1 Haziran 2013 Türkiye tarihinde bir dönüm noktası. Bundan sonra hiçbir şey eskisi gibi olmayacak. Ve bu durum bundan sonraki siyasi bilimsel değerlendirmelerde uzun uzun ele alınacaktır. En sondan başlayalım. Gezi Parkı’ndan başlayan ve bir orman yangını gibi dalga dalga ülkeyi bir uçtan bir uca sardı. Şimdi artık başka bir momentumdayız ve tüm parametreler değişti. […]
1 Haziran 2013 Türkiye tarihinde bir dönüm noktası. Bundan sonra hiçbir şey eskisi gibi olmayacak. Ve bu durum bundan sonraki siyasi bilimsel değerlendirmelerde uzun uzun ele alınacaktır.
En sondan başlayalım.
Gezi Parkı’ndan başlayan ve bir orman yangını gibi dalga dalga ülkeyi bir uçtan bir uca sardı. Şimdi artık başka bir momentumdayız ve tüm parametreler değişti.
İktidar yenilginin şokuyla ne dediğini bilmez haldeyken meşru hak arama biçimimin “dört yılda bir sandıkta atılan oy olduğu” türünden muhteşem zırvalar yumurtlamaya başladı.
Öte yandan koro halinde ve artık iyice ustalaştıkları iktidar refleksiyle bu isyanı ucu dışarıda provakasyon ve Ergenekoncu darbe edebiyatıyla karalamaya çalışıyorlar.
İktidar bloku, -özellikle cemaat tayfası, olayların kopma noktasına gelmesinden Tayyip Erdoğan’ın üslubunu üstü örtük olarak da sorumlu tutsalar da- yükselen dalganın büyüklüğü karşısında iktidarlarını yitirme korkusuyla ittifaklarını sağlam tutmaya çalışıyor. Daha bir kaç gün önce Arşimidis Cinayeti’nde iktidarın sorumluluğunu anıştıran Mehmet Şevki Eygi’den İktidarın stratejistleri Sedat Laçiner’e, İbrahim Karagül’e oradan Ali Bayramoğlu’na hep bir ağızdan, İran, Suriye’den, Avrupa ve ABD’ye dış mihrakların oyunundan, darbecilerin komplosuna standart argümanlar setini kullanarak hem bu isyanın meşruiyetini gölgelemeye ama daha çok kendi iktidar bloklarının toplumsal tabanını tahkim etmek için canhıraş bir çaba harcıyorlar. ‘Evde zorla zaptedilen yüzde elli’ bir yandan bir tehdit kozu gibi elde tutulurken daha çok bir temenniyi dile getiriyor. Bu yüzde ellinin, camide içki içildi türünden bilindik hassasiyetleri kaşınarak iktidarın bu saldırgan, şovenist, rantçı politikalarını desteklemeye, iktidarın arkasında durmaya devam etmesini sağlamaya çalışıyorlar.
Bunu için kullandıkları en temel söylem, inançları yüzünden mağdur edilen Müslümanlar ve onların siyasi temsilcisi olarak AKP. Bu nedenle de 28 Şubat’ı dillerinden düşürmüyorlar. Tayyip Erdoğan kendisi iktidar değilmiş gibi “Azınlığın çoğunluk üzerindeki diktatörlüğüne karşıyız” diyerek mağdur edebiyatına devam ediyor. Daha önemlisi konuşmaya ortadan (yani kendi işlerine gelen herhangi bir noktadan) başlayarak kendileri hiç bir şeyin aktörü değilmiş, orada öyle masum masum dururken birileri kendilerine saldırıyormuş gibi yapmak için şu soruyor “Biz ne yapmadık da böyle davranıyorlar?” Ancak bu noktada bile şark kurnazlığından medet umuyor Tayyip Erdoğan; Günlük dilde bu soru istisnasız olarak şöyle sorulur: Biz ne yaptık da böyle davranıyorlar? Bu sorunun yanıtını bilmediği için değil elbette. Bu iki soruya verilecek yanıtlar birbirinden çok ayrı kulvarlara yöneleceğinden ve bu tilki kurnazlığıyla aslında kendini halkına adamış, canla başla onların isteklerini yerine getirmeye çalışan mağdur bir başbakan olarak şikayet ediyor.
Ve elbette bu mağduriyet hissini kamu mallarının zarar görmesi olgusu üzerinden kamusal bir mağduriyet ( halkın hizmetindeki araçların tahrip edildiği vurgusu üzerinden -ki bu da doğru değil, tahrip olan araçların hemen hepsi polisin kamuyu baskı altında tutmak için kullandığı araçlar) ile özdeşleştirmeye çalışıyorlar. Böylece halkın önemli hassasiyetlerinden birisi milli servetin heba edilmesi söylemiyle kaşınırken buna neden olmakla suçlanan eylemcilerin ötekileştirilmesi de yine kendi siyasi desteğini tahkim etme amacı taşıyor.
Bu nokta itibariyle ilk vurgulanması gereken şey tüm bu tahribatın tek bir sorumlusu vardır: Recep ‘Tahrip’ Erdoğan ve onun baskıcı politikaları. Bu gerçek öylesine gizlenemez hale gelmiştir ki bizzat AKP’nin aktif unsurları bile böyle düşünmekteler.
http://bulent-peker.tumblr.com/
Bu sürecin nasıl geliştiğini gün gün ve fotoğraflarıyla anlatan bu yazı sürecin eksiksiz bir resmini sağlıyor bize.
Bu noktada durumun tüm sorumluluğunun kimde olduğu açıkça teşhir edilmesi önemli.
Evet bu eylemler sırasında büyük zararlar oluşmuştur ve bunun bütün sorumluluğu Recep ‘Tahrip’ Erdoğan’dır. Çünkü daha 5 gün önce bizim tek yaptığımız bir kaç çadır kurmak ve barışçı bir eylemle direnmekti. Polis sabah baskınıyla çadırları ateşe verdi ve barışçıl eylemi sabote etti. Bu ahlaksızca saldırıya da kitlenin tepkisi son derece barışçı bir tepkiyle ifade edildi. Çadırlar yeniden kuruldu ve sahnelerden şarkılar ve sloganlarla tepki verildi.
Ama Recep ‘Tahrip’ Erdoğan kararlıydı, biz istediğimizi yapacağız ve bir kez daha saldırdılar. Çadırlar yeniden söküldü. Bu aşamadan sonra bile insanlar panzerlerin karşısına sadece umutları, öfkeleri, mücadele kararlılıkları ve çıplak elleriyle dikildiler. Gaz bombalarına ve acımasız şiddete karşı siper ettikleri sadece bedenleriydi.
Bir elin parmakları kadarken binler, onbinler ve en sonunda milyonlarca insan kendilerini yok sayarak ben yaptım oldu, ben yaparım olur diyen zihniyete isyan etti. Tek yaptıkları kendilerine yasaklanan meydanlarına, parklarına girmeye çalışmak özgürce istediği yere gidebilmek, kentine ve en temel insan haklarına sahip çıkmaktı. Bu nedenle tüm bunları şiddetle bastırmaya çalışan ve çatışma dışında -ha bir de dört yıl sonra kullanabileceğiniz bir oy vardı pardon- bütün yolları, etkileşim kanallarını tıkayarak şehri tahrip eden Recep ‘Tahrip’ Erdoğan’dır.
Kendi yandaşlarını, bakanlarını, bürokratlarını bile hiçe sayarak kibirle ülkenin tahrip olmasına neden olduğu için oluşan bütün zararın tazmini için yargılanmalı ve zararı tazmin etmelidir.
Ancak Recep ‘Tahrip’ Erdoğan’ın ülkemize verdiği en büyük zarar bu değildir. 10 yıllık iktidar süresi boyunca Telekom’dan Tekel’e tabiri caizse herbiri darphane gibi kazanan kamu varlıklarının sermayeye peşkeş çekilmesinden, dereleri bir bir boğan HES’lere, 3. köprü için yok edilecek ormanlara, sulak alanlara, şehirleri sadece rant mantığıyla işgal eden inşaat hamlelerine, sağlığın özelleştirilip önümüzdeki 50 yıl boyunca ipotek altına alınmasına kadar saymakla bitmeyecek bir tahribatın sorumlusudur. İktidar hırsıyla bulaştığı savaş kışkırtıcılığının doğal sonucu olarak yaşanan Reyhanlı katliamı, kendi halkını savaş uçaklarıyla katledildiği Roboski katliamı, taşeronlaştırma ve iş cinayetleri nedeniyle yitirdiğimiz on bin can gibi insanı tahribat ise ne telafisi ne de tesellisi olmayan acı kayıplarımızın yegane sorumlusu da Recep ‘Tahrip’ Erdoğan ve onun kanlı azgın iktidarıdır.
Zaten bu gün hiç kimsenin öngöremediği bu kızgınlığın öfkenin, isyanın nedeni de bu tahribattır.
İşte bu gerçekliğin farkında olan iktidar bloğu ve onun baş stratejistlerinden Yalçın Akdoğan hemen öne atılarak “Recep Tayyip Erdoğan’ı yedirmeyiz.” dedi ve iktidar ortaklarını hizaya soktu. Akdoğan’ın asıl söylediği ise şu anlama geliyordu; Recep Tayyip Erdoğan’ı(n liderliği sayesinde elde ettiğimiz rantı kimseye) yedirmeyiz. Elbette bunun için Recep Tayyip Erdoğan arkasında safları sıklaştırmak gerektiğini ima ederek iktidardan nasiplenenlerin her birinin kaybedeceği şeyleri hatırlattı. Böylece biraz mırın kırın ettilerse de iktidar taifesi tek çıkış yolu olarak Tayyip Erdoğan’ın ardındaki pozisyonlarını korumaya devam edeceklerdir.
O nedenle bu ideolojik çarpıtmayı, yani Recep ‘Tahrip’ Erdoğan ve onun gerici, rantçı faşist iktidarının maskesinin bu denli düştüğü bu momentumun olanaklarını iyi kullanmak gerekli Haziran İsyanı ile ortaya çıkan eylemliliğin, yaratıcı kapasitenin, direniş ve mizahın çeşitlendirilerek yaygınlaştırılması önümüzdeki en önemli görev. Çünkü tarih defalarca göstermiştir ki kitleler en iyi kendi eylemlerinden öğrenir. Yaparken öğrenir. İsyan alanındaki en kör gözün bile farkettiği bir şaşkınlık var, farklı kimliklerin taşıyıcısı olarak, futbol taraftarı, öğrenci, çalışan, işsiz, kadın, erkek, LBGT, Kürt, Türk, Laz, Çerkez vb olarak diğerleriyle sadece ölümcül bir rekabet dışında bir dil bir yol, bir yöntem bilmeyenlerin yardımlaşmayı, dayanışmayı, iyiyi ve kötüyü paylaşmayı, birbirinin sırtını kollamayı kendileri bile inanamayarak başardığı tüm bu insani dayanışma biçimlerinin çok güçlü bir biçimde kendi içlerinde olduğunu öğrendiler.
Herkesi şaşkınlığa uğratan bu isyan, “bu memlekette hiç bir şey değişmez”, “şimdi eyleme gitsek hiç kimse gelmez gidip orada tek başına kalırsın”, “bu millet koyun abicim asla isyan etmez” söylemlerine rağmen patladı.
İşin doğrusunu isterseniz daha önce hiç kimse hatta bu eylemin aktörleri bile bu sözlerin doğru olup olmadığını bilmiyorlardı. Evet çok küçük bir kesim buna inanıyor ve her şeye inat yılmadan, bıkmadan, usanmadan inandıkları şeyler uğruna eyleme geçtiler. Bize insanlığımızı unutturmaya çalışan, her birimize kendi kozasında yaşayan tüketiciler olmaktan başka hiç bir şans tanımayan bu baskıya, dayatmaya, manipülasyona, gerici ve yobaz bir hayat tarzına istemeye istemeye boyun eğmeye karşı direndiler.
Şimdi küçücük bir farkımız var; Artık biliyoruz. Hem de hepimiz.
mahir.donmezer@gmail.com
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.