Kürdistan’da yurtsever devrimci gençliğin öz savunma eylemlerinin ebeliğini yaptığı demokratik alternatifi bütünleyecek bir ‘demokratik Türk alternatifi’nin yolunu açabilmek zor ama mümkün. Bunun için yapmamız gereken Fırat’ın Batı Yakası’nda devlet terörünün ‘yıldırıcı’ etkisini bloke eden bir öz savunma gerçekliğini yaratmak Türkiye siyasi tarihinin en büyük katliamı olan Ankara Katliamı’nın yarattığı büyük şoku hala atlatabilmiş değiliz. Yaşadığımız […]
Kürdistan’da yurtsever devrimci gençliğin öz savunma eylemlerinin ebeliğini yaptığı demokratik alternatifi bütünleyecek bir ‘demokratik Türk alternatifi’nin yolunu açabilmek zor ama mümkün. Bunun için yapmamız gereken Fırat’ın Batı Yakası’nda devlet terörünün ‘yıldırıcı’ etkisini bloke eden bir öz savunma gerçekliğini yaratmak
Türkiye siyasi tarihinin en büyük katliamı olan Ankara Katliamı’nın yarattığı büyük şoku hala atlatabilmiş değiliz. Yaşadığımız şokun bir nedeni, işlenen cinayetin vahşeti ve kitleselliği. Ama yaşadığımız şokun ikinci ve bana göre çok daha etkili olan diğer nedeni ise Reyhanlı, Diyarbakır, Suruç, Ankara katliamlarına yenilerinin eklenmesini önleyemeyeceğimiz sezgisinin yarattığı anksiyete (derin kaygı). Önümüzdeki dönemin siyasi mücadelesinin kanlı bir vahşet ortamında geçeceği endişesi aklı başında herkesi ürpertiyor.
Ama ne yazık ki “korkunun ecele faydası yok”. İçine savrulduğumuz kanlı süreci kısa dönemde durdurabilmemiz olanaklı olmayabilir.
Siyasi sistem kilitlendi. Kurulu düzenin üretebildiği tek siyasi iktidar, Saray Cuntası. Parlamento meşru bir hükümet üretemiyor. Büyük bir ihtimalle 1 Kasım seçimleriyle oluşacak parlamento içerisinden de meşru bir “çoğunluk hükümeti” çıkarılamayacak. Saray Cuntası bu “parlamenter sistem kilitlenmesi” üzerinden, ırkçı-mezhepçi bir savaş hükümeti olarak iktidarını sürdürmeyi planlıyor. Ancak Reyhanlı, Diyarbakır, Suruç, Ankara katliamlarına yeni kan banyolarını ekleyerek sürdürülebilecek bir iktidar bu.
Kurulu düzen, 35 yıldır gölgesine sığındığı 12 Eylül faşizmi ve 31 yıldır nemalandığı Kürt Savaşı’yla kendi siyasi kaynaklarını öylesine çürüttü ki, bir hırsızlar ve katiller cuntasının oyuncağı oldu. Anlı şanlı patronlar, salya sümük ağlayarak Saray Cuntası’ndan şefaat dileniyorlar. Mağrur dünya imparatoru ABD sözcüleri, Türkiye’deki çete iktidarının “birincil düşmanla (IŞİD) işbirliği halinde olduğunu itiraf ediyor ve bu sorundan kaynaklanan “istikrarsızlığı” “demokratik” sistem içinde çözme arayışına öncelik verdiklerini söyleyerek[1] aslında kısa vadede çaresiz olduklarını açığa vuruyorlar. Düzenin sahipleri, 35 yıldır sürdürdükleri politikaların Ortadoğu’da ve Türkiye’de çamura saplandığını, düzenlerinin çürüdüğünü, “çoklu organ yetmezliğine” girdiğini daha nasıl itiraf edecekler.
“Yönetenlerin yönetemez, yönetilenlerin eskisi gibi yönetilemez hale geldiği” duruma eskiler “devrimci durum” adını verirlerdi.
Mevcut duruma “yönetenler yönetemez hale gelmiştir” diyebilir miyiz? “Yönetenlerin yönetemez hale gelmesi” için egemen sınıfların genel çıkarlarını temsil eden istikrarlı bir yönetimin oluşturulamaması yetmez; zor aygıtının yani ordunun, polisin, kontrgerillanın insicamını (iç birliğini ve uyumunu) yitirmeye yönelmesi de gerekir. Henüz durum bu değil. Ancak egemen güçlerin kendi aralarındaki çelişkiler, etkili bir halk direnişi sürecinin içerisinde veya dış politika konjonktürüne bağlı olarak bu doğrultuda derinleşebilir. Hatta, bugünkü siyasi krizin düzen güçleri tarafından oluşturulacak çözüm alternatifleri bakımından böylesi bir parçalanma gerekli hale dahi gelebilir.
Düzen, egemen sınıfların genel çıkarlarını temsil eden istikrarlı bir yönetim oluşturamıyor. Düzenin bu tıkanıklığı yalnızca mevcut ve olası parlamentoların kompozisyonundan bir hükümet çoğunluğunun oluşturulamayacak olmasından kaynaklanmıyor.[2] Dolaylı veya dolaysız bir darbenin siyasi psikolojisi oluşturulabilir olsa dahi (“biri bizi kurtarsın” sözlerini yavaş yavaş duymaya başlıyoruz), kurumsal altyapısı henüz oluşturulabilmiş değil.
Dolaylı ya da dolaysız bir darbe ile parlamenter tıkanıklığı kurulu düzen adına aşabilmek için AKP’yi parçalayarak ya da kapatarak “sağ merkezin” yeniden inşa edilmesi gerekiyor.
Buna benzer müdahaleler daha önce 12 Eylül ve 28 Şubat darbeleriyle yapıldı.
Ordunun hiyerarşik bir bütün olarak siyasi yaşamın tamamını reorganize ettiği 12 Eylül örneği, toplumun askeri darbe çözümünü hayırhah karşılayacağı bir “olgunlaştırıcı iç savaş” sürecini ve devletin bütün zor aygıtının (polis ve adli sistem) askeri darbe yönetimine hiyerarşik biçimde bağlanmaya uygun hale getirildiği 2 yıllık bir sıkıyönetim sürecini gerektirmişti. 28 Şubat’ta ise, Genelkurmay, Cumhurbaşkanlığı, büyük sermaye kuruluşları, üniversite, yüksek yargı, ana akım medya ve devlet güdümlü meslek birliklerini/sendikaları bir araya getiren bir “post-modern darbe ağı” (Genelkurmay merkezli) özel bir örgütlenmeyle kurulmuş ve işletilmişti. İçinde bulunduğumuz anda ordunun, MİT, polis ve adliyeyi bir darbe merkezine hiyerarşik olarak bağlayabilmesinin kurumsal altyapısı bulunmuyor. Görülebildiği kadarıyla 28 Şubat’ın Genelkurmay-Cumhurbaşkanlığı ilişkisinin sağladığı gibi bir devlet içi “sıklet merkezi” oluşturma girişkenliği Erdoğan’dan gelmekte ve Erdoğan “Paralel’e karşı teyakkuzu” aracılığıyla bu alanda bir başka güç merkezinin gelişmesine olanak bırakmamayı şimdilik başarabilmektedir.
Dolayısıyla, bugünkü siyasi krizin kurulu düzen adına çözümü için gerekli “darbe”nin, devletin zor aygıtındaki bir “parçalanma”yı içermesi ciddi bir olasılıktır. Bu parçalanmanın 27 Mayıs’taki gibi “asker-sivil aydın zümre”den gelişen isyan ve cunta hareketlerinden güç alması gerekli olmayabilir. Ama her durumda böyle bir parçalanma, meşruiyetini halk sınıflarına kabul ettirme ihtiyacında olacaktır.[3] AKP’ye karşı halk direnişinin politik içeriği ve gücü, böylesi bir parçalanmanın egemen sınıflar tarafından yönetilemeyen devrimci sonuçlar doğurmasına da yol açabilir.
Yönetilenler eskisi gibi yönetilemez hale gelmemişlerse de bir “devrimci durum”un varlığından söz edemeyiz.
“Fırat’ın Doğu Yakasında” yönetilenlerin yönetilemez hale geldikleri ortada. Devlet, Savaş Kentleri’nde kontrolü kaybediyor. Barikatların, hendeklerin, battaniyelerin arkasında “özerk” halk yönetimleri oluşuyor. “Fırat’ın Batı Yakasında” ise Türk halkının yarısı bir katiller ve hırsızlar çetesi olarak gördüğü Saray Cuntasından nefret etmesine ediyor ancak bu nefret, vahşi bir devlet terörüyle baskılanabiliyor ve halihazırda “yönetilebiliyor”.
Öyleyse, içinde yaşadığımız kanlı siyasi kriz “olgunlaşmış” anlamda bir devrimci duruma dönüşmüş değil. Ama bu krizi devrimci bir duruma dönüştürmenin olanaksız olduğu; bu kanlı gidişi yalnızca Saray Cuntası’ndan rahatsız düzen erbabının durdurabileceği, hatta durduracağı; Türk ve Kürt halkının ilerici demokratik güçlerinin böylesi bir “düzen seçeneği”nin gelişmesine aracı ve destek olması gerektiği düşüncesi yanlıştır. Devrim kendi çözüm alternatifini yaratmadan düzen “reformunu” kapıya yanaştırmaz.
Kürdistan’da yurtsever devrimci gençliğin öz savunma eylemlerinin ebeliğini yaptığı demokratik alternatifi bütünleyecek bir “demokratik Türk alternatifi”nin yolunu açabilmek zor ama mümkün. Bunun için yapmamız gereken Fırat’ın Batı Yakası’nda devlet terörünün “yıldırıcı” etkisini bloke eden bir öz savunma gerçekliğini yaratmak. Türkiye’de etkin ve sürdürülebilir bir öz-savunma gerçekliğini yaratmayı başarabilirsek, şimdi sinmiş görünen Türk halkının bağrından Haziran İsyanı’nın çok ötesinde bir “demokratik Türk alternatifi”nin fışkırdığını görebiliriz.
İçinde yaşadığımız kanlı siyasi kriz henüz bir devrimci durum değil ama bu krizi devrimci bir duruma dönüştürmek de boş bir hayal değil. Aklımızı, iz’anımızı bu hayali gerçeğe dönüştürecek bir direnişi örmeye yoğunlaştırmalıyız. Bunu, gözlerimizin önünde vahşice katledilen arkadaşlarımızın, kardeşlerimizin, analarımızın ve çocuklarımızın acısına dayanabilmek için de yapmalıyız.
[1] sendika4.org/2015/10/barkey-turkiyede-iside-bagli-buyuk-bir-altyapi-var-abd-endiseli/
Aslında düzen güçleri mevcut parlamentodan küçük zorlamalarla bir AKP-MHP koalisyonu çıkarabilirler. Ancak böyle bir koalisyonun da iç ve dış politikada ABD ve oligarşinin bölgesel ve yerel stratejileriyle uyumlu bir doğrultu kazanması olası görünmüyor.
Bu noktada, CHP’nin “düzenin siyasi krizine alternatif üretme”yi temel alan iktidar stratejisinden kaynağını alan bugünkü “kapsayıcı” tutumunun parlamenter çözümsüzlük ortamında, CHP’yi ikincilleştireceği, CHP’yi otoriter, neo-liberal ve Kürt sorununun halkçı olmayan bir “çözümü”nü öngören yeni bir “milli uzlaşma”nın aktörü haline getirebileceğini görmemiz ve göstermemiz gerekir. Benzer bir sorun, olası bir AKP-CHP koalisyonunu “dışardan desteklemeyi” vaad eden HDP politikası için de geçerlidir.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.