İktidarı ele geçirme perspektifinden yoksunlaşan bir sosyalist hareket işçi sınıfını örgütleme hedefinden de yoksunlaşıyor. Ve “sınıftan kaçış” norm haline geliyor. İktidar hedefinden uzaklaştıkça da yeni toplumsal hareketlerin ittifakıyla sınırlı bir mücadele ile demokratikleştirilmiş bir kapitalizme yönelim öne çıkıyor. Oysa dünya genelinde 20. Yüzyıl ortasındaki sosyal demokrasinin ve sosyal devletin geri gelmesi mümkün değil
“Türkiye siyaseti yeniden şekillenirken sosyalist strateji” dosyasındaki diğer yazılara ulaşmak için tıklayınız.
Faşizme karşı muhalefet hareketinde en önemli rol Liberal Parti’ye geçmiştir, çünkü blok, faşizme karşı, eski Liberal Parti’nin parlamenter burjuva demokrasisi, anayasaya, yasallığa ve demokrasiye dönüş programı dışında başka bir program sunamamaktadır. Faşizmin halefi konusunda yapılan tartışmada, Liberal Parti kongresine göre, muhalefet İtalyan halkını bir seçimle karşı karşıya bırakmaktadır: ya faşizm ya da liberalizm; ya Mussolini’nin kanlı diktatörlüğü ya da Slandri, Gioliotti…, …vd’nin burjuvazinin sömürücü egemenliğini sürdürmeye devam edeceği, eski iyi liberal İtalyan demokrasisinin yeniden kurulmasına yönelik hükümeti. (Gramsci, Ne Faşizm ne Liberalizm: Sovyetçilik! 1924)[1]
Sosyalist hareketin ortak zeminlerde fikir alışverişinin neredeyse X’teki polemiklerle sınırlı kaldığı koşullarda, sosyalist strateji tartışması da fazlasıyla soyut kalmaktan kurtulamayacaktır ve bu yazı da kuşkusuz aynı sorunla malul olacak. Gelecek projeksiyonları bugünü analiz etmeden gerçekleşemeyeceğine göre asgari ortaklıkların aranacağı bir strateji için güncelin analizinde ve hiç kuşkusuz kimi kuramsal temellerde ortaklaşmak gerekiyor. Genel geçer kavramların ötesinde bugünü nasıl analiz ettiğimiz de, örneğin Marksizm-Leninizm’i hala asli yola çıkış noktası olarak ele alıp almadığımızla, doğrudan bağlantılı. Bir başka açıdan ise ML analizlerin doğruluğunun sınanmasının da yine ML’nin, çoklukla, imparatorlukla, radikal demokrasi önermeleri ile ikame edilerek toplumsal hareketlerin örgütlendiği yıllarda olan biteni tartışmakla, mümkün olabileceğini görmek gerek.
2008 krizi, tüm dünyada reel sosyalizmin çözülüşünden sonra ortaya çıkan, yeni toplumsal hareketlerin ittifakının sınıf mücadelesine ikame edildiği, 99’da Seattle’da başlayan ve esas olarak neoliberalizme karşı mücadeleyi çok uluslu şirketlere ve DTÖ, Dünya Bankası, İMF gibi kurumlara yönelik performansa dayalı eylemlere indirgeyen toplumsal mücadelelerin, fiilen sonunu getirdi. Yine de çok kimlikliliğin çok kültürlülüğün demokrasiyi getirmek için esas alınması gerektiği fikrinin ideolojik olarak egemen olduğu yıllarda Barack Obama, ilk siyahi ABD başkanı olarak seçildi. Sosyal yardımları artırmasına, Guantanamo’yu derhal kapatmak istemesine rağmen ABD’nin dünya genelindeki politikasında belirgin bir değişiklik olmadı. 2011 yılında Afganistan’dan 2-3 yıl içinde çekileceklerini söylemesine rağmen ABD Afganistan’dan ancak 2021’de kaçarcasına ‘çekildi’.
2011’e gelindiğinde, ABD’deki finansal krizin tüm dünyadaki etkilerinin belirginleştiği dönemde, Tunus’ta bir işportacının tezgâhının polis tarafından dağıtılmasının ardından kendini yakmasıyla tetiklenen Arap İsyanlarıyla, sönümlenmiş BOP yayılmacılığı kendini güncelleyerek yeniden aktifleşti. ABD’de bu dönemde 2008 krizinin sonuçları nedeniyle yükselen İşgal Et! hareketi yansımasını Ortadoğu ve Kuzey Afrika’daki milliyetçi askeri, otoriter (ve görece seküler) BAAS rejimlerine karşı yükselen demokrasi taleplerinde buldu. Ancak 2011’de El Kaide Lideri Bin Ladin’i öldürme görüntüleriyle dünyaya şov yapan Obama- Hillary Clinton ikilisi, kısa sürede, özellikle Libya ve Suriye’de, yeniden cihatçı örgütleri destekleyerek Ortadoğu ve Kuzey Afrika’yı savaşa boğdular. AKP’nin muadili (hatta kökeni olan) İhvan hareketi başta Mısır olmak üzere, Tunus gibi iktidara geldiği her yerde dinci baskı rejimlerini inşa etmeye çalıştığında, demokrasi güçleri bastırılarak, BAAS ile İhvan arasındaki iktidar savaşının arka cephesi haline getirildi.
2011’de yüzde 51 oy oranıyla yeniden iktidar olan AKP de Ortadoğu ve Kuzey Afrika’daki İhvan dalgasının da etkisiyle, kendini bölgeye bir İslamcı demokrat modeliyle pazarlamaya çalışırken, özellikle Suriye’de cihatçı çetelerin başlattığı iç savaşı fırsata çevirerek bölgede yayılmacı, kendince neo-Osmanlıcı politikalar inşa etme çabasına girdi. 2011’e gelene kadar sol liberalizmin de desteğiyle, Tekel Direnişi gibi ciddi direnişlere rağmen özelleştirmeler, rant ve mülksüzleştirme politikalarının altyapısı tamamlanmıştı. 2013’e gelindiğinde bir yandan başkanlık rejimini sağlama almak diğer yandan Suriye’de Kürtleri Esad’a karşı savaşa sokma hesaplarıyla başlatılan çözüm süreci de 2015’te KÖH’ün her iki basınca direnerek ezilenler aleyhine bir çözüme dâhil olmamasıyla AKP tarafından bitirildi.
2012’de kürtaj yasaklama girişimiyle başlayan, 2013’te içki yasaklarıyla devam eden, güvencesizliğin beyaz yakalılar için de ciddi tehdit olarak somutlaşmaya başladığı dönemde, Gezi Parkı’ndaki ağaçların kesilmesine engel olmak için direnilmesiyle yanan isyan ateşi, AKP açısından Ortadoğu ve Kuzey Afrika’daki gelişmelerin verdiği güvenle demokrasi tramvayından inmeye işaret ediyordu. 2015 7 Haziran seçimlerinde tek başına iktidarı kaybetmesinin ardından Kürt halkına yönelik savaş politikalarının yeniden gündeme alınmasıyla, ebedi iktidarı seçim dışı politikalarla, faşizmi inşa ederek mümkün kılmaya geçiş yapıldı.
2008 krizini takiben, 2010’lar boyunca dünyanın farklı yerlerinde AKP benzeri neo-faşist partiler seçimlerle iktidara gelmeye başladılar. Latin Amerika’da yeni toplumsal hareketlerin de desteğiyle 2000’lerde iktidara gelen sol partiler, (Lula, Chavez, Bachelet, Morales) sosyal politikalara ciddi pay ayırmalarına rağmen neoliberalizm karşısında alternatif oluşturamadıkları için birer birer yerlerini ırkçı, faşist, kadın ve LGBTİ+ düşmanı iktidarlara bırakmaya başladılar. Aynı şekilde Polonya ve Macaristan’da aşırı sağın iktidara gelmesini, 2020’de İngiltere’nin AB’den ayrılması ve yine 2020’lerde bizzat İtalya, Almanya, Fransa, Avusturya gibi AB’nin ana gövdesini oluşturan ülkelerde faşistlerin iktidara ortak olacak güce kavuşması takip etti. 2025’te Trump’ın yeniden iktidar olmasıyla LGBTİ+, kadın ve mülteci düşmanlığı, burjuva hukukunu bile tanımazlık ABD için de geçerli hale geldi. Küreselleşmenin, serbest ticaretin ve sermayenin sınırlar ötesinde serbest dolaşımının çokluğu ve çoğulculuğu mümkün kılacağı, ulus devletleri işlevsizleştireceği tezleri de Trump’la ve gümrük duvarlarını yükseltmesiyle çöp oldu.
Emperyalizm aşılamayan krizini, Suriye’deki vekâlet savaşının ardından Ukrayna’yı adeta Rusya’nın üzerine salarak yapılandırmaya çalışırken, AKP iktidarı da tüm bu vekâlet savaşlarıyla ortaya çıkan dengeler arasında, ABD-NATO ile Rusya arasında salınarak yayılmacılık pastasından pay kapmaya çalıştı. Ancak esas olarak Suriyeli mültecileri Türkiye’de hapsetme ve Avrupa’ya gitmelerini engelleme şartıyla, faşizmi inşaya yönelirken ortaya çıkabilecek dış baskıları elimine etti. Ekim 2023’te başlayan yeni Filistin direnişi de AB demokrasilerinin yaldızlarının dökülmesini, ifade özgürlüğü, Kopenhag kriterleri vs’nin, uluslararası sermayenin krizini bölgesel savaşlarla ve İsrail örneğinde olduğu gibi soykırıma cevaz veren politikalarla aşmaya karar verdiği ana kadar geçerli olabileceğini gösterdi.
2015 7 Haziran seçimlerinden itibaren sistematik biçimde seçim sonuçlarını tanımayarak ilerlemesine rağmen Kılıçdaroğlu yönetimindeki CHP, özellikle sermayenin çıkarlarını koruma ekseninde yan yana geldiği sağcı hatta faşist ve siyasal İslamcı kökenli güçlerle oluşturduğu Millet İttifakı aracılığıyla AKP’yi yine seçim yoluyla tasfiye etmeye çalıştı. Sosyalist sol ise bu dönemde ilk turda mı CHP adayını destekleyelim ikinci turda mı destekleyelim mevzusunu bolca Dimitrov alıntıları, Lenin’in seçimler ve boykot yazıları üzerinden tartışırken, en iyi ihtimalle faşizme karşı birleşik cepheyi, sınıftan bağı kopuk sosyalist örgütler ittifakı ile sokakta basın açıklaması yaparak aşmaya, planlamaya çalışıyordu. 90’lar ve 2000’ler boyunca ağırlıkla sol liberalizme eklemlenerek sınıfsız bir siyasal demokrasi mücadelesi vermeye çalışan sosyalist solun büyük bölümü, AKP karşısında faşizme karşı birleşik cepheyi inşa etmenin aracı olarak da, örneğin 2023’te CHP arkasına ilk turda dizilmeyi, çözüm olarak görebildi. (Kuşkusuz bu yaklaşımı kabul etmeyen örgütler de vardı ama belirgin bir etkiye sahip olacak güçten yoksundular.) HDP veya DEM’e yönelik, AKP ile anlaşacak retoriğinin sosyalist solun önemli bir kesiminin de basıncı haline gelmesiyle, KÖH’ün de ilk turda Kılıçdaroğlu’nu koşulsuz desteklemesi[2], Ümit Özdağ’a verilen içişleri bakanlığı senediyle sonuçlandı. Böylece görüldü ki, Kılıçdaroğlu kazansaydı da sermayenin yayılmacı hırsı, işçi sınıfının baskı altında tutulması ve savaş sermayesinin öncülüğü konusunda pek bir şey değişmeyecekti. Yani rejimin değişimindeki sermaye etkisi doğrudan göz önünde bulundurulmadığında, AKP- CHP arasında bir seçim mücadelesinin ötesinde, devlet ve sermaye yöneliminde bir değişiklik söz konusu olmayacaktı. 2023 seçimlerinin üzerinden iki sene geçti, tek başına seçimlerde oy kullanarak faşizmin yenilemeyeceği ortaya çıktı. Hatta 2024 yerel seçimlerinin ardından CHP’ye yönelen AKP faşizminin artık azınlıkta kaldığı herhangi bir seçimi tanımayacağını ortaya çıkmışken, sadece [erken] seçime endeksli ve CHP’ye umut bağlayan bir amorf sosyalist siyaset etkinliğini koruyor.
Tarihi olduğu gibi ele alırsak – olabileceği veya olması gerektiği gibi değil – savaşın kapitalist gelişimin vazgeçilmez bir özelliği olduğunu kabul etmeliyiz. Amerika Birleşik Devletleri, Almanya, İtalya, Balkan ülkeleri, Polonya, hepsi kapitalist gelişmelerinin koşullarını veya yükselişini, zaferle ya da yenilgiyle sonuçlansın, savaşlara borçludur. İç siyasi bölünmelerin ya da ekonomik izolasyonun damgasını vurduğu, yok edilmesi gereken ülkeler olduğu sürece, militarizm kapitalizm açısından devrimci bir rol oynamıştır. (Rosa Luxemburg, Reform ya da Devrim, 1900)[3]
19 Mart’ta İmamoğlu’nun gözaltına alınmasıyla artık burjuva hukuk normlarına uymayan bir rejimin inşa olduğunun ayırdına varıp sokaklara çağrı yapmasıyla başlayan mücadele içinde CHP, olabildiğince sosyalist sol ve Kürt hareketi ile yan yana durmaya çalışıyor. Ağır ulusalcı kanadının Meclis’teki çözüm komisyonundan çekilinmesi yönündeki basıncına direnen Özgür Özel, tüm sabotaj girişimlerine rağmen DEM ile yan yana görünmekten imtina etmiyor. Diğer yandan DEM, 2013-2015’teki çizgisinde devam ederek ezilenler aleyhine herhangi bir politikaya onay vermeyeceğini açıkça ilan ediyor. Tayyip Erdoğan’ın birlikte yeni anayasa yapma hazırlıklarını yalanlıyor vd. KÖH, barışı inşa etmek üzere silah bırakmaktan toplumsal örgütlenmenin yeniden inşasına dair bir dizi paradigmayı hayata geçirirken kendi gelecek projeksiyonunda hedef olarak sosyalizmi işaret ediyor. ML’den farklı bir sosyalizm tahayyülü öne sürmesine rağmen barışın toplumsallaşması ile eş zamanlı inşa edilecek demokratik toplum için, yan yana geleceği güçler arasında ilk sırada Türkiyeli sosyalistlere enternasyonal bir mücadele örmek için çağrı yapıyor.
sendika.org’un bu dosya için çağrı yaptığı metinde sorduğu “Bu iki odağın [CHP-KÖH] mevcut durumu, emek hareketinden sosyalist harekete en geniş muhalefet yelpazesini doğrudan ya da dolaylı etkileşimlerle belirliyor. Peki, sosyalistlere düşen, bu sürecin belirleneni, taraftarı ya da karşı-taraftarı olmak mı” sorusunu da enternasyonalizmin içinden cevaplamak gerekli aslında. 90’lardan itibaren sınıf hareketi ile Kürt hareketinin merkezinde olduğu demokrasi mücadelesini birbirine alternatif gören sosyalist solun yenilgisi ve yanılgısı defalarca ispatlanmışken, sosyalist hareket ile Kürt hareketinin ilişkisini CHP ile eşit mesafede tanımlamak zor. CHP son altı aydaki en dinamik, kapsayıcı ve militan hattıyla dahi AKP karşısında sınıf mücadelesi açısından bir burjuva restorasyon mücadelesinden ötesine kapı arala(ya)mayacakken, bir seçim ve/veya anti-faşist cephe projeksiyonunda değil bizzat bir sosyalist strateji tartışmasında, KÖH ile aynı minvalde değerlendirilmesi, sosyalizm tahayyülü, sınıf mücadelesi açısından ne kadar gerçekçi olabilir? KÖH’ün dünden bugüne siyasal çizgisinin her daim devletin burjuva niteliğinde ayrıştırılamayacak olan Türk, Sünni, patriyarkal yapısıyla çelişerek inşa olduğunu görerek sınıf siyasetini tartışmak elzem. Ve bugünün anti-faşist cephe tartışmasının ötesine geçerek bir strateji tartışması yapacaksak, CHP’yi de dünyadaki ‘sosyal demokrat’ muadillerinin neoliberalizme teslim olmuş çizgisini görerek ele almalıyız. AKP’nin burjuva devlet/hukuk normlarını hiçe sayarak bir rant ve talan ekonomisi ile sermaye birikimini düzenlemesine karşı çıkmakla, asgari ücreti ve emekli maaşlarını yükseltme kararıyla; taşeronlaştırma, esnekleştirme, güvencesizleştirmeye yani bir bütün olarak neoliberalizme doğrudan karşı çıkmak arasındaki farkı bilerek CHP’yi strateji denklemlerinde tartışmak gerekir.
90’ların başından itibaren Kürt hareketi ve Kürt halkı maruz kaldığı bütün baskı ve şiddete rağmen güçlenirken, 12 Eylül’ün fiili baskısını bile 89’da işçi eylemleriyle bir şekil aşan sınıf hareketi ve sosyalist hareket, 90’ların ortasından sonra adeta kendi kendine çözünmeye başladı. Sosyalist hareketin çözünmesinde işçi sınıfından kopuş kadar, Kürt halkının özgürlük mücadelesi ile enternasyonalist bir ilişkiyi kuramamış olması da etkili. CHP sınıfsal ve tarihsel kökeni itibarıyla, şu son 6 ay hariç yıllar boyunca sosyalist solun sadece kendince en makbul kesimleriyle kerhen yan yana geliyordu. Yoksul köylülük ve politikleşmiş bir Kürt işçi sınıfı üzerinde yükselen KÖH ile eşit mesafe düzleminde ele alınması, belki de AKP faşizminin de sermayenin de gücünü nasıl koruduğunu doğru analiz edememek anlamına gelir.
Afganistan’dan ABD’nin çekilmesi ve NATO ve İsrail merkezli yeni dönem Ortadoğu politikası olarak ‘devlet dışı silahlı güçleri ya devletleştirme ya da tasfiye konsepti’ büyük bir uzlaşıyla devreye girdi. Afganistan’da Taliban devletleştirildi. Hamas’a tasfiye, Hizbullah’a ise silah bıraktırarak devlete entegrasyon dayatılıyor. IŞİD Suriye’de, bizzat önceki MI6 başkanının itiraf ettiği üzere HTŞ’leşerek devletleştiriliyor. Keza Haşdi Şabi tasfiye edilmek isteniyor. AKP de ABD desteğiyle İslamcı örgütlere benzer bir politikayı SDG ve PKK’ye dayatarak tasfiye politikasını hayata geçirmeye çalışıyor. Hakan Fidan’ın yaptığı “PKK ya adım atacak ya da bölgede denklem dışı kalacak” açıklamasını da sıradan bir tehdidin ötesinde ele alıp bu bağlamda görmek gerek.
AKP’nin, ABD’nin dümeninde olduğu emperyalizmin, Ortadoğu’dan başlayıp Avrupa’nın doğusuna Ukrayna’ya ve hatta Kafkaslara uzanan yeniden dizayn politikalarından Türkiye sermayesi adına pay kapmaya çalıştığı bir gerçek. Ortadoğu’da halklarla ve inançlarla dayanışma ilişkisi kuran, emperyalist yayılmacılık politikalarına cevaz vermeyen KÖH ile sistematik bir dayanışma ilişkisi sadece enternasyonalizmin değil sermayenin yayılmacılığına karşı mücadelenin de gereği. 90’lardan farklı olarak artık sadece sosyal politikalardan kesintilerle savaşa ve silahlanmaya bütçe ayrılmıyor. Bizzat silah ve savaş sanayisine yatırım yapan sermaye grupları, örneğin ‘damat’, siyasi iktidarın sahiplerinden biri. Diğer yandan savaşlarla yıkılan Rojava’da ve Suriye’de, AKP’ye göbeğinden bağlı bir inşaat sermayesi bir yandan yeni yatırımlar diğer yandan Kuzey ve Doğu Suriye’deki demokrasiyi yıkacak yerleşimci işgalleri için sırasını bekliyor. Bu koşullar altında enternasyonalizmi erteleyen, mesafelenen, KÖH’ün halkların eşitliği ve demokrasi temelinde inşa etmeye çalıştığı barışın sınıfsal önemini görmeyen bir sosyalist strateji gerçekçi olamaz.
Sınıf mücadelesinin içinde debelendiği koşulları görmeden, tek başına [erken] seçim siyasetiyle, AKP faşizminden kurtulma mücadelesini, modernist, KÖH’le mesafeli bir sosyalist stratejiyle ikame etmeye çalışmanın da, restorasyonun [2023 seçimlerinde TİP’in aday olduğu] sol kanadına aday olmaktan öteye gidemeyeceği de bir gerçek.
Ancak gerçek şu ki, sendikaların temel işlevi (ve bunu en iyi Bernstein’ın kendisi 1891’de Neue Zeit’ta açıklamıştır), işçilere kapitalist ücret yasasını, yani emek güçlerini piyasa fiyatlarından satma imkânını sağlamaktır. Sendikalar, proletaryanın her an piyasanın konjonktürünü kullanmasını sağlar. Ancak bu konjonktürler – (1) üretim durumunun belirlediği işgücü talebi, (2) toplumun orta katmanlarının proleterleşmesi ve işçi sınıfının doğal üremesi sonucu ortaya çıkan işgücü arzı ve (3) işgücünün anlık verimlilik düzeyi – sendikaların etki alanı dışında kalır. Sendikalar ücret yasasını ortadan kaldıramazlar. En elverişli koşullarda, yapabilecekleri en iyi şey, kapitalist sömürüye o anki ‘normal’ sınırı dayatmaktır. Ancak, sömürüyü ortadan kaldırma gücüne sahip değildirler, bunu aşamalı olarak bile yapamazlar. (Rosa Luxemburg, age)[4]
Meselenin sınıf mücadelesi ve işçi sınıfı içinde reel örgütlenmeler yaratmak açısından ne olduğu, aslında iktidarın emir komuta zinciri altında siyaset yapan Türk-İş’te örgütlü kamu işçilerinin toplu sözleşme sürecinde, şov nitelikli Ankara eylemlerinde görüldü. İşçi sınıfı reel politik bir tutumla ancak kendi zammı için sokağa kararlılıkla çıktığını gösterdi. Yıllardır her türden demokratik talebe gözlerini kapatan, demokrasi güçleriyle arasına netçe mesafe koyan, çoğu AKP iktidarı yıllarında kamuda güvenceli istihdama dâhil olmuş işçi sınıfının en sağcı bölüntüsü, devlet karşısında ilk kez kısa süreli de olsa bir kararlılık sergiledi. Bu işçiler 89 Bahar eylemlerinde “Çankaya’nın şişmanı işçi düşmanı” diye slogan atanlardan da, 95’te Tansu Çiller’in güven oylaması esnasında Kızılay’ı dolduranlardan da ciddi anlamda farklı bir siyasi kültürün içinden geliyorlar. Ne örgütlü oldukları sendikaların yönetimleri, ne de kendileri, sosyalist harekete yönelik operasyonlarla ya da basın açıklamalarında uygulanan şiddetle ilgileniyorlar. Ancak güvencesizlik ve yoksulluk en geri dönülmez görünen haliyle kapılarına dayandığında ortaya çıkan öfke ve tepki, bunca yıldır AKP icazetiyle yöneticilik yapan Türk-İş bürokratlarını dahi sokak eylemi çağrısı yapmak durumunda bıraktı. Sonuçta sendikalaşma oranının yüzde 15 civarında olduğu özel sektördeki sendikalaşma oranının ise yüzde 7’de kaldığı bir ülkede, sınıfın yapısı ne tür değişimler geçirmiş olursa olsun, üretim süreçlerinin parçalanması ne tür yeni örgütlenme formlarını ihtiyaç haline getirmiş olursa olsun, sosyalist hareketin her bileşeninin kendi politik tespitlerine uygun sınıf örgütlenmesi yapmasının önü açık.
Sosyalist hareket yaklaşık 20 yıldır, ama özellikle Gezi’den sonra, sınıflar mücadelesinde etkin özne olmak bir yana, sınıf mücadelesinin ne olduğuna ilişkin dahi kimi asgari müşterekleri olmayan bir toplam haline geldi. Sosyalist hareketin bileşenleri, sendikalarda, meslek örgütlerinde ya da barolarda karşılıklı saf tutarken de yan yana gelerek yönetim kurullarını belirlerken de, sınıf mücadelesinin hatta kısa erimli demokrasi mücadelesinin ihtiyaçlarına ilişkin ideolojik-politik ortaklıklar ya da farklarla değil, mevcut güç dengeleri içinde temsil alanlarında siyaseten görünür olmak üzerinden çizgilerini belirler hale geldiler.
İşçi sınıfının yapısının bileşiminin değiştiği, üretim süreçlerinin parçalanmasının eski tarz sınıf örgütlenmesini mümkün kılmadığı yeni sendikacılık modellerinin tartışılması gerektiği üzerine derin entelektüel analizler sürerken, asgari ücretin sefalet ücreti haline gelmesi ve özel sektörde kayıtlı çalışan işçilerin neredeyse yüzde 70’inin asgari ücretle çalıştığı koşullarda, en iyi ihtimalle mevcut sendikal bürokrasileri sosyal medyada eleştirmek dışında bir tepki örgütlenmiyor. Sendika bürokrasisinin dışında işçi sınıfı içinde örgütlenmeye çalışan “mücadeleci sendikalar” açısından ise tek tek işyerlerinde örgütlenen direnişler olumlu ya da olumsuz sonuçlandığında, aynı işkolunda ya da aynı havzada yer alan diğer işletmelerdeki örgütlenmelerde niteliksel ya da niceliksel bir dönüşüme yol açmıyor. Son yıllarda en sık tekrarlandığı üzere direnen işçiler, tekil işyerleri düzeyinde elde edilen kazanımlar ve eylem sürecinde patronla karşı karşıya gelirken yaşadıklarıyla, AKP iktidarı arasında dolaysız bir bağ çoğu zaman kurmuyor ve AKP’ye ya da benzerlerine oy vermeye devam ediliyor. Direnilen patron ile AKP iktidarı arasındaki dolaysız bağ, özellikle polis-jandarma şiddetiyle cisimleştiğinde oy tercihi mevcut muhalefete yönelse bile günler aylar süren işçi direnişlerinden, işbaşı yaptıktan sonra örgütlü, sistematik sınıf mücadelesine ve sosyalist harekete dâhil olacak öncü işçiler ortaya çıkmıyor. Hatta profesyonel sosyalist kadrolar, sendika uzmanları kendilerini bir tür işçi önderi ilan ederken öncü işçiliğin tarihsel politik anlamı müphemleşiyor. 1 Mayıs’ta Taksim’e yapılan çağrıya sosyalist grupların profesyonel kadroları, çağrıcı sendikaların yöneticileri ile uzmanlarının dışında işçilerin katılımı bir hayli sınırlı kalmıştı. (Kuşkusuz öğrenci gençlikten ve ikişerli üçerli arkadaş gruplarıyla gelenler de çoktu, hatta sosyalist kadrolardan ve sendikal kadrolardan daha çoktular.) Zira esas olan sınıf içinde örgütlenmeyi temel almak ve bu örgütlenmenin sosyalizm hedefiyle organik kuramsal ve örgütsel bağlarının güncel mücadelenin ön sırasına konması. Ancak neden ön sıraya konmadığı tartışmasını bir yana koysak bile hangi somut ideolojik politik çizginin öne çıkarılması gerektiğine ilişkin karar, tek tek grupların değil bir bütün olarak sosyalist hareketin ana gövdesinin ortaklaştığı bir yönelime ihtiyaç duyuyor: Sosyalizm mücadelesinin işçi sınıfının kurtuluşu ile doğrudan bağı.
Tüm proleterlerin güvencesizlikten mustarip oldukları, çalışma hayatlarında güvencesizlikle sınırlananların aslında proleter oldukları ya da bu mülksüzler sınıfıyla doğrudan örtüşen çıkarlara sahip oldukları kavrandığında, günümüzde sınıf mücadelelerini temel alan daha etkin siyasetlerin önünün açılacağı ortadadır. Kökü müsaderede yatan ve kapitalizmin giderek şiddetlenen krizlerinin biçim verdiği sınıf mücadelesi, dönüştürücü bir siyaset eliyle dünyayı değiştirmenin nihai temeli olmayı sürdürmektedir.[5]
Sosyalist hareket 90’lardan itibaren kitle hareketi olma özelliğini yitirerek esas olarak, sınıfla herhangi bir zamanda doğrudan ilişki kurmamış profesyonel devrimcilerin yönettiği yapılar toplamı haline geldi. En kitleselleştikleri ya da daha gerçekçi olunursa 1 Mayıslarda kortejlerinde buluştukları kesimler, gençlik hareketinden, mahallelerden gelenlerdi. Kamu emekçilerinin sendikal kortejlerinde yer alan örgütlü sosyalistler vardı kuşkusuz ancak işçi sendikalarının kortejlerinde örgütlü sosyalistlerin varlığı bir elin parmaklarını geçemiyordu. Sınıfla ve sınıfın hem güncel hem de orta vadeli siyasetiyle bağı olmayan örgütlü hayatı sırtlayan kadroların gençlik ve mahallelerden yetişiyor olması da örgütsel anlaşmazlıklarda yaşanan bölünmeleri kolaylaştırıyor. Yüz kadronun 50-50 bölünmesinin sınıf içerisinde örgütlü ilişkiler ağı söz konusu olmadığında bu kadar kolay yaşanması da şaşırtıcı olmuyor. Örgütler sürekli “arınıyor”, daha “militan” politika üretiyoruz diyerek her ciddi ya da ciddi olmayan politik ayrımda bölünüyor. Örgüt içi demokrasi ya da bildik deyimle demokratik merkeziyetçilik sınıf siyasetiyle doğrudan bağın olmadığı koşullarda işleyen bir mekanizma olamıyor. Sınıf hareketinin örgütlenme formları, sendikal mücadele perspektifi, sınıf hareketi siyasal ittifaklar ilişkileri vd., konuların belirleyici olacağı bir örgütsel ilişkiler ağı olmadığında, seçimlerde boykot mu yapsak oy mu kullansak, birleşik patilerin yönetimlerinde kimler grubu temsil etsin ya da ilk turda mı CHP’ye oy versek ikinci turda mı versek türü tartışmalar, rahatlıkla bölünme, tasfiye, ayrılık nedeni sayılabiliyor. Bölünmelerin, ayrılıkların, tasfiyelerin o ayrışan kadrolar dışında etkilediği bir kolektif ilişkiler ağı/tabanı olmadığında, arınarak en devrimcilerin yan yana kaldığı ama örgütsel ilişkiler zemini hep daralan sosyalist örgütler cennetinde yaşıyoruz.[6]
Kuşkusuz sosyalist örgütlerin bunca bölünmelerini sosyalist demokrasinin yokluğuyla da yıllarca açıkladık. Doğru bir zeminden yapılan bir eleştiri olmasına rağmen hem örgütsel hayat içindeki liberalleşmenin her daim içi boşalmış bir sosyalist demokrasi ile gerekçelendirilmesi hem demokratik merkeziyetçiliğe alternatif olarak ele alınması bir sorun olarak ortaya çıkarken, sınıf hareketi içinde herhangi bir kolektif ilişki ağının olmadığı koşullarda sosyalist demokrasinin de bir hükmünün kalmadığını gördük, yaşadık.
Sosyalist hareket/sosyalist örgütler sınıfı ideolojik politik ya da güncel olarak eksenlerinden çıkardıklarında Leninist hatta sadece sosyalizmi hedefleyen, demokratik merkeziyetçi bir örgüt kurma ihtiyacı da ortadan kalkıyor. Sonuçta da sosyalizme ait değerler aşınıyor hatta itibarsızlaşıyor. Gelinen noktada AKP-MHP faşizminin işçi sınıfı nezdinde bu kadar saldırgan bir biçimde sermayenin çıkarlarını koruduğunun görülmesine rağmen, sosyalist hareket faşizme karşı mücadelenin güçlü bir bileşeni olarak kabul görmüyorsa hem yakın geçmişe hem de gelecek tahayyüllerimize daha dikkatli bakmak zorundayız. Memleketin sınıf hareketinin durumuna geri dönersek, CHP’yi de daha sola çekecek, maaşlara zam vaatlerinin ötesinde işçi sınıfının güçlenmesini sağlayacak kimi talepleri gündeme almak ve faşizmden çıkışı bir burjuva restorasyonunun ötesine taşımak durumundayız. Son altı ay gösterdi ki demokrasiyi etkinleştirmek için sıralanan talepler arasında işçi sınıfının mücadelesini geliştirecek talepler olmadığında, sınıfsız bir demokrasi mücadelesi seçime endeksli bir demokrasi mücadelesi ile sınırlı kalmaya devam eder. Gelinen noktada sendikal örgütlenmenin önündeki barajların ve grev yasaklarının kalkması, kamu emekçileri için ise grevli toplu sözleşmeli sendika hakkı demokrasi mücadelesinin öne çıkan talepleri olmalı, hem AKP-MHP faşizmine karşı hem de AKP sonrasında CHP’yi burjuva restorasyonunun ötesinde sınıfın taleplerini benimsemek zorunda bırakmak için. Sosyalist hareketi/sınıf hareketini yeniden toplumsal mücadelenin öznesi/öncüsü yapma, demokrasi mücadelesinin sınıf temelini hatırlamak için ilk adım olarak…
Örgütler içinde demokrasinin işlerliğinin ancak sınıf hareketi ile güçlü kolektif ilişkiler ağı içinde mümkün olabileceğini aslında tarih bize gösteriyor. En bilinen örnek; Lenin’in Rusya’ya döndükten sonra Nisan Tezleri’ni yayımladığı dönemde, Geçici Hükümet’e Bolşeviklerin destek vermemesi gerektiğini ileri sürerken, haftalarca Merkez Komite’de azınlıkta kalması, çoğunluk olmak için mücadelesi. Keza bir başka örnek, yine aynı dönemde Bolşeviklerin Sovyetlerde azınlıkken ancak Eylül’den sonra çoğunluk haline gelmeleri ve böylece Ekim devriminin başlaması (Öncesinde ayrılıp kendi öz hakiki Sovyetlerini kurmayı düşünmemeleri!) Sınıf hareketinin gerçek örgütlenmeleri içinde sınıf mücadelesinin parçası olamayan sosyalist örgütlerin, her güncel politik ayrımda sınıfın haberi dahi olmayan, ilgilenmediği devrimcilik tartışmalarıyla bölünmeleri kolay ve kaçınılmaz kılıyor. Keza Rosa Luxemburg’un yıllarca revizyonizmle eleştirdiği Alman SDP’den ancak Birinci Paylaşım Savaşına destek verilmesi üzerine, savaşa hayır diyerek Liebknecht ile birlikte yollarını ayırıp yeni bir örgütlenme zemini inşa etmeye başlamaları da, sınıf içinde örgütlülüğün bölünmeye uzun zaman nasıl engel olduğunun bir başka örneği.
Nihayetinde sınıf içinde ciddiye alınacak herhangi bir kolektif ilişki ağı olmayan, ideolojik zeminin kaymasıyla sınıf mücadelesini sosyalizm mücadelesinin ekseninden de büyük ölçüde çıkaran, bizzat sosyalizm/proletarya diktatörlüğü hedefini de güncel söyleminden koparan, sınıfsız bir demokrasi mücadelesi öne çıkıyor. Sınıf siyasetini çokça ekoloji ve kadın mücadelesi ile ikame ederek kalabalıklaşma hedefi çoğu zaman dar sosyalist örgütlerin kendilerini bu hareketlere ikame etme çabası ile yan yana geldiğinde [ki bunun en belirgin örneği kendi bildiğim yerden konuşursam feminist harekete sosyalist gruplardan kadınların kendilerini alternatif olarak inşa etmeleri] bu mücadeleleri de rekabetçi bir zemin haline getiriyor. Gelinen nokta ise yıllarca yaşanan sınıftan kaçışa bir son vererek sınıfa ve adıyla sanıyla sosyalizm hedefine, proletarya diktatörlüğüne ve ihtiyaç duyduğu örgütlenmeye dair strateji tartışmalarını ihtiyaç kılıyor.
Bir kısır döngü halinde, sosyalist hareket işçi sınıfı içinde sosyalizm mücadelesini temel alan örgütlenmeler kuramıyor çünkü iktidar perspektifinden, proletarya diktatörlüğü hedefinden uzaklaşmış durumda. Marksizm’in işçi sınıfına yaptığı en önemli atıflardan biri ise kapitalizmi yıkacak ve aşacak yegâne güç olması. Bu nedenle iktidarı ele geçirme (ve devleti parçalama) perspektifinden yoksunlaşan bir sosyalist hareket işçi sınıfını örgütleme hedefinden de yoksunlaşıyor. Ve “sınıftan kaçış” norm haline geliyor. İktidar hedefinden uzaklaştıkça da yeni toplumsal hareketlerin ittifakıyla sınırlı bir mücadele ile demokratikleştirilmiş bir kapitalizme yönelim öne çıkıyor. Oysa dünya genelinde 20. Yüzyıl ortasındaki sosyal demokrasinin ve sosyal devletin geri gelmesi mümkün değil; kapitalizm açısından kısa süreli bir ara dönem politikasıydı ve SSCB’nin çökmesiyle son bulurken sosyal demokrat partiler birbiri peşi sıra neoliberalizme biat etmeye başladılar. Ve artık sosyal devleti, çoğulcu demokrasiyi inşa hedefiyle sınırlı, seçimlere dayalı bir sosyalist mücadele ile Türkiye ve dünyada faşizmden çıkışta restorasyonculuğun sol kanadı olma hedefi, bir hayal olmaktan öteye gidemez. Başa dönersek; 2008 krizinin ardından emperyalizmin/ uluslararası sermayenin yürürlüğe koyduğu savaş politikaları sınıflar mücadelesini belirliyor. Bu saldırganlık ve faşizme dönüş, tüm dünyada İkinci Paylaşım Savaşı sonrası sosyalizmin alternatif olarak güçlendiği koşullarda ortaya çıkan, burjuva hukuk normlarını ve evrensel insan hakları politikalarını çöpe atıyor, atacak. Bu faşistleşme veya otoriterleşme karşısında, seçimleri eksen alan basit bir protestoculukla değil sınıf içinde devrimci bir perspektifle örgütlenmeyi hedef alan bir mücadeleyle, durulabilir. Aksi takdirde, sosyalist hareket parlamentarizm hedefli seçim kampanyası partilerine ve sosyal demokrasinin sol koluna dönüşerek [Türkiye örneğinde laik varsayılan] kendi burjuvazisine yedeklenerek 2. Enternasyonal’in akıbetine uğrayacak.
Dipnotlar:
*Öneri ve yorumları için Serkan Kaya’ya teşekkür ederim.
[1] Gramsci, https://www.marxists.org/archive/gramsci/1924/10/fascism-liberalism.htm
[2] Benim gibi bir dizi tek tek insan da Kılıçdaroğlu’na oy verirken kazanacağına ikna olmuştuk.
[3] Roza Luxemburg, Capitalism and the State, https://www.marxists.org/archive/luxemburg/1900/reform-revolution/ch04.htm
[4] Roza Luxemburg, The Realisation of Socialism through Social Reforms, https://www.marxists.org/archive/luxemburg/1900/reform-revolution/ch03.htm
[5] Bryan D. Palmer, Sınıfı Yeniden Düşünmek: Proleterleşme Olarak Güvencesizlik, Socialist Register 2014, Yordam yay. sf70
[6] Kuşkusuz kendi sosyalist hareket deneyimim ve tutumlarım da bu arazlarla fazlasıyla malul.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.