Aslında New York City, ama zamanla şehir eyaletin adıyla bir anılır olmuş. Efendim ben de bahar tatilini fırsat bilerek yaptığım 10 günlük New York City seyahatimden gözlemlerimi aktaracağım sizlere uzun uzun. Malumunuz sadece Amerika’nın değil dünyanın en büyük, en kozmopolit metropollerinden biri NYC. Aslında buraya Avrupa’dan ilk gelenler Hollandalılar olduğu için adını da New ”Amsterdam” […]
Aslında New York City, ama zamanla şehir eyaletin adıyla bir anılır olmuş. Efendim ben de bahar tatilini fırsat bilerek yaptığım 10 günlük New York City seyahatimden gözlemlerimi aktaracağım sizlere uzun uzun.
Malumunuz sadece Amerika’nın değil dünyanın en büyük, en kozmopolit metropollerinden biri NYC. Aslında buraya Avrupa’dan ilk gelenler Hollandalılar olduğu için adını da New ”Amsterdam” koymuşlar ancak 1664’te şehir İngilizlere kaybedilince adı da New ”York” olarak değişmiş. Uzun süre bir İngiliz sömürgesi olan şehir bağımsızlık savaşını takiben Amerikalılara geçerek ülkenin ilk başkenti olmuş. Zamanla nüfus koca ülkeye yayılsa da Avrupa ile yakınlığı sebebiyle New York ülkenin tarih boyunca en canlı, en hareketli şehri olmaya devam etmiştir.
Baştan söyleyim: NYC’de heyecan verici bir çok şey olsa da genel olarak kıymeti abartılmış bir şehir. Hızlandırılmış da olsa 10 günlük bir sehayat ile NYC’nin altını üstüne getirip öne çıkan belli başlı yerlerini gezmeye görmeye başlayalım.
O müze senin, bu müze benim…
Bir müzefil olarak vaktimin önemli bir kısmını müzelerde harcamayı zaten kafama koymuştum. İlk durağım: Whitney Museum of American Art. Sebebi ise zengin bir Edward Hopper koleksiyonu olması. Açıkçası Amerikan sanat ve edebiyatını pek sevmem ve ilgilenmem fakat Amerikan realizminin bastırılmış isimlerinden Edward Hopper’ın o robotlaşmış, bireyselleşmiş, izole, depresif ve yalnız Amerikan hayatını, özellik de içler açısı Büyük Buhran yıllarını, gerçekçi bir şekilde resmedişi beni her zaman etkilemiştir. Amerikan sinema ve medyasının cafcaflı New York pazarlamalarına karşın Edward Hopper’ın karamsar New York’u benim New York ve Amerika algıma çok daha yakın. Whitney’de sayıca çok Hopper tablosu olsa da sevdiklerimden sadece Early Sunday Morning (Erken Pazar Sabahı) burada sergileniyor. Beni bir Hopper hayranı yapan klasiği Nighthawks (Gece Kuşları) ise maalesef Chicago’da sergileniyor. Dediğim gibi Hopper tabloları hariç buradaki diğer Amerikan sanatını hızlıca geçiyorum, biraz Benton’ın Poker Night ilgimi çekiyor o kadar.
Hazır yakınındayken meşhur Metropolitan Müzesi’ne doğru yürüyorum. Metropolitan’a geldiğinizde bilet gişesinde girişin $25 olduğu yazar, altında da küçücük harflerle ”önerilen bağış” diye bir not vardır. Aslında Metropolitan’a giriş bedava; dileyen bağış yapabiliyor. Zaten olayı bilmeyen birçok turist bilet fiyatıymış gibi gözüne sokulan 25 doları direk bayılıyor. Çok büyük bir müze olduğu için her defasında 25 dolar çok fazla. O yüzden gönlünüzden 3-5 dolar ne kopuyorsa verebilirsiniz. Kapanmaya yakın saatlerde sorun olmuyor fakat erken saatlerde ”Nee, sadece 3 dolar mı?” diye bir tepki alabilirsiniz biletçiden. Ama esas verilmesi gereken tepki ”Nee, 25 dolar mı?” olmalıdır, zira tarihi uygarlıklardan ”çaldıkları” eserleri sergiliyorlar bir de üstüne para istiyorlar. Yasal hırsızlık. Antik Yunan, Roma, Mısır ve Ortaçağ tarihi eserlerinin öne çıktığı Metropolitan’da her türlü uygarlığa ait eserler sergilenmekte. Birinci kattaki Dendur Tapınağı herhalde müzenin yıldızı. Yani resmen koca tapınağı taşımışlar, hırsızlığın da bir sınırı vardır. Tabi bu konuda British Museum’un üzerine tanımam. Aslında detaylı ziyaretlerle günler belki haftalar alabilecek kadar büyük bir müze Metropolitan. Benim vaktim kısıtlı olduğu için her iki kata da birer tam gün ayırarak hızlandırılmış turlar atıyorum. Oldukça eski bir bina olduğundan salonların organizasyonu ve tasarımı çok kötü ve verimsiz. Labirent gibi, elinizde rehber dahi olsa sürekli kayboluyorsunuz. Üst kattaki salonlarda zengin bir Paul Cezanne koleksiyonu, pek çok Picasso ve hatırı sayılır miktarda Van Gogh ve Matisse tablolarını görebilirsiniz. Yine de üst katta ağırlık, benim pek ilgimi çekmese de Rembrandt ve diğer barok dönem klasiklerinde diyebilirim. Sapa bir salonda da olsa Metropolitan’da da birkaç tane Hopper tablosu görmek beni keyiflendiriyor.
Ertesi günkü istikamet Cenral Park’ın batısında yer alan American Museum of Natural History (Doğal Tarih Müzesi). Doğal Tarih Müzesi de tıpkı Metropolitan gibi bağış sistemiyle çalışıyor ve önerilen $22 bağış ile bilet satmaya çalışıyorlar, siz yine gönlünüzden kopan birkaç dolarla içeri girebilirsiniz. Bence Türkiye’deki en büyük kültürel eksikliklerden birisidir doğal tarih müzesi. Daha önce böyle bir şey görmediğim için müthiş ilgimi çekiyor. Adamlar resmen ”büyük patlama”dan başlıyorlar anlatmaya, dönem dönem, kategori kategori bütün canlıların ve doğanın evrilişini günümüze gelene kadar anlatıyorlar. Tabii ana konu ”evrim”. Şimdi anlamışsınızdır neden Türkiye’ye böyle bir müzenin açılamadığını. Nesli tükenmiş birçok hayvan fosili arasında en sevdiğim hayvanlardan olan ve fillerin atası olarak bilinen ”mamut” fosilleri müzedeki favorilerim. Evrim teorisinin adım adım anlatıldığı bu müzeye eklenen Hayden Planetarium‘da uzay, gezegenler, uydular, yıldızlar vs. anlatılıyor. Dünyada düşen en büyük meteorlardan biri de burada sergileniyor. Ana bölümde insan ırkının evrimi ve gelişimi anlatılırken Türklere çok az yer verilmiş olması da dikkatimizden kaçmıyor. Doğa Tarihi Müzesi dünyanın en büyük müzelerinden, üstün körü bitiriyorum ama yine nerden baksanız birkaç haftanızı alabilir; daha çok NYC yerlisinin kaliteli bir şekilde faydalanabileceği bir müze. Son olarak, Ben Stiller’ın oynadığı ”Müzede Bir Gece” komedi filminin geçtiği müzenin de burası olduğu notunu düşelim ve devam edelim…
Bir diğer önemli müze ise The Museum of Modern Art (MOMA). Adından da anlaşıldığı gibi daha çok yakın tarih eserlerinin sergilendiği müzede Van Gogh’un ”Yıldızlı Gece”si (The Starry Night), Dali’nin eriyen saatlerin olduğu meşhur ”Belleğin Azmi” tablosu (The Persistence of Memory), Picasso’nun kübizm akımını başlatan yağlıboyası olarak da bilinen ”Avignon’lu Fahişeler” (Les Demoiselles D’Avignon), Monet’nin büyük boy ”Nilüferler” (Water Lilies) tablosu gibi yıldız eserlerin yanı sıra birkaç tane Andy Warhol, Frida Kahlo otoportreleri, bir iki Cezanne klasiği, Gustav Klimt’in Öpücük benzeri Umut II (Hope II) tablosu, Münch’ün ”Fırtına” (The Storm) ve birkaç Seurat tablosu kaçırılmaması gereken eserlerden. Ben ordayken kurulmuş geçici Paul Gauguin sergisi ise fazla ilgimi çekmiyor. Üç adet Diego Rivera tablosunun sapa bir odacığa ve yine üç adet Edward Hopper tablosunun tuvalete giden koridora konmuş olması üzerine MOMA küratörlerine içimden sağlam bir küfür saydırsam da modern (çağdaş değil) resim sanatlarına ilgi duyanlar için MOMA’nın koleksiyonunun şehirdeki diğer müzelerin uzak ara önünde olduğunu söyleyebilirim.
Filarmonik biri olmasam da BETAM’dayken çalışma arkadaşım olan Arda’nın jestiyle New York Filarmoni’de izlediğimiz Nielsen konserini takiben New York müze turunun olmazsa olmazı Guggenheim müzesine gidiyoruz. Central Park’ın doğusunda Metropolitan’ın hemen kuzey çaprazındaki Solomon R. Guggenheim mimarisiyle dikkati çekiyor. Spiral bir şekilde dönerek gezdiğiniz 5 katlı müzenin Kandinsky koleksiyonu hariç pek bir numarası yok; onu da en üst kata koymuşlar ki mecbur bütün müzeyi gezmiş olasınız Kandinsky’lere gelene kadar. Biz ordayken yerleştirilmiş geçici İtalyan Fütürizmi sergisini az da olsa beğeniyoruz. Bu kısa paragraftan da sizin anlayacağınız orijinal mimari yapısı ve Kandinsky koleksiyonu Guggenheim’i kurtarmaya yetmiyor. Vaktiniz kısıtlıysa ve benim gibi müzekolik değilseniz es geçebilirsiniz. Adı var sadece. Ya da biz anlamıyoruz içerdeki sanatı.
Museum of Sex (MoSex) New York’un yeni müzelerinden, 2002’de açılmış. Malum New York’taki kültür-sanat piyasası çok hareketli, MoSex de buradan nemalanmak adına açılmış geyik bir müze. Pornografik janrların ve cinselliğin video ve resimlerle tanıtıldığı müzede bir de Linda Lovelace sergisi var. Linda’yı efsane haline getiren ”Deep Throat” filminden kısa bir videonun da sürekli döndürüldüğü sergide aslında porno sektörü emekçilerinin ne kadar olumsuz şartlarda çalıştırıldığı ve esas parsayı kodaman prodüktörlerin ve menajerlerin topladığını Linda’nın ağzından dinleyebilirsiniz. Giriş katındaki seks dükkanı müzeden daha ilginç gelebilir.
Son olarak New York’un görece az bilinen bir yıldızından bahsedeyim: Intrepid Deniz, Hava ve Uzay Müzesi. Hudson nehri üzerinde müzeleştirilen bir uçak gemisi Intrepid. Üzerinde 30-35 tane birbirinden ilginç, Vietnam’da, İkinci Dünya Savaşı’nda filan kullanılmış savaş uçağı ve helikopterler var. Geminin üst katında Top Gun filminden hatırlayacağınız bir F-14 Tomcat, kanatları katlanan Grumman A-6F ve Sovyetlerden ele geçirilen birkaç uçak ilk göze çarpanlardan. İskelede ise malum kazasının ardından kullanımı durdurulan bir Concorde var, özel giriş bileti ile içine de girebilirsiniz. İskelenin kuzey tarafında ise bir Growler misil denizaltısının da içine girerek suyun altına inebilirsiniz. Klostrofobikler için zor bir deneyim olabilir çünkü denizin altında dar koridorlar, küçük kabinler biraz sıkıntı yaratabilir. Fakat hem Intrepid hem de Growler tam teşekküllü. Western konseptli bar ve restoranlardan tutun poker ve atari salonlarına kadar subayların her türlü konforu sağlanmaya çalışılmış. Intrepid’in son sürprizi ise güverteye eklenen uzay bölümünde sergilenen ”Enterprise”. Enterprise NASA’nın aslında görece başarısız uzay macerasının ilk uzay mekiği. Kendi uzaya çıkmamış, sadece atmosferde test uçuşları yapmış olsa da kendinden sonra gelen Columbia, Challenger, Discovery, Atlantis ve Endeavour’un atası sayılır. Bildiğiniz gibi Challenger henüz daha kalkışını tamamlayamadan canlı yayında infilak etmişti, Columbia ise dünyaya dönüşte atmosfere girer girmez parçalanmıştı. İhtişamlı, büyük ve modern tasarımlı Enterprise’ın yanına üç kişilik bir kabinden ibaret olan Sovyet uzay aracı ”Soyuz” da sergilenmekte ve adeta ”bakın bizim ileri teknolojimizin yanında ne kadar da ilkel kalıyor” şeklinde bir ima yapılıyor. Oysa Sovyet Soyuz modelleri NASA’nın uzay mekiklerinden hem güvenlik hem de yakıt tüketimi açısından kat be kat daha verimlidir.
Gezelim görelim…
Efendim şehire gelecek olursak zaten çoğunuz macera dolu Amerika’nın bilimum kentlerini ekranlardan, sinema filmlerinden az çok biliyorsunuz. New York’un en bilindik meydanı Times Square tam bir balon. Yani dünyanın belli başlı meydanlarının arasında, hepsini bizzat görmesek de, herhalde en gösterişli ama aynı zamanda da en abartılmış olanı. Bir kere aşırı turistik, yani neredeyse hiç New York’lu göremezsiniz; zaten, kadim ”New Yorker”lar Times’ta pek takılmaz denir. E biz de bugüne bugün 10 günlük New Yorker sayıldığımız için Times Square’e fazla iltifat etmeyip aşağı Manhattan’a doğru yollanıyoruz.
Aşağı Manhattan’da Wall Street var, görmemek olmaz. Ne var derseniz, afedersiniz bi’ b.k yok. NYSE borsa binası burda, eskiden alırlarmış da şimdilerde güvenlik sebebiyle ziyaretçi almıyorlar. Biraz güneydeki Bowling Green Parkı’nda şu meşhur boğa heykeli var, önünde de resmen 150 metre fotoğraf sırası yani o boğayla fotoğraf çektirsen ne olur çektirmesen ne olur… Kafasını duvara vura vura kitabını okuyan kipalı ve lüleli yahudileri burda görmeye başlarsınız. Onun haricinde sıkıcı binalardan ibaret işte. Tabi biraz daha güneye yürüyüp sahildeki Battery Park’a gelirseniz güneşi görebilirsiniz zira Manhattan’ın geri kalanında gökdelenler o kadar çok, sık ve uzunlar ki güneşli günlerde bile hep gölge ve nemli bir serinlik hakim.
Brooklyn Nets vs. Sacramento Kings
Manhattan’ın güney ucundaki bu parktan aslında Osmanlı için sipariş edilen fakat ödemeleri yapılamadığı için daha sonra bitirilip Amerika’ya satılan Özgürlük Anıtı’nı görebilirsiniz. Battery Park’tan sahil boyu doğuya yürüyüp Brooklyn Köprüsü’ne geliyoruz. Manhattan adasını Brooklyn’e bağlayan bu köprüyü ortasına yapılan asma yaya yolunu kullanarak geçip Brooklyn’e ayak basıyoruz. Brooklyn’de binaların boyları hemen kısalmaya başlıyor. Manhattan’ın o karmaşasından uzaklaşmak isteyenlerin tercih ettiği Brooklyn Heights daha derli toplu, nezih bir muhit. Turistik bir yanı yok, sadece köprü altı Dumbo’dan Manhattan silüetini görüp fotoğraf çekebilirsiniz.
Buradan devam edip Atlantic Bulvarı’ndaki Barclays Center’da Brooklyn Nets – Sacramento Kings maçına giriyorum. Malum NBA’de burun kanama bölgesi biletleri mesela Utah Jazz için basit maçlarda $40 civarı, New York farkıyla Brooklyn’de bu $70-80. Fakat işi biliyorsanız bir NBA maçına bu paraları hayatta vermezsiniz. Ben Jazz’ın sezon maçlarına $8’a filan girerim Utah’ta, en fazla $10. Zira NBA’de büyük maçlar hariç tribünler büyük oranda boştur, bu da bize Amerika’da ekonomik krizin hala devam ettiğini gösteriyor. Hal böyle olunca stadyum çevresinde ”Bilet lazım mı?! Alt mı üst mü? Kaç tane?” diye dolanan siyahileri bulup pazarlığa girersiniz. Üst tribün 80 dolarlık bilete önce 60’tan girer, işi bilmiyorsanız siz de 40 dersiniz sonra 50’de buluşursunuz. Nitekim beklediğim gibi $80’lık üst tribün biletine 60’tan girdi eleman. Maçın başlamasına 20 dakika var; başlamaya yakın giderseniz daha ucuza alırsınız. Ben hemen döndüm gidiyorum, ”Hey yo adamım sen kaç veriyosun?” dedi, ben de piyasayı bildiğim için kendimden emin bir şekilde $15 dedim, 60 nere 15 nere. Tamam gel 50 dedi, 15 dedim, 40 dedi, 15 dedim, 30 dedi, 15 dedim, 20 dedi, 15 dedim ve 15’e aldım. Yani pazarlık bile yapmadım, 1 dolar çıkmadım. Çünkü NBA’de piyasa bu. Tribünler bomboş, televizyonda seyircilere genel çekim değil yakın çekim yaparlar ve boşlukları göstermezler. Hal böyle olunca takımlar biletleri el altından dışarıda ucuza satıp tribünleri doldurmaya çalışıyorlar. Stad etrafındaki olay ise karaborsa değil zaten, Amerika’da biletin üzerinde yazan fiyatın üzerinde dışarıda satış yapmak yasadışı. Bu yüzden dışarıda tersine karaborsa oluyor yani bilet fiyatının çok çok altında bir piyasa oluşuyor. O halde esas karaborsayı dışarıdaki gerçek piyasanın üzerinde bir fiyata gişeden bilet satan kulüpler yapmış olmuyor mu?! Bir tezgahtır New York…
Yalnız Jason Kidd çok iyi takım kurmuş, Jazz’dan giden Kirilenko ve Williams’ı da Nets’te görmek nostalji oluyor bana. Maçı Nets rahat kazanıyor. Biliyorsunuz Nets daha önce New Jersey’de idi fakat New Jersey’de talep yetersiz kalınca Brooklyn’e taşıdılar. Güzel fikir çünkü Brooklyn’in doğusu Manhattan’dan epey uzak sayılır ve gittikçe de varoşlaşıyor. Manhattan’daki spor müsabakalarına gitmek hem zaman kaybı hem de Knicks ve Bronx’taki Red Sox biletleri çok daha pahalı ama Brooklyn’de de spor eğlencesine hevesli ciddi bir siyah ve hispanik nüfus var. Zaten görünüşe göre millet de Nets’i sahiplenmiş durumda.
Müzikal AKM’de izlenir(di), Broadway’de değil…
Broadway’de bir müzikal izlemeden olmaz. Olmaz olmamasına da bilet fiyatları fahiş. Çok görmek istediğim ve kapalı gişe oynayan South Park’ın yapımcılarının yaptığı The Book of Mormon’un biletleri $250’dan ”başlıyor”, önler filan $400-500, eski Türk lirası ile 1 milyar, bir aylık asgari ücretten fazla. Rezalet. Yeni gösterimler bizi aştığından biz de lisanstan arkadaşım Özlem ile Beckett’in ”Godot’yu Beklerken” oyununa iki bilet alıyoruz. Kadro şahane!! Ana karakterlerde iki sör ünvanlı oyuncu, Ian Mckellen (Gandalf, Yüzüklerin Efendisi) ve Patrick Stewart (Jean-Luc Picard, Uzay Yolu; Profesör X, X-Men) var. Oyunu biliyoruz, bir de Broadway de izleyelim dedik. Fena sayılmaz fakat öyle ahım şahım da değil hani. Ian McKellen oyuna kendini daha fazla veriyor ancak Patrick Stewart sanki aklı başka yerdeymiş gibi oynuyor. Yıldız kadronun ve 70 doların hakkını veremedikleri hususunda Özlem’le hem fikir oluyoruz. Başka bir gece de en çok oynanan müzikal olma rekorunu 25 yıl ile elinde tutan Operadaki Hayalet’i izliyorum. Yeni gösterim olmadığından biletler daha makul. Müzikal tek kelimeyle şahane!! Zaten duyardım Broadway’de izleyip izleyebileceğiniz en güzel müzikal diye… Fakat inanın öyle ilk gösterimlerdeki 300-500 dolarlık bilet fiyatlarını meşrulaştırabileceğiniz bir nane yok ortada. Dışarıdan gelen turistik talep ile biletleri abartıyorlar. Havana’da bedavaya izledik biz böyle şeyleri. 500 dolar nedir yaa?! Kıçımın Broadway’i afedersiniz… Burjuvazinin ortamı olmuş; zaten ortalama Broadway izleyicisinin kalitesizliği dillere destandır. E tabi 500 dolara bilet satarsanız zengin züppelerin gösteriş yaptığı mekanlar haline gelir Broadway salonları. Bir kazıktır New York…
Aslında Off-Broadway’de de görmek istediğim oyunlar vardı fakat malum 10 güne ancak 1 oyun 1 müzikal sıkıştırabildim. Bu arada ”Off-Broadway”, Broadway’in iyice ticarileşip ayağa düşmesi üzerine daha deneysel işler yapmak isteyen tiyatrocuların yavaştan merkezden uzaklaşarak oluşturduğu bir camia. Tabi zaman içinde Off-Broadway de artan taleple esnekliğini kaybedip Broadway kadar olmasa da ticari bir sektör haline geliyor. Bunun üzerine sanatını özgürce icra etmek isteyen marjinaller bu camiadan kopup ”Off-Off-Broadway” olarak yollarına devam ediyorlar. Gerçekten. Bu ”off”lar daha ne kadar gider böyle?! Daha öteye gideceğini sanmıyorum zira hem anaakımda hem de daha deneysel Off-Off-Broadway’de haddinden fazla kategorizasyona gidilmiş zaten.
Parliament Sinema Kulübü nostaljisi…
Efendim bu kadar sanat yeter ben de bayıldım. Biraz da New York’la özdeşleşen binalara göz atalım. Hani sizin yağmurlara yağdığınız ya da merdivenlerin üzerinizden çıktığı Cem Adrian şarkılarında olduğu gibi NYC’de de binalar aranızdan yürür adeta…
İlk durağımız Empire State Building olsun. King Kong filminden hatırlayacağınız Empire State’in en üst katına çıkıp New York’u kuş bakışı görebilirsiniz. Her ne kadar New York için daha önemli bir bina olsa da ziyaretçi yoğunluğu bir diğer popüler gökdelen Rockerfeller Center’ın gerisinde kalıyor; biletleri de ona göre daha ucuz. Efendim, 19. yüzyıl Parizyen yazarlarından Guy de Maupassant’ın Eyfel Kulesi’ni pek sevmediği bilinir. O kadar ki vaktinin çoğunu şehirde Eyfel’in görünmediği tek yer olan Eyfel Kulesi’nin altındaki kafede geçirirmiş. İşte siz de Empire State’in en üst katına çıkıp New York’a kuş bakışı baktığınız zaman Empire State’i göremiyorsunuz. Her şey yerinde ama New York’u New York yapan o bina fotoğraflarda çıkmıyor. O halde biz de inip biraz kuzeydeki Rockerfeller Center’ın tepesine çıkıyoruz. Biletler pahalı. Günbatımından az evvel çıkarsanız New York’u gündüz gözüyle, güneşin batışının ardından da gece ışıklarıyla görebilirsiniz, üstelik kadrajınıza Empire State’i de alarak. Tabi bunu düşünen tek akıllı siz olmadığınız için balkondaki kalabalığı da kadrajınıza almanız icap edebilir. Rockerfeller Center’ın, ”Top of the Rock Observatory” denilen bu balkonunun diğer bir avantajı da Empire State’e göre daha kuzeyde olduğundan Central Park’ı da boylu boyunca görebilecek olmanız. Dolayısıyla vaktiniz kısıtlı, paranız az ve tercih yapmak zorundaysanız Empire State binasını es geçip Rockerfeller Center’ın tepesine çıkmalısınız. 80 kuşağına uyarı: Gökdelenlerin ışıkları ve gecenin karanlığının oluşturduğu kontrast sizi Parliament Sinema Kulübü’nün jeneriğine götürebilir zira bir çoğumuz New York’u o malum Karla Bonoff’lu jenerikten tanıdık. İnternet olmasa o şarkıyı söyleyenin de Karla Bonoff olduğunu da öğrenemeyeceğiz ya… Tabi manzaranın nostaljisini üzerimden atıp baktığımda aslında Gotham ayarında distopik bir şehir görüyorum. Bina üstüne bina… Alabildiğine bina… Yan yana, alt alta, üst üste her yer silme bina… Kerhane gibi ışıklandırmışlar bir de yanarlı dönerli. Gillam’ın Brazil filmindeki o müthiş sıkışmışlık hissini veriyor aslında. Ama yanımdaki Justin Bieber hayranı olduğunu tahmin ettiğim kızlar ayılıyorlar bayılıyorlar manzaraya. Bir sürü bina yani ne var bunda. Bir distopyadır New York…
Güney Houston (SOuth HOuston), ya da nam-ı diğer SoHo, zorlarsak NYC’nin Nişantaşı’sına tekabül eder. Londra’daki o çılgın Soho ortamının aksine New York’un SoHo’sunda sanat galerileri ve sanat atölyeleri ön plana çıkıyor. Çoğu mahalleye göre daha nezih; entel dantel hip kafeler filan. Fakat Broadway’ın başına gelen SoHo’nun da başına gelmiş ve artan talep ile katı bir ticarileşmeye maruz kalıp sermayenin kontrolüne geçiyor. Bunun üzerine hür ruhlu sanatçılar önce NoHo’ya sonra da şehrin muhtelif bölgelerine kaymaya başlıyorlar. Açıkçası SoHo’da umduğum sanat ortamını bulamadım. İnanın Küba’nın Trinidad şehrindeki sanat piyasası çok daha canlı ve çok daha güzel. Maalesef bir balondur New York…
SoHo’nun yürüme mesafesiyle 10 dakika kadar güneydoğusunda meşhur Çin Mahallesi’ne (Chinatown) geliyoruz. Efendim bu Çin Mahallesi diğer Çin mahallelerine benzemez, burası ”harbici” Çin mahallesi. O kadar ki muhidin içlerine doğru girdiğinizde bazı marketler ve restoranlarda menüler ve etiketler sadece Çince; yani öyle altına İngilizcesini yazmaya dahi tenezzül etmemişler. Çin yemeklerinden hiç hazzetmediğimden fazla uzatmadan Çin Mahallesi’nin hemen kuzey sınır komşusu Küçük İtalya’ya (Little Italy) doğru yollanıyorum. Çin Mahallesi’nin yanında burası biraz güdük kalmış. Öyle ki ”Welcome To Little Italy” ışıklı karşılamasını geçip sokağa girdikten sonra bile dükkanlarda Çince tabelalar devam ediyor. Çin İtalya’yı resmen işgal etmiş durumda New York’ta. Tabi New York’un ”gerçek” İtalyanları Küçük İtalya’da takılmazmış. Küçük İtalya’nın esnafı ekseriyetle Arnavut göçmenlermiş. Bunların çoğu vaktiyle İtalya’da yaşadıkları için İtalyancaları aptal Amerikalıları kandıracak kadar varmış. Gerçek İtalyan göçmenler Bronx’ta yaşarmış. Bir İtalyan’ın yalancısıyım, zira bu Arnavutlar bana da gayet İtalyan geldiydi. Fakat genel olarak çok sönük yani, İtalyan bayraklarının asıldığı, Milan Juventus formalarının satıldığı dükkanlar ve pizzacılardan ibaret Little Italy. Heyecan yok, komünite ruhu hissedemiyorsunuz, herkes İtalya üzerinden para kazanmaya bakıyor. Samimi gelmedi yani bana. Otur sıfır.
Sinekten yağ çıkarmak: 9/11 Anıtı
Dünyanın geri kalanı için olmasa da vatansever Amerikalılar için çok büyük bir trajediydi 9/11 saldırısı. Bakalım saldırının yaralarını nasıl sarıyor Amerika. Bir kere eski ticaret merkezinin hemen yanına WTC One diye daha uzun tek bir camekan gökdelen dikmişler. Eski ikiz kulelerin zeminlerinin olduğu yerlere de zeminle aynı boyutta ve aynı yerde iki tane içe su akıtan havuz yapmışlar. Bu anıt havuzların etrafına da saldırıda ölenlerin isimleri yazılmış. Bahçede bir de 9/11 müzesi bulunuyor. Tabi bu anıt kompleksine girmek de parayla. Amerika burası ne olacaktı ya?! Önerilen bağış 15 dolardı yanılmıyorsam ama siz yine birkaç dolara… Tabi anıtı gezerken sağda solda Amerikan bayrakları, ağır bir atmosfer hakim, başlar önde… Anıt parktan çıktığınız zaman karşıma 9/11 lisanslı ürün satış mağazası çıkmasın mı!! İçeri giriyorsunuz, barkovizyondan saldırının olduğu günü anlatan bir belgesel… Alttan verilen gaz ve dramatik bir müzik… Herkes moda girmiş durumda… Sonuç: tüketim!!! Üzerinde 9/11 yazılı anahtarlıklar, Amerikan bayrağı renklerinde 9/11 logolu bereler, çocuklara 9/11 puzzle setleri, küçük polis ve itfaiye arabaları, 9/11 logolu kahve kupaları, tabancalar… Sinekten yağ çıkarmak diye buna derim ben. Bu işin başındaki CEO’yu çok merak ediyorum; karlarını maksimize etmek için beyni yıkanmış insanların duygularını nasıl sömürürüz de bu ıvır zıvır şeyleri onlara kakalarız diye düşünüp taşınıp süper tezgah kurmuşlar. Yani az kalsın görüntülerin ve müziğin etkisinde kalıp ben bile alacaktım bir anahtarlık filan. Şaka tabi, bedava verseler gider çöpe atarım. Ama yani Allah korusun biri soykırım yapsa bunlara, ”bize soykırım yaptılar” diye tişört üretir, dükkan bakkal satıp para kazanmaya bakarlar. Sizin anlayacağınız bir ticarethanedir New York…
Harlem’de kendinizi güvende hissedebilirsiniz…
Doktora birinci sınıfta Çin’den gelen bir arkadaşım vardı. Bu adam siyahilerden korkardı; arkadaş meclisinde siyahilerin yanına oturmaktan imtina ederdi. Siyahi bir Amerikalı ile aynı eve çıkmam filan derdi. Neden diye sorunca da ”Siyahlar tehlikelidir” diye cevaplardı. Ulan ağzımı bozdurma, sen geliyosun Çin’in ücra bir kasabasından; hayatında bir tane bile siyah görmemişsin, hiç siyah arkadaşın olmamış. Neye göre böyle konuşuyorsun?! Tabii ki Amerikan ideolojik pazarlamasına, Holivud filmlerine göre… Efendim, Harlem de böyledir işte. Siyahi mahallesi olarak biliriz, doğrudur. Filmlerde her türlü pislik Harlem’den çıkar vs. Hatta New York’taki arkadaşlarım bile Harlem’e gidelim Apollo’da amatör gecesini seyredelim dediğimde ”Yok ben almayım” tonunda beni reddettiler. Yani empoze edilen önyargılar milletin içine başarıyla işlemiş.
Valla elimi kolumu sallaya sallaya geldim Harlem’e. Millet zannediyor ki yolda bile yürütmezler seni. Hiç alakası yok; hatta aksine… Bir kere şunun iyice anlaşılması lazım: kapitalizm insanları ötekileştirir. Amerika’da beyaz, hristiyan ve Amerikalı olmayanlar ötekidir. Dolayısıyla hafif koyu tenli, müslüman bir Türk olarak aşırı muhafazakar Amerikalılar için potansiyel birer canlı bombayız bizler, hele bir de sakalınız varsa yandınız. Siyahlar, Hispanikler, Araplar, Türkler, hepimiz aynı ”öteki” trenin yolcusuyuz. O yüzden hafif koyu tenli, müslüman bir Türk’ün Amerika’da özellikle korkması gerekenler Harlem’in siyahları değil beyaz Amerikalılardır. Kelle koltukta, her an gümbürtüye gidebilirsiniz; sonuçta bireysel silahlanma çok yüksek. Adam tipini beğenmese çekiyor vuruyor. ”Gözüme şüpheli gözüktü, canlı bomba olabilirdi” diyor ve Florida’daysa salıveriliyor. Florida Amerika’nın en büyük b.k deliğidir, Harlem değil.
Kaldı ki Harlem çok güzel bir muhit. Allah korusun NYC’ta yaşamak icap etseydi Harlem kesinlikle yaşamayı düşünebileceğim muhitlerden olurdu. Tabi Harlem’in de bir kentsel dönüşüme maruz kaldığını da belirtelim. Yani Manhattan şiştikçe, şehrin uzak köşeleri de yavaş yavaş zenginlerce işgal ediliyor. Benzer bir durum zaten Brooklyn için de geçerli. Sistem artık, kaçınılmaz olarak sıkışan ve yavaşlayan sermaye birikimini hızlandırabilmek için David Harvey’nin ”mülksüzleştirerek birikim” dediği yönteme başvuruyor ve bunu da kentsel dönüşüm kisvesi altında vatandaşa kakalıyor. Tabi tokat ilk etapta sistemin ”öteki”lerine atılıyor. New York’ta da durum farklı değil.
Akşamleyin bir Harlem klasiği olan Apollo Theater’da amatör gecesine gidiyorum. Efendim, Apollo Theater’ın amatör gecesi bu yeni model popstar yarışmalarının belki de öncüsü sayılabilir. Daha çok bizde rahmetli Boran Kaya’nın sunduğu ve maalesef Şafak Sezer’i bizlere itelemiş olan İner Misin Çıkar Mısın tadında bir yarışma. Amatör şarkıcı, müzisyen, dansçı, taklitçi veya komedyenler her Çarşamba burada sahneye çıkıp yeteneklerini sergiliyorlar. Gösteri esnasında seyirciler alkış ya da yuhalamalarla rengini belli ediyor. Eğer yuhalamaların dozu artarsa mikrofon kesiliyor ve sahnedeki amatör kişi gidip bir sonraki yetenek geliyor. Herkes izlendikten sonra da alkışmetre ile oylama yapılıyor, en çok alkış alan kazanıyor. İlk kez Apollo’nun amatör gecesinde çıkıp meşhur olan ünlüler saymakla bitmez ama Michael Jackson, Stevie Wonder, Aretha Franklin, James Brown, Ella Fitzgerald ilk akla gelenler. Gecenin şimdiki sunuculuğunu komedyen Capone yapıyor. 10 numara 5 yıldızlık bir eğlence sunuyor Capone ve amatörler. Harlem güzel, tiyatro salonu güzel, eğlence garanti ve biletler ucuz. Kesinlikle ama kesinlikle New York’u ziyaret edenlerin kaçırmaması gereken bir etkinlik Apollo Tiyatrosu Amatör Gecesi. Fazla beğenmediğim New York’ta geçirdiğim güzel vakti burda geçirdim.
New York’un yol üstü lezzet durakları
Bu gösteriyi takiben de çıkıp ”Sylvia’s”a gidip ”soul food” dediklerin mutfakta yemek yiyebilirsiniz. Sylvia’s New York’un en meşhur restoranlarından. Valla soul food nedir bilmiyorum, meşhur diye gittim. Yemekler sıradan, hiçbir özelliği yok. Masa düzeni ve temizlik vasat, servis yavaş. Menünün pahalı olması da cabası. Bu hafta Sylvia teyzeye 10 üzerinden 3 veriyorum.
Yemek olayına girmişken devam edelim. Aslında kısa bir lezzet turu da yaptım. Favorimi açıklıyorum ”Katz’s Deli”. Kelimeler yetmez anlatmaya. Ne zaman gitseniz ana baba günü, deli gibi sıra var. Duyan gelmiş. Ben de birkaç kez gittim. New York’lu arkadaşlarımı da getirdim, onlar da bayıldılar. Akşamcı mekanı ayarında belki bizdeki Bambi, Kızılkayalar modunda denebilir ama şarküteri sandviç ağırlıklı bir yer. Duvarlarda mekana gelen ünlülerin mekan sahibiyle fotoğrafları, klasik. Biraz pahalı; yani bir reuben sandviç, ki mekanın yıldızı, 21 dolar. New York standartlarında çok abartı sayılmaz aslında, bir de sandviç çok büyük iki kişi doyar yani. Ama yani buradan ne kadar yazsam boş, ben hayatımda böyle bir pastrami yemedim arkadaş. Hemen karşısında da Laboratorio del Gelato adında laboratuar konseptli deneysel bir dondurmacı var. Deneyler şunlar: Türk kahveli, earl grey çaylı, kabaklı, avokadolu, Guinness biralı, lavantalı, susamlı, patatesli, kerevizli, hıyarlı, pancarlı, fasulyeli, acılı dondurmalar… Birkaç tane ücretsiz deneyebiliyorsunuz. Avokadolu ve balkabaklı olanlar hoşuma gitti; earl grey çaylı ve Guinness biralı olan hiç güzel değildi. Ben Guinness’in birasını da sevmem ki dondurmasını neden denediysem?! Kulağa ilginç geliyor ama… Bizim gibi mide fesadı geçirmem diyenlerdenseniz şarküterinin üzerine birkaç top garip garip dondurma da atabilirsiniz.
Siz Utah’ın Jazz olduğuna bakmayın hiç, Utah’ta toplasan birkaç yüz tane siyah vardır onlara da okullarda hademelik yaptırıyorlar, caz değil. Zaten NBA’de Jazz ilk önce New Orleans Jazz olarak 70’lerde kurulmuştur, tutmayınca Utah’a taşınmış. Ama pekala New York Jazz da olabilirmiş zira NYC’in caz camiası meşhurdur; büyüklüğünden ve piyasasından ötürü New Orleans’ı bile geride bırakmıştır. Arda ve Miguel’i önce Katz’e sonra da dondurma laboratuarına götürdükten sonra onlar da beni New York’un hip caz barlarından Smalls‘a götürüyorlar. İsmiyle müsemma bir mekan olan bu bar West Village’da ufacık tefecik fakat içi dolu fıçıcık bir bodrum katı. Millet alt alta üst üste… Valla çıkan grupları bilmiyorum, zaten önemli de değil sonuçta lambır lumbur caz çalıyorlar. Evet tamam filarmonik biri olmadığım gibi bir caz sever de değilim ama tecrübe hoşuma gitti.
Havana’dan Bronx’a uzanan bir dram…
Küba’daki seyahatimizin Havana ayağında beraber takıldığımız Dennis bize kuzeni Adiney’in New York’ta yaşadığını, mafyatik işlerle uğraştığını, eğer Amerika’nın herhangi bir yerinde başımıza bir şey gelirse onu arayabileceğimizi söyleyerek bir telefon numarası vermişti. Başımıza bir şey gelmedi ama New York’a gelmişken yoldaşımız Dennis’in kuzenine de bir uğrayayım dedim. Adiney’in Bronx’ta yaşaması vesilesiyle Grand Central Station’dan bindiğim trenle Yonkers’a gidiyorum. Bu arada atladım ama bu Cary Grant’li, Ingrid Begman’lı siyah beyaz Amerikan filmlerinin klasik buluşma yeri olan Grand Central Station hakikatten çok güzel bir tren istasyonu. Yani sadece dışardan görüp fotoğraf çekmeyin, içini ve alt kattaki platformlarını da gezin. Sarıgül Haydarpaşa’yı müze yapacaktı, halk tercihini yaptı, artık Topbaş rezidans mı yapar AVM mi yapar bilmem…
Herneyse. Dennis, kuzeni Adiney’in Amerika’da çok rahat olduğunu, mafyatik ortamlarda büyük paralarla oynadığını, bir gün Dennis’i de yanına alacağını anlatmıştı. Ben de Adiney’in telefonda bana verdiği adresteki restorana geliyorum, garsona mekanın sahibi Adiney’i aradığımı söylüyorum ki garson Adiney çıkmasın mı!! Ben fazla bozuntuya vermeden sarılıyoruz birbirimize. Kübalılar müthiş sıcak kanlı ve arkadaş canlısıdır Amerikalıların aksine. Hemen başlıyoruz anlatmaya (aynı zamanda da konuşkandırlar). Dennis’in durumunun iyi olduğunu, Obispo Caddesi’nin ondan sorulduğunu, bize her konuda yardımcı olduğunu, her işimizi hallettiğini vs. anlatıyorum. Epey para topladığını ve yakında Amerika’ya onun yanına gelmek istediğini de söylüyorum. Adiney de 8 sene önce Amerika’ya kaçtığını önce Güney Kaliforniya’ya, oradan da NYC’ye geldiğini genelde restoranlarda garson ya da aşçı olarak çalıştığını söylüyor. İçimden de düşünüyorum hani mafyaydı, milyonlarla oynuyordu herif diye. Mekanı kapatıp evine gidiyoruz. Üç tane çalışma izinsiz kaçak Meksikalı ile aynı evi paylaşıyor. Bunu da bulamayan var, Allah da beterinden versin ama şartlar rezalet. Anlıyorum ki Adiney Amerika’ya kaçtıktan sonra Küba’daki ailesini ve yakınlarını ”o biçim zenginim, süper ortamlardayım” ayağına yiyor. Garibim Dennis de sanıyor ki para biriktirip New York’a geldiğinde mafyatik ortamlarda kral olacak. Adiney’in Havana’nın güzel bir mahallesinde güzel bir evi varmış, hala da duruyor. Küba’da iş garantin var, ev garantin var, eğitim bedava, sağlık bedava, insanlar rahat ne diye gelirsin afedersin götü b.klu Amerika’da zenginlere garsonluk yapıp bekar odalarında yaşamaya. Yazık. Küba’da bir sürü genç bu pazarlanan Amerikan rüyasının peşinden koşuyor işte. Ama aslında bir kabustur New York…
Evden çıkıp yoldan normal görünümlü bir araba çeviriyor Adiney. Bronx’un bu civarlarında İspanyolca nerdeyse birinci dil ve Adiney şoförle İspanyolca pazarlık yapıyor. Valla hevaller, 2014’ün Bronx’unda kaçak Meksikalılar korsan taksi işletiyorlar!! Helal olsun, en azından yollarını bulmuşlar. Sistem sizi eziyor ve içerden çıkış yollarını daraltıyorsa siz de sistem dışı yöntemlere başvurursunuz. Düzen adil değilse halk kendi adaletini kendi yaratmaya çalışır. Korsan taksiyle Tex-Mex isimli bir mahalle barına gidiyoruz (dive bar) gece eğlencesine. Barmenlerden müşterilere kadar herkes hispanik. Millet kopmuş gitmiş, yorgun feri sönmüş gözlerle son dolarlarını da içkiye veriyorlar, unutmak ve kendilerini uyuşturmak için. İşte New York’un gerçek yüzü. Bir dramdır New York…
Bu ne pislik, bu ne koku!!!
Söyleyenini unuttum ve internette de bulamadım ama ünlü bir New Yorker demiş ki ”New York’un ne kadar pis bir yer olduğunu New York’tan çıktığınız zaman fark edersiniz”. Galbraith’in ”The Affluent Society” kitabında anlattığı gibi kapitalizm gereğinden fazla elektrikli süpürge üretmekte çok başarılı ancak sokakları temizlemekte de bir o kadar başarısızdır. New York çok pis bir yer. Sokaklar yerler çer çöp içinde, temizleyen yok… Belediye çalışmıyor… Çalışıyor da yani çöpler görece çok uzun aralıklarla toplanıyor. Sokakları iyice b.k götürmesin diye çöp kutunuzu sokağa koyamıyorsunuz. Çöplükleri apartmanın varsa bahçesinde yoksa da içinde tutmanız gerekiyor; her halükarda ya bahçeniz ya da apartmanınız çöp kokuyor. Sokak temizliği yapılıyordur elbet de belli ki çok üstün körü çünkü her yer paket, poşet, kağıt, pislik vs.. Hele o metrolar amanın!! Leş gibi sidik kokuyor afedersiniz var ya milletin burnunun direği kırılıyor. 2014’ün New York’unda, dünyanın en zengin ülkesindeki şu pisliğe şu rezalete bakın. Bir sidik kokusudur New York…
Bir de bize hep anlatılırdı New York’un süper metro sistemi filan diye fakat metro ulaşımı da o biçim patates yani. Bir kere hatların çoğu Manhattan adasını kuzey-güney doğrultusunda dikine kesiyor. Adayı doğu-batı doğrultusunda paralel olarak kesen çok az hat var ve birbirlerinden çok uzaklar. Yani atıyorum Wall Street’ten Metropolitan’a gidecekseniz tamam ama mesela diyelim Lexington ve 23. cadde kesişiminden Chelsea’deki 8. Bulvar’a gidecekseniz geçmiş olsun. Böyle bir ton muhit var. Yani bir sürü cadde yürüyüp metroya binip sonra aktarma yapıp sonra tekrar yürümek, ya da dandik otobüs servisiyle trafiğe girmek yerine tabanvaya binmek en doğru seçim oluyor. Zaten New York’ta insanlar toplu ve özel taşımadan ümidi kesmiş olacaklar ki hep yürüyorlar. 21. yüzyılın New York’unda alabildiğine tabana kuvvet yani, hey yavrum…
Yani Küba dersiniz ama sokaklarda tek bir tane çöp görmedik biz 1 ay boyunca. Tabi bir yandan belediyeler gerçekten çok iyi çalışıyor ve temizlik hizmeti verimli öte yandan da sistem işin başında daha çöp üretmiyor. Küba’da üretim ve tüketimde açığa görece daha az çöp çıkıyor. Mesela Küba’da manavdan bir sürü meyve sebze alıp poşet istediğinizde kadın ”yok” diyor; biz de mecbur elimizde taşıyoruz ya da Kübalılar evden kendi çantalarıyla alışveriş yapıyorlar. Diğer ürünler de öyle, ambalaj kullanımı çok az; misal pizza alıyorsunuz koca bir kutu yerine altında elinizi de silebileceğiniz bir kağıtla veriliyor size. Şimdi buna ”yokluk işte yeterince poşet/ambalaj bile üretmiyorlar” açısından bakabilir kapitalizm sevdalıları ama tablo ortada yani çer çöp üretip çevreyi kirletiyorsun, üstüne üstlük bir de bu ürettiğin pisliği temizleyemiyorsun. Gerçi temizlesen nereye temizleyeceksin, üretilmiş çöpü bir yerden alıp başka bir yere koyacaksın, ortadan kaldırmıyorsun.
Neyse efendim, çeyrek asır kısmen kozmopolit bir metropol olan İstanbul’da doğdum büyüdüm. Büyükşehir hayatı kulağa uzaktan hoş gelir. Turistsen eyvallah, hani birkaç yıl da geçirilebilir belki ama bir noktadan sonra cefası sefasını geçmeye başlıyor. New York’ta bu durumun böyle olduğunu görmek için teleskoba gerek yok. Hayatta tek tüfek takılıyorsanız o zaman büyük şehirler cazip olabilir; yapacak çok şey bulursunuz, sıkılmazsınız tek başınıza. Ama sosyal bir arkadaş ortamı olan, ailesi olan biriyseniz kozmopolit metropoller ömrünüzden ömür çalar. Bir süre sonra alışınca bu sefer kaçmak isteseniz de kaçamayabiliyorsunuz. Hayatınızdan memnun değilsinizdir, gitmek istersiniz gidemezsiniz. Her şeyi yüzüstü bırakmayı göze alamazsınız. İş, güç, sorumluluk, çoluk çocuk, aile, güvende olma duygusu… En kötüsü alışkanlık… Alışkanlığın verdiği rahatlık monotonluğun doğurduğu bıkkınlığı yener, kalırsınız… Yeter bu kadar Can Yücel.
Efendim, New York City’de beni ağırlayan ve benimle o müze senin bu bar benim sürten tüm arkadaşlarıma teşekkürü bir borç bilirim. Bir sonraki macerada Chiapas’ta Zapatista gerillalarıyla görüşerek devrim, mücadele ve direniş sürecinin ne aşamaya geldiğini aktarmaya çalışacağım. Zira bir devrimdir Meksika…
anil.aba@economics.utah.edu
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.