Zirvedekiler tepişirken “çimenler” de kendilerinin ezilmelerini uysalca izlemiyor. İngiltere’de Corbyn, ABD’de Sanders ve Fransa’da Mélenchon’un yükselişinde parlamenter bir ifadeye bürünen direniş dinamikleri, 7-8 Temmuz ve öncesinde Hamburg sokaklarında kendisini gösterdi
Zirvedekiler tepişirken “çimenler” de kendilerinin ezilmelerini uysalca izlemiyor. İngiltere’de Corbyn, ABD’de Sanders ve Fransa’da Mélenchon’un yükselişinde parlamenter bir ifadeye bürünen direniş dinamikleri, 7-8 Temmuz ve öncesinde Hamburg sokaklarında kendisini gösterdi
7-8 Temmuz’da yapılan G20 zirvesi, toplandığı Hamburg şehrinin sokaklarında zaman zaman on binlerin katılımıyla protesto edildi. Protestolara karşı Almanya’da yakın tarihte görülmeyen bir polis şiddeti uygulanırken, ana akım medya polis şiddetini gizleyen iç savaş fantezileriyle kendisini rezil etti. Dünya liderleri ise, herhalde tarihin en verimsiz G20 zirvelerini geçirdiler.
Merkel, zirvenin sonunda o da ancak ite kaka bir ortak bildiri yayınlayabilmiş olmalarını “başarı” olarak görürken, sözde ortak bildiriye ABD’nin Paris Antlaşmasına dair şerhi eklendi. Erdoğan da, zirveden birkaç saat sonra yaptığı basın toplantısında, belki bütün anlaşamamalar arasında kendisine de pay kopar umuduyla kendi şerhini ilan etti.
Sonuçta, zirvede anlaşamama üzerine anlaşıldı diyebiliriz.
G20’nin fonksiyonu ve işlevi göz önüne getirildiğinde, ayrışmaların ne kadar vahim olduğu tam anlaşılır.
G20 dediğimiz topluluk, güzel sözlerle pek de üstü örtülmeyen bir çıplaklıkla, katılımcı ülkelerin önde gelen sermayelerinin genel çıkarını gözetiyor. G20 bir uluslar üstü araç olarak, sermayenin serbest hareketinin ve her koşulda yatırım yapabilmesinin önünün nasıl açılabileceği tartışır ve örgütlemesini düzenler.[1]
Güzel söz ile doğrudan amacının G20 nezdindeki bağlamını göstermek için sadece bir örnek vereyim: Bu seferki G20 toplantısına paralel olarak bir de “Afrika konferansı” gerçekleşti.[2] Bu konferansta, Afrika kıtasının iktisadi kalkınması, istikrarı ve dolayısıyla Avrupa’ya dönük göçmen dalgalarının azaltılması konuları tartışıldı ve ilgilenen Afrika devletleriyle “Afrika için anlaşma” (Compact for Africa) da mutabık kalındı.
Bütün bu güzel niyetler tabii ki aynı zamanda “özel yatırımın koşullarını iyileştirerek” gerçekleşecekti. Özel sektörün alt yapı yatırımlarına katılımını yükseltmek için teşvikler verilecek, bu teşvikler krediler ve/veya yükseltilen KDV ile finanse edilecek ve şirketler devletlerin herhangi bir hamlesiyle kârlarının kısıtlandığını hissettiğinde devletleri uluslararası mahkemelere verebilecekler.
Bu tarz “güzelliklerin”, yani sözde Afrika kıtasının kalkınmasına yardımda bulunma palavralarının özünde neler yattığı aşikar değil mi?
Söz açılmışken, son zamanlarda bu konuda göze çarpan iki araştırmanın sonuçlarını aktarayım: Birinci araştırma ABD’li düşünce kurulu Global Financial İntegrity ve Norveç Ekonomi ve İşletme Okulu tarafından düzenlenen bir araştırma (Financial Flows and Tax Havens: Combining to Limit the Lives of Billions of People, Aralık 2016).[3] Bu araştırma, “az gelişmiş ülkeler” ile “gelişmiş ülkeler” arasındaki bütün sermaye akımlarını karşılaştırarak dizi haline sokuyor.
Hani Batı hep övünür ya, her yıl Afrika’ya “kalkınma desteği” yapmak için milyarlarca dolar “kalkınma desteği” amacıyla paralar gönderirler! Gelin görün ki, “azgelişmiş ülkelerden” “gelişmiş ülkelere” doğru sermaye akımı çok daha büyük: 1980’den itibaren “az gelişmiş ülkelerden” “gelişmiş ülkelere” toplam 16,3 trilyon $ akmış! Bu net akımın bir kısmı faiz ödemeleri ve kâr transferlerinden oluşurken, çoğunluğu vergi kaçakçılığını da içeren finansal operasyonlardan, yani sermaye kaçışından oluşuyor.
Peki, oradan kaçmayan ya da oraya yatırım için giden sermaye ne istiyor diye sorarsanız, buyurun size onun boyutlarının sadece bir öğesine değinen ikinci bir araştırma: Bizzat Avrupa Birliği Parlamentosunun desteğiyle yapılan bir araştırma (Land grabbing and human rights: The involvement of European corporate and financial entities in land grabbing outside the European Union, Mayıs 2016).
Bu özel araştırma, Avrupalı yatırımcılar tarafından Avrupa dışında yapılan ve son birkaç on yılda tavan yapan büyük toprak satın alımlarını (land grabbing) inceliyor. Bu toprakların çoğu satın alınmadan önce farklı komünler tarafından işlenen ortak mülkiyette bulunurken, devletlerin ve yatırımcıların işbirliğiyle çoğunlukla Batılı tekellere devrediliyor.
Devir süreci, Batılılar için çok olumlu koşullarda, ama o topraklarda yaşayan insanlara askeri şiddet uygulanarak, hatta bazen de kovarak yaşanıyor. Yatırımcılar ihraç ürünlerine odaklanarak kendi çıkarları temelinde toprağı sömürürken, devlet memurları verilen paraların bir kısmına rüşvet tarzında el koyuyor. Bütün bu süreç ama hiç utanmadan “eski ve anlamsız üretim biçimleri yerine beslenim gereksinimlerini daha iyi karşılayabilen ileri üretim” tarzında “kalkınma” sözleriyle süslenip püsleniyor.
Araştırmanın sonuçlarına göre, 2000’den 2016’ya dek en az 182 Avrupa şirketi, 5.837.504 hektar toprağı kapsayan 323 büyük çapta toprak satın alım işleminde bulunmuş. Bu alımların çoğu (%60’ı) Afrika kıtasında, kalanı ise Asya ve Latin Amerika’da oldu. Demek ki “land grabbing” kapsamındaki aşırı talan ve onunla bağlantılı olan yerel halka karşı uygulanan şiddet ve halkların yerel direnişleri o kadar göze battı ki, kendi yüzünü kurtarmak için AB gayet “eleştirel” bir rapor yayınladı.
Genel olarak Kuzey-Güney ilişkilerini sömürgecilikten beri belirleyen ilişkilerin de – eğer ki farklı tarz isyanlar veya devrimlerle bunun önüne geçilmediyse – böyle yaşandığını saptayabiliriz. Eleştirmenler, zamanında bu ilişki ağını “az gelişmişliği geliştirmek” veya “birleşik ama eşitsiz gelişme” kavramlarıyla analiz ederlerdi. O günlerden bugüne çok da bir şey değişmedi diyebiliriz, sadece görünümde başka odaklar ve biçimler gelişti.
İşte, “Afrika için anlaşma” da bu politikaların güncel bir uzantısı.
Peki, o zaman 2017 G20 zirvesi neden bu kadar başarısız oldu? Tepişmeye neden devam ettiler?
Sorunun cevabı sermayenin yapısında gizli: Zirvedekilerin buluştuğu nokta aynı zamanda ayrıştıkları yer!
Kapitalist birikimin her zaman somut-tarihsel iç ve dış sınırları oluşur. Farklı sermaye grupları her ne kadar dünyayı olabildiğince sömürme amacında ortaklaşsalar da, o noktada başlayan sınırlar aynı zamanda ortaklıklarının da sınırını çizer ve rekabeti kışkırtır. Eh, evet dünya sömürülecek de, hangisi ne kadarını cebe atacak?
Sürüp giden Dünya İktisadi Krizi (2007-), Çin’e odaklı olan “gelişen piyasalar” tarafından Batı karşıtı rekabeti ve neoliberalizmin ağır toplumsal yıkıntılar ile bunlarla bağlantılı metropollerdeki direniş hareketlerinin yükselmesi küresel kapitalist düzeni iyice sarstı. Küresel egemenler içinde de, otoritarizm ve birbirleriyle daha doğrudan restleştikleri maceraperest tavırlar güçlendi.
Trump en iyi örnektir. ABD, yüksek teknolojisi, dünya parası olan doları ve askeri güç açısından dünya lideri olsa da, krizler ve ilk dönem 21. yy. savaşları sonucunda duvara toslamış durumda. Ayrıca, ABD, sanayisinin birçok sektöründe ithalata bağımlı ve kendi sanayisi çürük. İşte, Trump olayı, başka nedenlerinin yanı sıra aynı zamanda söz konusu gerçekliğe karşı gerici bir tepkinin de ifadesidir.
Ancak Batı emperyalist kampı birçok konuda birbirine bağlı olduğu, hatta Çin ve Rusya gibi ikinci sırada duran ülkelerle özellikle enerji ve sanayi konusunda oldukça içerden ilişkilendiği için, süreç sancılı ve sürekli git-geller yaşayarak gelişiyor.[4]
Bu restleşme veya çelişkili ilişkilenme, yakınlaşma ve uzaklaşmaların yansıdığı G20’den sonra, gerilim bazı yerlerde azaldı ama kilit konularda yükseldi.
Katar krizi konusunda ABD bir nevi geri adım atıp – ancak Katar’ın izolasyonuna karşı da hakiki bir şey yapmadan – daha “uzlaşmacı” dil kullanırken, ABD senatosunun önerdiği Rusya yaptırımlarının sertleşmesi hem Kongre’den (Kuzey Kore yaptırımları eklenerek) geçti hem de Trump tarafından onaylandı. 2014’den beri Rusya’nın Kırım’ı içermesi gerekçe olarak gösterilerek ilan edilen yaptırımlar, hem yenilendi hem de Rusya’nın Esad’a verdiği destek gerekçesiyle daha da derinleştirildi ve çapı büyütüldü.[5]
Artık finans, metal, tren sektörleri ve Rusya ekonomisinin kalbi olan enerji sektörleri yaptırımların hedefi haline geldi. Ek olarak, bu sektörlerle işbirliği yapan Rus olmayan girişimciler de tehdit ediliyor. ABD senatörü Paul Ryan kabul edilen tasarıyı “tarihte görülmüş en kapsamlı yaptırım paketlerinden birisi” olarak övdü.[6]
Rusya’nın tepkisi bir yana – Putin “küstahlık”tan bahsederken, Başbakan Medvedev ise “bize ticari savaş ilan edildi”[7] dedi –, AB’nin baştan beri dillendirdiği muhalefet de yükseldi. Yeni yaptırımlar artık Rusya’yla enerji konusunda iş birliği yapan AB’nin büyük enerji tekellerini (İngiliz-Hollandalı Shell, Alman Wintershell ve Uniper, Avusturyalı OMV, İtalyan ENİ, vs.) de tehdit ediyor. Söz konusu projeler, Kuzey Akım 2, Mavi Akım, Baltic LNG gibi dev gaz nakliye boruları ve üretim tesislerini kapsıyor.
Avusturya ve Almanya Dışişleri Bakanları Kern ve Gabriel, zaten daha Haziran ayında bu yaptırımların AB’li şirketlere uygulanmasını asla kabul etmeyeceklerini ilan etmişler ve mevzunun AB’nin enerji konusundaki özerkliği olduğunu vurgulamışlardı. Gabriel ise, bütün bu yaptırımların “ilginç bir açık sözlülükle”[8] ABD’nin AB’ye sıvı gaz ihracatını yükseltebilmesi için Rus gazının tasfiye edilmesini amaçladığını ekledi.
AB’nin içinden kaynaklar da, açıkça ABD’ye karşı özellikle tarımsal metalarda yaptırımlar hazırladıklarını ifade ediyor.[9] Bu bağlamda AB Komisyon Başkanı Juncker’in “kaygılarımıza beklediğimiz gibi cevap gelmezse birkaç gün içinde cevap verebiliriz” sözlerini, doğrudan karşı tehdit olarak okumak gerekiyor.
İş burada da bitmiyor.
Haziran sonundan itibaren Trump’ın talimatıyla hamle yapan ABD İktisat Bakanlığı, çelik ithalatına “ulusal güvenliği tehdit ediyor” gerekçesiyle “genel bir” gümrük vergisi (yani herhangi bir yerden ithal edilen çeliğe) getirmeyi tasarlıyor.
Bu hamle Avrupa’yı vuracağı için yine Avrupa’dan sert muhalefet gelişti. Yüksek rütbeli Hollandalı ve Alman askerler Pentagon’a şikayet ederken, Alman İktisat Bakanı Zypries ABD Ticaret bakanı Ross’a eleştirel bir mektup yazdı ve sıkıntının Rusya ve Çin olduğunu ekleyerek, beraber Rus ve Çin çelik ithalatına karşı hamle yapma teklifinde bulundu.[10]
Gelin görün ki aynı Avrupa – yine Almanya liderliğinde – Çin’e ve Rusya’ya “rekabet kurallarını” bozdukları gerekçesiyle 2016’dan beri çelik ithalatında gümrük vergisi uyguluyor. Bu vergiler henüz yeni (Temmuz sonu ve Ağustos başında) iki kere yükseltildi.[11] Sanki Almanya’nın aşırı neo-liberal İş Kanunu, sermayeye teşvik fonksiyonu üstlenen işsizliği yönetme kurumları ve özel-kamusal partnerlikleri “rekabet kurallarını” bozmuyormuş gibi!
Anlayacağımız, sermayenin Orwell’ci mantığında “serbest ticaret” benim işime yaradığında serbest oluyor, öbürüne yaradığında ise “rekabet kurallarını bozuyor” veya “ulusal güvenliği tehdit ediyor”. ABD bütün bunların üstüne bir de “Çin’e zihinsel mülkiyet haklarını çiğnemesinden dolayı yaptırımlar” uygulamayı düşünüyor.[12] Olayın özünde tabii ki de ABD’nin teknolojik üstünlüğünü, dolayısıyla da Dünya’daki lider konumunu koruma güdüsü yatıyor. Cevap veren Çin Dışişleri Bakanlığı, “ticaret savaşı!” uyarısı ve karşı yaptırımlar tehdidini savurdu.[13]
İşte, ortam kaynamaya devam ediyor ve gerilim adım adım yükseliyor. Durum pek de bazılarının zannettiği gibi “küresel entegrasyon yüzünden büyük çelişkiler kimseye yaramaz” veya “sistem Trump’ı zaten içerdi”[14] tarzında ilerlemiyor. Sıkıntı zaten krizde olan sistemin ta kendisi değil mi?
Kapitalist dünya sistemini birleştiren güçler özellikle kriz dönemlerinde aynı zamanda parçalar da. Kabaca vurgulamak gerekirse: ABD egemen sınıf bloğunun içinden kendi çıkarlarını daha iyi korumak amacıyla şimdiki dünya düzenini çok daha doğrudan ve düz bir şekilde ABD lehine büken, hatta bozuluşunu ve belki de dağılışını bile göze alan eğilimler gelişiyor. Öbür yandan, Fransız emperyalizmini yedeğine alan Alman emperyalizminin liderliğindeki Avrupa Birliği, bu gelişmeleri şahane bir fırsat olarak görüyor ve dünya düzeni içinde daha yüksek bir konumlanmayı hedefliyor. Çin, Rusya ve Hindistan’ın başını çektiği “yükselen piyasalar” ise, şu anda konumları itibarıyla hala zayıf olsalar da, yüksek potansiyelleri üzerinden her iki bloğa karşı özgün bir yükseliş eğiliminde bulunuyorlar.
Peki, olup bitenlerin devamında biriken gerilimler patlayacak ve büyük savaş mı başlayacak?
Açıkçası böylesi bir sonuca ulaşılacağı o kadar da belli değil.
Suriye konusunda açık ki, ABD, en çok savaşçıya sahip olan çetelere desteğini keserek Rusya ve Suriye’ye taviz verdi. Rusya ve Suriye ise, “ılımlı muhalifleri” kabul edip çatışmasızlık bölgelerinde anlaşarak ABD’ye taviz vermiş oldular.[15] Böylece, Suriye konusunda “zorunlu işbirliği” devam edecek gibi görünürken, Şayrat hava üssünün ABD tarafından bombalanması olayı, belki o kadar da dengede olunmadığını gösterdi.
En nihayetinde, Trump’ın, zamanında Truman’ın Hiroşima’ya atılan nükleer bombasının sonrasında kullandığı sözlere yer yer bire bir eşleşen aşırı saldırgan cümlelerle Kuzey Kore’yi tehdit etmesi[16], her an her şeyin daha şiddetli bir şekilde yerinden oynayabileceğini ifade ediyor.
Zirvedekiler tepişirken “çimenler” de kendilerinin ezilmelerini uysalca izlemiyor. İngiltere’de Corbyn, ABD’de Sanders ve Fransa’da Mélenchon’un yükselişinde parlamenter bir ifadeye bürünen direniş dinamikleri, 7-8 Temmuz ve öncesinde Hamburg sokaklarında kendisini gösterdi.
Bir hafta boyunca on binlerce protestocu alternatif zirvelerden yaratıcı eylemlere kadar birçok tepkiyi örgütledi. Üstelik, Almanya’da nadiren görülen muazzam polis şiddetine ve baskısına direndi. Hatta, öyle oldu ki, direnişin son günleri sosyal patlamaya dönüştü.
Evet, 7-8 Temmuz’da Hamburg’da fiilen olağanüstü hal yaşanırken, bütün polis şiddetine ve başlayan medya histerisine rağmen, hala direnen 70.000’e yakın eylemci 8 Temmuz’da son protesto yürüyüşüne katıldı.
Dünya’da fotoğrafları gezinen ve 7 Temmuz gecesinde Schanzenviertel mahallesinde yaşanan olayların “iç savaşa” benzetilip doğru düzgün tartışılmaması ise, herhalde bizimkisine benzer bir medya propaganda ağının çıkarttığı kuru gürültüden olsa gerek. Ya da, belki de Almanya’nın refah toplumunda şiddetli isyanlara dair nesnelliğin olmadığı inancı çok kuvvetlidir! Yoksa bir zamanlar 2005 Paris banliyö ve 2011 Londra Tottenham isyanlarını farklı tartışabiliyorduk.
Bazıları da, kapitalist sisteme karşı direnişin sözde yanında dururken, bu direnişin gerçekliğinden ve yer yer kontrolsüzlüğünden ürktü ve “goşizm” eleştirisi[17] arkasında saklandı.
Schanzenviertel’de ise, bütün gün süren ve yer yer yaşam tehditi seviyesine gelen polis şiddetine karşı direnen sol radikal kişiler, polis ancak en güçlü oldukları bir mahalleye üstelik gövde gösterisi yaparak baskın düzenleyince barikatlı direnişe geçti. Ondan sonra ok yaydan çıktı, bütün mahalle onlarca yanan barikatla fiilen işgal edildi, mağazalar yağmalandı ve saatlerce çatışıldı.
İlginç olan şu ki, yerel esnaftan alanda hakikaten faaliyet gösteren gazetecilere kadar bütün ciddiye alınabilecek kaynaklar, direniş sürerken bir zaman sonra mahalleye sadece örgütlü solcuların değil, eğlenmek için eylemlere katılan serseriler, polise nefretlerini kusmak isteyen kişiler ve varoş gençlerinin dolup çoğunluğu oluşturmaya başladığını gözlemliyor. Ne zaman onlar çoğunluk oldu, saldırganlık her yere yayıldı, mağazalardan mallar götürüldü.
Gerçeği görüp kavramak gerekiyor.
İsyanlar kapitalist merkezlere geri döndü ve yakın zamanda buraları terk etmeyecekler.
Hiç kimse neoliberal yıkımın yarattığı dehşete insanların sadece üretim alanında zaten git gide daha da az sonuç alabildikleri “normal”-“yasal”-“alışılageldik” biçimlerde veya içi boşaltılan parlamenter sistem içinde pinekleyerek direnmelerini beklememelidir!
Söz gelimi Alman sermayesi hiç de öyle iyimser beklentiler içinde değil. Alman polisi senelerdir “herhangi bir şehirde kitlesel isyan” senaryoları üzerine çalışıyorsa, boşuna mı? Ya da, 7 Temmuz gecesi Schanzenviertel’e ağır ferdi silahlı polis özel komandoların gönderilmesi sizce neden?
Dipnotlar:
[1] Samuel Decker ve Thomas Sablowski, Die G20 und die Krise des Globalen Kapitalismus, RLS Studien 4/2017.
[2] https://www.neues-deutschland.de/artikel/1053972.afrika-im-fadenkreuz-der-g.html.
[3] https://www.theguardian.com/global-development-professionals-network/2017/jan/14/aid-in-reverse-how-poor-countries-develop-rich-countries.
[4] http://sendika62.org/2017/02/ab-trump-sokunu-firsat-olarak-goruyor-alp-kayserilioglu/; https://www.artigercek.com/emperyalist-bati-blogu-icindeki-gerilim-tirmaniyor.
[5] http://www.german-foreign-policy.com/de/fulltext/59648.
[6] https://www.ft.com/content/8feb2e5e-71b1-11e7-aca6-c6bd07df1a3c.
[7] http://www.fortuneturkey.com/medvedev-abd-rusyaya-yonelik-ticaret-savasi-baslatti-46968
[8] https://www.tagesschau.de/ausland/usa-sanktionen-russland-105.html.
[9] https://www.euractiv.de/section/eu-aussenpolitik/opinion/handelspolitik-usa-weiter-auf-konfrontationskurs/.
[10] http://www.german-foreign-policy.com/de/fulltext/59627.
[11] http://www.ostexperte.de/stahl-russland-zoll/; http://www.spiegel.de/wirtschaft/unternehmen/europaeische-union-verhaengt-neue-zoelle-fuer-stahlimporte-aus-china-a-1162331.html.
[12] http://www.handelsblatt.com/politik/konjunktur/nachrichten/mitten-im-handelsstreit-china-loest-japan-wieder-als-groessten-us-glaeubiger-ab/20193860.html; https://www.neues-deutschland.de/artikel/1060213.china-hat-den-hebel-in-der-hand.html.
[13] https://www.jungewelt.de/artikel/316346.usa-forcieren-handelskrieg.html.
[14] https://www.jungewelt.de/artikel/315302.weltordnung-und-weltchaos.html; http://www.zeitschrift-luxemburg.de/die-welt-unter-donald-trump/.
[15] http://www.al-monitor.com/pulse/originals/2017/08/us-russia-ceasefire-syria-trump-cooperation-sanctions.html; http://www.al-monitor.com/pulse/originals/2017/08/us-russia-syria-dialogue-despite-sanctions.html.
[16] https://www.nytimes.com/2017/08/08/us/politics/trumps-harsh-language-on-north-korea-has-little-precedent-experts-say.html.
[17] http://haber.sol.org.tr/dunya/g20-panoramasi-demokrasi-ve-protestodan-arta-kalanlar-202505.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.