Yazı dizimizi biraz daha naif kalan bir National Geographic programı ile bitiriyoruz. Bilindiği üzere bazı metallerin ve entegrelerin içinde eser miktarda altın, gümüş ve platin gibi kıymetli metaller bulunabiliyor. Dolayısıyla böyle metalleri eritip ayrıştırarak içlerindeki değerli metalleri çıkartabilirsiniz. Erit ve Kazan (Meltdown) gösterisi de işte burada başlıyor. Elemanlarımız sağda solda, garaj satışlarında filan hurdaya çıkan […]
Yazı dizimizi biraz daha naif kalan bir National Geographic programı ile bitiriyoruz. Bilindiği üzere bazı metallerin ve entegrelerin içinde eser miktarda altın, gümüş ve platin gibi kıymetli metaller bulunabiliyor. Dolayısıyla böyle metalleri eritip ayrıştırarak içlerindeki değerli metalleri çıkartabilirsiniz.
Erit ve Kazan (Meltdown) gösterisi de işte burada başlıyor. Elemanlarımız sağda solda, garaj satışlarında filan hurdaya çıkan arabaları, bilgisayarları, elektronik parçaları, bujileri, antika şamdanları yok pahasına satın alıyorlar. Bunu da genellikle satıcıyı kandırarak yapıyorlar. Mesela hurdaya çıkmış küçük bir uçağı, “motorunu tamir edip arabamda denemek istiyorum” diyerek 2500 dolara satın alıyorlar. Sonra da bu metalleri atölyede eritip içinden çıkardıkları altın ve gümüşü satarak para kazanmaya çalışıyorlar. Çok istisnai bir parça bulmadılarsa genellikle 500 dolar verip aldıkları hurdadan 600 dolarlık kıymetli metal çıkıyor ya da çıkmıyor. 100 dolarlık beklenti için heriflerin yaptıkları şeye bak. Zaten National Geographic’in program tanıtımında da bu gibi hesapların ekonomik zor zamanlarda tekrar tekrar gündeme geldiği söyleniyor. Yani resmen yokluktan sinekten yağ çıkaracak noktaya gelmiş Amerikalılar var. Entegredeki gümüşü eritip satmak nedir ya? Kimin aklına gelir? Gelse de kim uğraşır? Dünyanın süper gücü olan ülkede insanların düştüğü hallere bakın… Rezalet…
Hulâsa-i kelâm…
Daha önce Modern Rehinciler şovunda dükkâna gelen insanların çoğunluğunun baba yadigârı köstekli saatleri, annesinin evlilik yüzüğü, karısını küpesi gibi belki maddi değeri düşük ama manevi değeri yüksek eşyaları yok pahasına sattıklarından bahsetmiştim. Program sonunda dükkâna gelenlerin yaptıkları açıklamalar “Valla 30 dolar böyle bir saat için az ama buraya gelirken cebimde hiç param yoktu, şimdi 30 dolarım var, hemen gidip karnımı doyuracağım” minvalinde oluyor.
Travel Channel’da yayınlanan başka bir şov Bagaj Kapmaca’da (Baggage Battles) yarışmacılar havaalanlarında unutulduğu için açık arttırmaya çıkan bavulları içinde ne olduğunu bilmeden satın alıp içindekileri ikinci el piyasada satıp para kazanmaya çalışıyorlar; en çok kar eden yarışmayı kazanıyor. Kelimenin tam manasıyla leşçilik. Hastalıktan, işsizlikten, evsizlikten ötürü ekonomik olarak ‘ölen’ insanların malını mülkünü yağmalıyorlar yani.
Hardcore Pawn, Pawnography, Cajun Pawn Stars, Auction Kings, Auction Hunters, American Pickers, Operation Repo, Airplane Repo, Container Wars, Storage Wars, Storage Hunters… İsimleri Simit Dünyası, Simitçi Dünyası, Simitçi Sarayı misali hepsi birbirinin çakması bir sürü reality şov var böyle. Hepsinin özünde, ya birilerinin çaresizliğinden istifade ediliyor ya da birileri çaresizlikten acayip işler yapıyor. Ve bunlar pop kültürün reyting malzemesi olarak kullanılıyor. Amerika’da dönen tartışma ise bunların etik olup olmaması değil, gerçek olup olmadığı. Bir sürü davalar açılıyor yapımcılara; neymiş yarışma aslında kurguymuş, yarışmacılar oyuncuymuş falan fistan. Yarışma kurgu olsa ne fark eder, onun arkasındaki dramlar gerçek olduktan sonra? Kapitalizmde etik denen şey zaten yok denecek kadar azdır, para getirdiği müddetçe her şey yapılabilir (bunu Nightcrawler filmi çok güzel anlatıyor). Epey reyting alıyor bu reality şovlar, bunca yıldır gösterimde olduklarına göre. Pek çok Amerikalı bu saçmalıkların peşinden gerçekten koşuyor. Bavul avcıları gibi onlar da ihalelere giriyorlar, çoğunun bavullardan buldukları iç çamaşırından ibaret. Sonra gidip metal eritme işine giriyorlar filan 30-40 dolar için. Define avcılığı da yaygın. Tüm bu saçmalıkları tetikleyen şey ise tabii ki kapitalizmin bu insanları içine düşürdüğü ekonomik zorluklar. İzlerken gülüyoruz, eğleniyoruz, bazen hayıflanıyoruz belki ama tüm bize sunulan bu renkli ve parlak dünyaların arkasındaki karanlıkları, yani Amerikan kâbusunu görmek ve anlamak bence çok önemli. Fakat kültürel ve ideolojik hegemonya sebebiyle bu “kâbus” uzaktan kolayca görülemeyebiliyor.
#senbırakıpgitmediye
Bakıyorum bu aralar konforuna düşkün pek çok beyaz yakalı, Türkiye şöyle böyle deyip memleketten kaçmak istiyor. Bazı insanlar için ne kadar kolay evini, barkını, eşini, dostunu, anılarını ardında bırakıp temelli çekip gitmek, değil mi? Her ne kadar Uruguay şu aralar en popüler istikamet olsa da bir sürü zevzeğin asıl kaçmak istediği yer özgürlükler ülkesi Amerika ya da diğer ‘gelişmiş’ batı Avrupa ülkeleri. Ruhunu konformizme satmış kimi aklı evvel ülkem liberallerinin, evsizlerin sokakta yatmasını bir özgürlük ve bir tercih olarak gördüklerini işittim maalesef. ‘Evsiz kalma özgürlüğü’ ne demek yahu? Devlet en azından onları ‘zorunlu’ olarak bir barınağa tıkmıyormuş. Pes doğrusu.
Buyursunlar gelsinler; gelecekleri varsa görecekleri de var. Geçenlerde Silikon Vadisi’nin yanı başındaki evsizler çadır kampında (Rock’n Coke gibi evsiz çadır kampları var burada, konsersiz) eski bir Apple mühendisinin nasıl evsiz kaldığını anlatan dramatik bir video vardı. Yani evsizlik ve işsizlik öyle eğitimsiz azınlıkların başına gelen bir şey değil artık, herkesin başına gelebiliyor. Bizim sığ liberallerimizin kendi kıçları sağlamda olduğu müddetçe Amerika dünyanın en harika ülkesi olacaktır onlara göre; sonuçta evsiz kalma hürriyeti dahi olan müthiş özgürlükler ülkesi burası. Tabi bu özgürlükler bahane, onların esas sevdiği özgürlük zengin olma özgürlüğü, tek dertleri bu. Buradaki bazı yaratıcı ‘girişimciler’ yeni çıkan ayfon modelini en önce almak için Apple dükkânlarının önünde oluşan uzun ilk gün kuyruklarında 5 dolarlık pizzayla kiraladıkları evsizleri bekletiyorlar. Sorsan Allah bilir ‘işte bak serbest piyasalar tembel evsizlere bile ne güzel iş imkânı yaratıyor’ diyeceklerdir; böyle düşündüklerine eminim ama bu derece yüzsüzlük edemeyip dile getiremeyebilirler. Canları sağ olsun, liboşlar da bu kozmosun canlıları. Tabi siz bana bakmayın bu arada; ben buralara Amerikan rüyasının peşine gelmedim, gelirken de ülkemden ‘kaçarak’ gitmedim, kişisel bazı sebeplerden ötürü bu Amerika bataklığına saplanmış bulundum. Ben kapitalizmin yarattığı ve beslendiği tüm bu insanlık dramlarına Amerika’nın içinde şahit oluyorum. Dilim döndüğünce de buradan sizlerle paylaşmaya devam edeceğim, zira burada malzeme çok.
Böylelikle de bu yazı dizisini bitirmiş olalım. Zaten fazla tutmadı J. Atlantik’in bu tarafına dair merak ettikleriniz varsa e-posta gönderebilirsiniz, bilgim dahilindeyse olayların içinden yorumlamaya çalışırım.
anil.aba@economics.utah.edu
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.