Kürtler ve devlet ya da birey ve otorite arasındaki uzun soluklu müsademe, bugünlerde yerini fikirsel mücadeleye (çözüm süreci) bırakırken camiralla (perde arkasına gizlenenler) da netlik kazanmaktadır. Bir taraftan kendi geleceğini belirleme uğraşında olanlar (özneleşme), diğer taraftan mezbur geleceği metalaştırmaya (petrol ve gaz tacirliği) çalışanlar. Bir de iki taraftan da rahatsız olup egemen-ulus fantezileri yapanlar. Özellikle üçüncü […]
Kürtler ve devlet ya da birey ve otorite arasındaki uzun soluklu müsademe, bugünlerde yerini fikirsel mücadeleye (çözüm süreci) bırakırken camiralla (perde arkasına gizlenenler) da netlik kazanmaktadır. Bir taraftan kendi geleceğini belirleme uğraşında olanlar (özneleşme), diğer taraftan mezbur geleceği metalaştırmaya (petrol ve gaz tacirliği) çalışanlar. Bir de iki taraftan da rahatsız olup egemen-ulus fantezileri yapanlar. Özellikle üçüncü cenaha mensup bay “münevverler”, bizi aydınlatıyor, ufkumuzu genişletiyorlar. Onların engin bilgilerinden ve paha biçilmez mütalaalarından bahsetmeden geçmek olmaz. Sık sık Rusya üzerinden bir kıyaslama yaptıkları için biz de Rusya’dan bir kısa anekdotla konuya girelim. Sovyet devrimi ve kadın özgürlüğü konusunda öncü eylemcilerden biri olan Aleksandra Kollontay, 1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı’ndan sonra babasıyla birlikte Bulgaristan’a gider. Babası General Mihail Domontoviç, Tırnova bölgesine vali olarak atanır. Tabii Slavcı mutlak monarşinin anti-Türkçü kültürüyle büyütülen Kollontay, 2 yıl kaldığı Tırnova’da küçük yaşlarda babasının sekreteri Bulgar kökenli Sloveyko ile başından geçen bir konuşmayı şöyle anlatır:
-Bir Türk bizim Oslik’e(Kollontay’ın atı) bakabilir mi?
Sloveyko: Tabii ki bakabilir, o dürüsttür.
-Fakat o Türk.
Sloveyko: Fakir Türk köylüsü de tıpkı Bulgar gibi Türk baskısından zarar görüyor. Zenginler, Bulgar ve Türk olsun fakir insanları aynı şekilde eziyorlar.
-Bundan çıkardığım ilk sonuç şuydu: ‘Bütün Türkler kötü değil’. Daha sonra Türk ile arkadaş oldum. Küçücük çocuklarıyla oyun oynadım. Dillerinde bazı komik kelimeler öğrendim. Sonra onları tamamıyla anladım. Böylece benim için ulusal sorun ve sınıf savaşı kavramları açıklığa kavuşmaya başlamıştı.”
Sınıf savaşında yukarıda sözü geçen Türkçü hegemonyaya mevkuf olan ve Kürt halkının özgürleşme-özgürleştirme hareketinden rahatsız olan statükocu-aydın güruh, son günlerde üç maddelik bir bildiriye imza atarak geleneksel etnik üstünlüğünün kırmızıçizgilerini bir kez daha belirledi. Zira onların yegâne eğlencesi, Kürt halkını tahkir etmek. Bildirinin maddelerini biraz irdeleyelim. Birinci madde şöyle:
Türkiye Cumhuriyeti Devletinin kurucusu ve sahibi olan Türk milletinin adı, vatandaşlık tarifinden ve anayasadan çıkarılamaz.”
Lordlar! Eğer “Türk milleti” adının anayasadan çıkarılmasını dert ediniyorsanız demek ki üstün kimlik paranoyası yaşıyorsunuz. Eğer “Türk milleti” kavramı sizin deyiminizle Türkiye’deki tüm etnik kimlikleri ihtiva ediyorsa, bu adın anayasada yer alıp almayacağına yine o etnik kimlikler karar verebilir. Siz karar verirseniz bunun adı zorbalık olur. Kaldı ki diğer kimliklerin gönüllü olarak Kurtuluş Savaşı(Burjuvazinin ‘halkın gücünü kullanarak’ kendi araçlarını kurtarma-koruma savaşı) sonrası “Türk milleti” adı altında bir cumhuriyette yaşamaya onay verdikleri bir muamma. Bilhassa Kürtlerin kamusal alanda eşit olmak istediği bir dönemde bir kırlangıç gibi “devletin sahibi Türk milletidir” diye kulak tırmalamak yağmacılıktır ve devletin aygıtlarını bir ırkın hizmetinde tutma ülküsünü üstü kapalı dışa vurmaktır. Ekalliyetten korkan bir cibilliyetiniz var. Şunu unutmayın siz, Türk halkı adına konuşmuyorsunuz aksine Türkçülük adına konuşuyorsunuz.
Ulema-i Rum’un altına imza attığı bildirinin ikinci maddesi ise şöyle:
Devletimizin eşit ve şerefli üyeleri olan aziz vatandaşlarımız, ırklara ve mezheplere ayrıştırılamaz”.
Devletin sahibi Türk milletidir diyerek zaten ırk üstünlüğü yaratan ve bahsettiğiniz çok şerefli üyeleri tabakalara ayıran sizsiniz. Aslında maruf realite karşısında ırksal-duygusal bir travma geçiriyorsunuz. Bahsettiğiniz eşitlik, devleti elinde tutan üstün kimliğe mensup olanların eşitliğidir. Sahip olduğunuz bu paradoksal ruh bozukluğu, aklıma şu İngiliz atasözünü hatırlatıyor: “Gerçekler inatçıdır, bir gün kendilerini kabul ettirirler.”
Müstemleke siyasetinin teorisyenleri, üçüncü olarak şu maddeyi imzalamışlar:
“Anadolu coğrafyasında Selçuklu ile başlayıp Osmanlı ile devam eden Türk milletinin kesintisiz egemenliğini esas alan büyük Atatürk’ün kurduğu milli devlet yapısı ortadan kaldırılamaz.”
Kişi kültü mü dersiniz, efsanevi-kutsayıcı tarih şevki mi dersiniz. Her türlü tapınca ve mistik düşler var bu tümcelerde. Anlaşılan o ki Türk milletinin (Aslında Türkçü mekanizmanın) kesintisiz egemenliği, Kürt halkının değillenmesine dayanmaktadır. Bu süreçte ‘kesintisiz egemenlik’ hezeyanının dillere pelesenk olması bile buna bir işarettir.
Söz konusu Türklük bildirisine imza atan “aydınlarımızdan” biri tarih profesörü İlber Ortaylı’ydı. Uzun süredir takip ettiğim ve özellikle Rusya tarihi alanında okuduğum Profesör Ortaylı, kendisiyle yapılan bir söyleşide ”Kendini Kürt olarak ifade eden o zaman ne diyecek? Ben Türkiyeli Kürdüm mü desin?” sorusu üzerine şunları ifade etmektedir:
‘Türkiye’de yaşayıp ‘ben Türk değil Kürt’üm’ diyebilir, ne var bunda. Şimdi o Kürt oldu diye ben mi Türklük’ten çıkacağım.”
Hoca tıpkı 1917 Şubat Devrimi sonrası tarihçi P.N. Milyukov’un içine düştüğü fikri tefessühün bir benzerini yaşamakta. Milyukov, nasıl ki Büyük Rusçuluk (Velikorus) düşleri içinde “bilimsel tarihçiliği” ayaklar altına aldıysa Ortaylı ve hatta Halil İnalcık da aynı akıl bunalımını geçirmektedirler. Zira Türklük, onlar için bir mitos haline gelmiş. Totemleştirmişler. Onlara göre Kürt kimliği tanınırsa, Türklük saygınlık kaybeder. Niyetleri gayet açık, eşit olmak istemiyorlar. Milyukovşikler gibi büyük, ulu, üstün ve mütehakkim olmak istiyorlar. Bu yaptıkları tam bir etnik şekavettir. Efendiler, tüm dünyayı araştırdılar, her türlü dilde arşiv belgeleriyle inceleme yaptılar. Fakat Kürtlerin tarihine gelince ketumlaştılar.
Ortaylı, söyleşinin devamında “Türkiyeli” sözcüğünü kullanmanın gülünç olduğunu söylemekte ve Kürtlerin hak mücadelesini kastederek şunları dile getirmektedir:
Hiç Ruslarla didişen bir Azerbaycanlı ya da Kazanlı bir Tatar gördünüz mü o coğrafyada? Kendi milliyetini inşa etmek için başkasına saldıran var mı?”
“Azerbaycanlı” sözcüğünü kullanmak mümkün de “Türkiyeli” sözcüğünü kullanmak neden gülünç geliyor? Efendim, yabancı dilde çevirisi yapılamazmış. Onu ecnebi dilbilimciler çözerler. Mesela Rusça’da, Rusyalı için “Rossiyan” denilebiliyorsa Türkiyeli için de “Tursiyan” denilebilir. Bir de şu didişme konusuna bakalım. 1970’ten 1990’a kadar Azeri milliyetçi Ebulfez Elçibey’in bağımsızlığa geçmek için Sovyet yönetimiyle ne tür bir didişme ve çatışma yaşadığı herkesçe bilinmektedir. Kazanlı Tatar neden didişsin ki? Zaten Tataristan adında bir hukuksal-bölgesel statü elde etmiş. Anadilinde eğitim görüyor, anadilini kamusal alanda kullanabiliyor. Buna mukabil Kürtler, özerklikten bahsedince dahi tahammül edilmiyor.
Velhasıl saygıdeğer erbab-ı taharrir, ırkçılığımıza ve dayatmalarımıza itaat etmeye devam edin diyor. “Türk halkı ve diğer kimlikler, özgürlükleri eşit oranda paylaşmalıdır” demek onlar için yenilgidir. Onların ruh halini ve eğlencesini Tevfik Fikret’in şu dizelerinde görmek mümkün:
Din şehit ister, gökyüzü kurban. Her yanda durmadan kan akacak, durmadan her yanda kan!”.
İsmet Konak
İstanbul Üniversitesi-Doktora
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.