Üç tür yalan vardır: Yalan, kuyruklu yaşan ve “rörör”…
Mesele daha çok sayıda insan öldürmekse, devletler kesinlikle daha fazla insan öldürürler; mesele haraç kesmekse, devletler haraç kesme sisteminin tillahını kurmuş durumdadırlar; mesele halkların huzuru kaçırmak, onları terörize etmekse, devletler bu konuda birer markadırlar
Odadaki Filler #3
Üç tür yalan vardır: Yalan, kuyruklu yalan ve “rörör”… Bugünlerde dünyanın herhangi bir ülkesinde akşam haberlerini açıp televizyonun sesini kapattığınızda, spikerlerin size ekrandan sürekli öpücük yolladığını görürseniz, şaşırmayın: terörle mücadele dünyasına hoş geldiniz! Haberlerde spikerlerin dudakları, sürekli biçimde “terör” demekten büzüşür de büzüşür. Buna bir de “örgütü” kelimesinin eklendiğini ve sıkça tekrarlandığını düşünün. Yine şaşırmayın: Devletler ve şirketler bizi öpmektedirler.
Devletler, boyundurukları altındaki halklara, hane ahalisini sürekli döven, onların kazandığı parayı gasp ederek geçinen, onlarla iki çift laf edene hunharca saldıran herifler gibi davranırlar. Devletler, kelimenin her anlamıyla, erkektirler; halklara tecavüz ederler. Boyunduruğu altındaki halkları dövme ve her açıdan sömürme tekeline sahip olmaya “bağımsızlık” denir ve devletler için “bağımsızlık” işte bu nedenle tam bir namus davasıdır.
Devletler ile “terör örgütleri” arasında, hangisinin insanlığa daha zararlı olduğu meselesi de, tam bir odadaki fildir. Mesele daha çok sayıda insan öldürmekse, devletler kesinlikle daha fazla insan öldürürler; mesele haraç kesmekse, devletler haraç kesme sisteminin tillahını kurmuş durumdadırlar; mesele halkların huzuru kaçırmak, onları terörize etmekse, devletler bu konuda birer markadırlar. Buraya kadar tamam. Fakat mevzunun karıştığı yer, devletlerin, halkların dışında, üzerinde ya da onlardan ayrı herhangi bir yerde konumlanmış bir baskı aygıtı değil, kendisini toplumun kılcal mikro-iktidar damarlarında sürekli yeniden üreten bir ilişkiler ağı, bir nöro-bilişsel beden olmasıdır. Şirketler ise aslında devletin kaburgasından var olmuş, bu anlamda devletler ile aynı genetik koda sahip ve onlara her anlamda bağımlı yan nöro-bilişsel organ-bedenciklerdir. Buradaki “cik”e aldanmayalım, son derece devletlû ve muktedirdirler.
Devletlerin, insanlığın tarih boyunca gündelik hayatı örgütleme biçimleri ile illa ki güçlü bir bağlantısı vardır. Gelgelelim, devletlerin, belirli bir yöre, mahal, bölgedeki insanların, işbölümünün ve mübadelenin giderek daha fazla karmaşıklaşmasına karşı, üzerinde uzlaşmasalar da en azından razı geldikleri, gönül indirdikleri bir zorunlu kötülük olduğu düşüncesi, külliyen safsatadır. Devletler, eski sosyal bilimci abi ve ablaların (gerçi o zamanlar ablaların yazmasına izin yoktu; sadece abilerin) türlü kavramsal çerçeveler kurarak ileri sürdükleri gibi, belirli bir uzlaşma ya da sözleşmeyle kurulmamışlardır. Devletler, halkların üzerine kurulmuşlardır ve dünyayı, deyimi yerindeyse, halkların başına geçirmişlerdir. Önce belirli bir mekânda, bir çıkar örgütü olarak konsantre olmuş, ardından o mekânın çevresindeki çeperindeki halkları ve şayet devletleşmiş bir örgütlenme biçimi varsa onun üzerinde tahakküm kurmuş olduğu halkları boyunduruk altına almak üzere zor kullanmış, toplumsal bir iktidar şebekesi olarak kurumsallaşmış ve tarihselleşmişlerdir.
İnsan topluluklarının doğaya ve diğer insan topluluklarına karşı savaşının tarihinin nereye uzandığını bilmiyoruz. Muhtemel senaryo, örgütlenmenin, türsel devamlılığı sağlamak adına en güçlü hayatta kalma stratejisi olarak bir tür öğrenilmiş çaresizlik olduğu yönünde. Peki, öğrenilmiş çaresizlikten zorunlu kötülüğe geçişin koordinatlarını bilmek mümkün mü? Ya da bir diğer deyişle, şu devletler denen baş belalarının çok kısa bir zaman içinde uzama saçıldığı bir “big bang” mi söz konusu?
Toplum, aslında yoktur. Toplum, sosyal bilimlerin hemen hemen bütün dallarında “varsayılan” bir şeydir. Bahsedilebilecek şey ise, çok muhtemelen, insani hedeflere sahip insan topluluklarının geliştirdiği hayatta kalma stratejilerinin başta örgütlü, giderek kurumsal hale gelmesidir. Fakat bu kadar. İnsan topluluklarının türsel, topluluksal ve gündelik varlıklarını sürdürmek adına doğa ve diğer insan topluluklarına karşı sürdürdükleri mücadelenin yarattığı ritmin belirli kutsallar ortaya çıkararak ritüelleşmesi de vaka-i adiyedendir. Yine, insanların, bütün diğer canlılar gibi, sürekli değişen bir güç ilişkileri ağı dahilinde yaşamlarını sürdürdüklerini bir kenara yazalım. Fakat devlet için kurumsallıktan, ritüelden ve güç ilişkilerinden fazlası gerekir: İktidar ve hegemonya. Aslında iktidarı ve hegemonyayı önceleyen şey, iktidar ve hegemonya “iddiası”dır. Bu iddianın, herhangi bir doğaüstü varlık ya da varlıkların sözüm ona emirlerini yerine getirmek ya da meşru, insani, olması-gereken olduğu düşünülen belirli bir kurumsal-hegemonik örgütlenme biçimini ihraç etmek üzerinden öne sürülmesi hiç önemli değildir.
Gözümüzün değdiği yazılı kaynaklardan ve kulağımıza çalınan sözlü söylencelerden az çok öğrendiğimiz üzere, dünyanın çok büyük bir kısmı, devletler tarafından devletlileştirilmiştir. Devletler, çok büyük bir kısmı devletsiz olan halkların tepesine çökmüş, topraklarını gasp etmiş, insanları köleleştirmiş ve onları devletli hale getirmiştir. İktidar ve hegemonya iddiası, devletlerin ihracıyla sonuçlanmıştır.
ώ
Odadaki fillerden biri, devletin tepen tırnağa kadar silahlı bir örgüt olduğudur. Dünya üzerindeki bütün devletler, kendi yazdıkları, kabul ettikleri ve uyguladıkları Terörle Mücadele Kanunları’nda yapılan terör örgütü tanımına “ufak bir değişiklikle, Devlet’in yerine Halk yazarak” birebir uyar. Tanıdık bir örnek üzerinde deneyelim:
BİRİNCİ BÖLÜM Tanım ve Terör Suçları Terör tanımı (1) Madde 1– (Değişik birinci fıkra: 15/7/2003-4928/20 md.) Terör; cebir ve şiddet kullanarak; baskı, korkutma, yıldırma, sindirme veya tehdit yöntemlerinden biriyle, Anayasada belirtilen Halkın niteliklerini, siyasî, hukukî, sosyal, laik, ekonomik düzeni değiştirmek, Halkın ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü bozmak, Halkın varlığını tehlikeye düşürmek, Halk otoritesini zaafa uğratmak veya yıkmak veya ele geçirmek, temel hak ve hürriyetleri yok etmek, Halkın iç ve dış güvenliğini, kamu düzenini veya genel sağlığı bozmak amacıyla bir örgüte mensup kişi veya kişiler tarafından girişilecek her türlü suç teşkil eden eylemlerdir.
Bugün bir hak olarak gördüğünüz ve duyduğunuz her şey ama her şey devletlerin ellerinden söke söke alınmıştır. Devletlerin tıkanmış insani kanallarındaki iltihabı söken şey, “karşı-şiddet”tir. Tarihte karşı-şiddete başvurmadan elde edilen bir hak kazanımı yoktur. Karşı-şiddet, halkların, ezilenlerin, devletlere karşı kendi yaşam alanlarında nefes almasının tek yoludur ki karşı-şiddeti nefes almanın tek yolu kılan da bizzat devletlerdir. Karşı-şiddet, tam anlamıyla, meşru müdafaadır. Sıkça düşülen hatalardan biri, hak almanın şiddetli veya şiddetsiz yolları olduğudur. Oysa bütün hak alma ve devleti “ikna etme” süreçlerinde bir dip akıntısı olarak şiddet ve karşı-şiddet işler. Devletler tarafından tarif edilen ve gün aşırı değiştirilen “hak sınırları”nı ihlal etmeksizin hakları korumak ve genişletmek mümkün değildir ve hak alıcı her türden tavır ve siyaset, bir tür karşı-şiddeti içermektedir.
Halkların, ezilenlerin şiddetini devletlerin, egemenlerin şiddetinden ayırmak adına, meşru müdafaa ve öz-savunma üzerine yeniden yeniden düşünmek ve konuşmak gerekiyor. İnsanı insan kılanın hayatını bir şekilde sürdürmekten fazlası olduğunun, haysiyet olduğunun, vicdan olduğunun, adalet duygusu olduğunun farkındaysak, bu düşünme ve konuşma faaliyetine, o halde meşru müdafaanın ve öz-savunmanın, her gün yaşadığımız o tahrip edici yabancılaşmayı aşmanın biricik olmasa da en etkili yolu olduğunu kabul etmekle başlayabiliriz. Siyaset ile şiddeti, ancak birinin bittiği yerde diğerinin söz alabileceği düşman kardeşler olarak tarif etmek, insanlık tarihindeki hak kazanımlarının hepsinin ancak karşı-şiddet uğraklarından geçmek pahasına gerçekleştiği düşünüldüğünde, boşa düşer. Devletlere karşı “yasal” alanda, doğrudan fiziksel şiddet uygulamaksızın haklar kazanılabilir ve fakat zaten bu yasal alan da halkların karşı-şiddetiyle kazanılmış alanlardır ve burada kurulmuş olan dengeyi koruyan da yine potansiyel karşı-şiddettir.
Ezilenlerin karşı-şiddetini devletlerin örgütlü ve sürekli şiddet eliyle sürdürdükleri rejimlere içkin olan şiddetle bir tutmanın, otomatik silahlarla donanmış, arkalarına yasaları ve insanlığın yaşam alanlarında yarattığı bütün sınırlamaları almış bir tabur avcının şiddeti ile onlara direnmek adına güçlü bir tepik atan ceylanın şiddetini bir tutmanın aslında hiçbir farkı yoktur. “O kadar da değil” diyenler için, ceylana bir de kalaşnikof verelim. Bu anlamda, egemenlerin ve egemen değerler üzerinden kişilerin sistemli ve örgütlü biçimde uyguladığı yoğun şiddeti bir tür eşyanın tabiatı addedip, ezilenlerin yer yer patlamalı karşı-şiddetlerini kriminalleştirmek, çok kaba olacak ama düzene hizmet etmekten başka anlama gelmez. Yine karşı-şiddet biçimlerini bir türlü kendi istediği gibi olmadığı için eleştirerek, “isyan olsun ama örgütsüz olsun”, “bu düzen yıkılsın ama şiddete bulaşılmasın” yönünde “sipariş”lerin gündelik hayatta “varlığın sömürgeleştirilmesi” deneyimleri dahilinde hiçbir karşılığı yoktur.
Karşı-şiddetin meşru temeli, hukukun dışında duran devletlere hukukun içinden hesap sormanın imkânsızlığıdır. Her gün yüzlerce insanın kendisini imha etme pahasına kaldırdığı başların hepsini “patolojik” olarak damgalamakla, ezilenlerin şiddete sarıldığı her uğrakta “şiddet sarmalına yuvarlanıyoruz” yönündeki “vicdani” yakarışlar arasında pek az fark olduğunu görmek gerekir. Ölümden beter hayatlarına isyan ederek, ister belirli bir siyasal strateji dahilinde isterse fevri biçimde ölüm pahasına şiddetli hak alma mücadelesi veren insanlara “hayatı kutsayan” vaazların hiçbir etkisi olmadığını da fark etmek. Gerçek şiddet sarmalı, Walter Benjamin’in tam üzerine bastığı üzere “hukuki” bir meseledir ve bu sarmaldan ancak doğal hukuku ve pozitif hukuku yıkarak yeni bir hukuk kuran “şiddet” eliyle çıkılabilmektedir. Belki de burada yine “bütün savaşları sona erdirecek son bir savaş” tarif etmek icap edecektir. Ama bu kadar değil. Meselemiz şiddeti güzellemek değil, anlamaya çalışmak. Ama daha çok da “karşı-şiddeti”. Aslında devletlerin, egemenlerin şiddetinin nedenini anlamak zor değildir: Yönetme kabiliyetlerini yitirmemeleri gerekir, sistemli biçimde sömürdükleri ve ezdikleri kitleleri hukuklarıyla ve silahlarıyla ehlileştirmeleri, yıldırmaları ve kendi anlam dünyalarına dahil etmeleri gerekir.
Biraz soğukkanlı ve teknik bakıldığında, aslında devletlerin mükemmele yakın sistemler kurmuş olduklarını görürsünüz. Bir polis sizi tartakladığında, ondan kurtulmak için yasal sınırlar içinde yapabileceğiniz ilk şey, yine polis çağırmaktır. Polise karşı kendinizi savunduğunuzda, bu “görevli memurun görevini yapmasına engel olma” suçu işlemek anlamına gelebilecektir. Yani, polisin sizi tartaklaması da zaten onun görev tanımına dahildir. (Devletler nettir, kafası karışık olan bizleriz.) Yine bir mahkeme haksız bir karar verdiğinde, bu karara karşı mahkemeye başvurmanız gerekir. Verginiz yanlış hesaplanırsa, tam da verginizi yanlış hesaplayan vergi dairesine başvuruda bulunmak durumundasınızdır. Evinizin yıkılmasını engellemenin yasal yolu, evinizi yıkan belediyeden yardım istemektir. Seçim sonuçlarına karşı çıkmanız, seçim sonuçlarını açıklayan yüksek seçim kuruluna dilekçe vermenizle mümkündür. Seçimle iktidara gelen parti ya da partilerden kurtulmanız için açık olan tek yasal yol da, yine seçimlerdir. Bu dahiyane kapalı devre sistem, onu kısa devre yaptıracak bir “kuraldışılık” olmadıkça böyle sürer gider.
İşte “yıkıcı siyaset”in başının en büyük belalarından biri, devletlerin ve şirketlerin kurallarıyla işleyen bir yerkürede devletsiz ve şirketsiz bir kontra-atağın nasıl yapılabileceği meselesidir.
Burada bir noktalı virgül koyalım.
ώ
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.