Dindaroğlu Mehmet söz alır, kürsüye çıkar ve şöyle bir talepte bulunur: “Ben iki eşimle birlikte üç kişilik bir aileyim. Evimde tek silah var. Mustafa Kemal Paşa’dan iki silah daha istiyorum.” Büyük bir alkıştan sonra kongre amacına ulaşır ve direnişe katılma kararı alınır
Dindaroğlu Mehmet söz alır, kürsüye çıkar ve şöyle bir talepte bulunur: “Ben iki eşimle birlikte üç kişilik bir aileyim. Evimde tek silah var. Mustafa Kemal Paşa’dan iki silah daha istiyorum.” Büyük bir alkıştan sonra kongre amacına ulaşır ve direnişe katılma kararı alınır
Doğayı ve onun gerçek sahibi bölge halkını –hukuk adına- hukuk dışı uygulamalarla teslim alan bir yönetim anlayışı ülkemize egemen kılındı. Sosyal devlet politikalarının terk edilmesiyle birlikte ordunun ve kolluk kuvvetlerinin niteliği de değiştirildi. Geçmiş dönemlerde kısmen de olsa halktan yana tutum ve söylemlerden bugün tek bir iz kalmadı. Tüm yönetim erki ve vurucu güçler sahibinin sesi aynı marşı söylüyorlar. O da: Para, para, para…
Artvin’i ve köyümüzü de içine alan Doğu Karadeniz’de son yıllarda yaşanan gelişmeler büyük imha politikalarını açığa çıkarıyor. Sahil yolu, barajlar, HES’ler, taş ocakları, çarpık kentleşme, orman katliamı ve sadece Artvin’de 350’ye ulaşan maden işletme ruhsatları ile yapılmak istenen kendini gösteriyor. Bunları üst üste koyunca Artvin’den ya da Hod’dan geriye ne kalıyor?
Bu durumun geldiği son nokta ise “Her şeyin bittiği, yapılacak bir şeyin olmadığı” propagandasının hız kazanmasıdır. Başta doğanın yağma ve talan edildiği bölgeler olmak üzere ülkenin bütününde kitlelerin direnişini kırmak için bu düşünce yaygınlaştırılıyor. Bir karşı duruş gerçekleştiremeyince, bu propagandadan etkilenme oranı da oldukça artıyor!
Gerçeğin böyle olmadığını düşünenlerdenim. Hakları için direnen insanı hiçbir güç yenemez. Hele bu direnç ortak bir harekete dönüşürse ne top, ne tüfek, ne biber gazı, ne de toma insanı hedefinden alıkoyamaz. Ve insanlığın bir yerinde bu dinamizm saklıdır. Ne zaman, nerede filizleneceği ve serpilip gelişeceği bilinemez. Yeter ki kendimize güvelim ve durumumuzu gözden geçirelim, yeri geldiğinde özeleştiride bulunabilelim. Ben, kendi adıma “Hod Maden” etrafında yaşanan gelişmeleri, geçmişten bugüne tanıdığım Hod’u ve Hodluluğu kavramaya çalışarak bir değerlendirmede bulunmak istiyorum:
Hodlular, Hod’un bilinen tarihi boyunca örnek insanlar olarak parmakla gösterildiler. İnsan olmanın gereğini hiçbir zaman göz ardı etmediler. İşgalde, seferberlikte, savaşta ve barışta doğa sevgilerini ve dayanışma duygularını yitirmediler. Bu nitelikleri sayesinde her altüst oluştan sonra daha ileri bir yaşam biçimi ve daha zengin bir Hod kültürü yaratmayı başardılar. Ne yazık ki son yarım asırda uygulanan ekonomik ve sosyal politikalar ve bu bağlı gelişmelerin sonucu yaşanan göçler Hodluları da değiştirdi. Doğal ortamından ve toprağından koparılan tüm canlılar gibi bizim köylülerimiz de nitelik değişimine uğradılar. Para hırsı, mal mülk edinme telaşı ve gemisini kurtaran kaptandır anlayışı, Hodluları da sarıp sarmaladı. Oysa bu gidiş bizi esenliğe ve mutluluğa götürmez. Yeşili kararmış, suyu kirletilmiş, toprakları zararlı yabancı maddelerle verimsiz ve işlenilmez bir hale getirilmiş bir ülkeden kime ne hayır gelir?
Her şeye karşın, orada bir Hod var. Hâlâ gündüz dilimizde gece düşlerimizdedir. Nüfusu azalmış, toplumsal ilişkileri yalıtılmış olsa da, orada baba ocaklarımız tütüyor. Nerede olursak olalım bugünkü haliyle bile Hod, her Hodlu için yaşam kaynağıdır. Bu yaşam kaynağında geçmişten bugüne her türlü değerlerimiz vardır. Bu kaynak sayesindedir ki Hod kültürü tüm canlılığıyla günümüzde yaşıyor.
İşgalci, yağmacı, talancı şirket her şeyin bittiği propagandasını yaygınlaştırarak bölgeye tümüyle yerleşmeye çalışıyor. Köyde yaşayanlara çok iyi davranıyormuş. Arabalarla götürüp getirmeler, yemek ikramları, cenazelere pide yaptırma ve benzeri insanları satın alma politikalarını eksiksiz uyguluyormuş. Festivalleri bile finanse ettiği söyleniyor. Kapalı kapılar ardında nelerin döndüğünü, hangi gizli pazarlıkların yapıldığını işbirlikçiler daha iyi bilir. Bütün bunlar 300 yıldan bu yana Çin’de, Hindistan’da, Güney Afrika’da ve dünyanın dört bir yanında sömürücü- işgalci güçlerin yerel halkı kandırmak için başvurdukları yöntemlerdir. Başka yol ve yöntemlerinin de olduğunu biliyoruz ve yaşıyoruz:
Sahil yolunun Karadeniz’de yaratacağı tahribata karşı çıkan avukat arkadaşımızın başına gelenler, Fenike’de taş ocaklarının bölgeyi yaşanmaz hale getiren uygulamalara karşı direnen yaşlı çiftin katledilmeleri bunların gerçek yüzünü ortaya koyuyor.
Son Danıştay kararıyla birlikte Cerrahtepe’de olduğu gibi, köyümüzde de maden şirketinin faaliyetleri hızlandı. Mezarlıkları eştiklerini, mezraları da kapsam içine almaya kadar işi ilerlettiklerini biliyoruz. Zaten her yerde genel taktikleri budur. Başlangıçta şirin gözükürler, sindire sindire, yavaş yavaş, ürkütmeden ilerlerler. Bölgeyi tüm teslim aldıktan sonra gerçek yüzlerini gösterirler, son tahribatlarını yaparlar. Cevheri aldıktan sonra da ortada enkaz yığını bırakarak çekip giderler.
Bunları bilerek şirketle olan ilişkilerimizde celladını seven hükümlülere dönmeyelim.
Bireysel karşı duruşlar elbette önemlidir. Sonuç alıcı yol ve yöntem ise kolektif iradeyi öne çıkarmak ve onun etrafında kenetlenmektir. Bizim özelimizde bu kolektif iradenin adı “Hodlular Maden İzleme Grubu”dur. Kimi arkadaşlarımız izleme grubunun çalışmalarından aldıkları bilinçle konuya duyarlılıklarını sürdürüyorlar. Bu mücadele Zaloğlu Rüstem mücadelesi değildir. Sorun bireysel çabalarla çözülemez. Ancak örgütlü davranabilenlerin başarabileceği bir mücadeledir.
Bugüne dek Hod’da ve Artvin’de bir dizi uğraşa rağmen bir hareket yaratamayışımız bizim eksiğimizdir. Ama izleme grubunun çok önce tehlikeyi görmesi, önkoşulsuz ve çıkarsız komşularımıza gerçeği kavratması başlı başına bir başarıdır. Bu çalışmalar sayesinde Hodlular arasında gerçek bir aydınlanmanın sağlandığını, herkesin altın madeni işletmeciliğinin iç yüzünü öğrendiğini kim yadsıyabilir?
Hod deresine sıkışmış köylülerimin hangi zorluklardan dolayı bu sele kapıldıklarını anlıyorum. Her şeye karşın tehlikenin ciddiyetini kavradıklarında köyümüzün yok olmasına, mezarlarımızın ve doğal zenginliklerimizin yağmalanmasına, baba ocaklarının sönmesine izin vereceklerine inanmıyorum. Sözlerimi Dindaroğlu Mehmet ile ilgili bir yaşanmışlığı paylaşarak bitirmek istiyorum: Mustafa Kemal Atatürk işgale karşı direnişi örgütlemeye başladığında yaptığı önemli toplantılardan biri Erzurum Kongresi’dir. Kongreye Aşağı-Yukarı Hod’u ve bölgeyi temsilen delege olarak Dindaroğlu Mehmet Efendi katılır. Tartışmaları özenle dinler. Diğer bölgelerden gelen delegeler uzun uzun kişisel isteklerini ve yaşadıkları bölgenin sorunları dile getirirler. Dindaroğlu Mehmet söz alır, kürsüye çıkar ve şöyle bir talepte bulunur:
“Ben iki eşimle birlikte üç kişilik bir aileyim. Evimde tek silah var. Mustafa Kemal Paşa’dan iki silah daha istiyorum.” Büyük bir alkıştan sonra kongre amacına ulaşır ve direnişe katılma kararı alınır. Biz böyle bir kültürün torunları ve böyle bir toplumsal bilincin sahipleriyiz.
Söylendiği gibi hâlâ her şey bitmedi. Şirket de işin başındandır. Biz Maden İzleme Grubu olarak yapmamız gerekeni yapmaya çalıştık. Elimizden geleni esirgemedik. Bundan sonra sorunun çözümü Hod’da yaşayanlardadır. Bizden bir şey istendiğinde katkı sunmaya hazırız.
Aydınlık bir gelecekte buluşmak dileğiyle.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.