Efil Yayınevi, 2010.
Korkut Boratav, AKP’li Yıllarda Türkiye Ekonomisi, içinde: AKP Kitabı (2002-2009): Bir Dönüşümün Bilançosu, editörler: İlhan Uzgel ve Bülent Duru, Phoenix Yayınevi, 2013
Osman Aydoğuş, Ekonomide Yeniden Dengelenmenin Zorluğu ve İktisat Politikasında Arayışlar, İktisat ve Toplum Dergisi, sayı 56, 2015, http://www.iktisatvetoplum.com/wp-content/uploads/2017/10/osman-aydogus-56.pdf
Turan Subaşat, Türkiye’nin Cari Açık Sorunu: Nedenler ve Çözümler, İktisat ve Toplum Dergisi, sayı 1, 2010a, http://www.iktisatvetoplum.com/wp-content/uploads/turan-subasat-t%8Drkiyenin-cari-acik-sorunu-s1.pdf
Turan Subaşat, Cari Açık Nedir? Doğurduğu Riskler Nelerdir?, içinde: Küresel Kriz Çerçevesinde Türkiye’nin Cari Açık Sorunsalı (editörler: Turan Subaşat ve Hakan Yetkiner), Efil Yayınevi, 2010b.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.