Yani bir kez daha karşımıza Karl Marx çıkıyor ve meselenin özeti, ‘Emek-sermaye çelişkisi’nde düğümleniyordu. Malum, ana eksenimiz halihazırda ‘barış süreci’. Bu mesele halledilirse eğer aslında daha zorlu ‘level’lar bekliyor bizi. Mesela ‘Alevi meselesi’ ya da ‘Ermeni sorunu’… Yüzleşmek ve hesaplaşmanın daha zor olduğu bu sularda bugüne kadar doğru dürüst yüzebilen çıkmadı. Neyse, o klasik refleksimize […]
Yani bir kez daha karşımıza Karl Marx çıkıyor ve meselenin özeti, ‘Emek-sermaye çelişkisi’nde düğümleniyordu.
Malum, ana eksenimiz halihazırda ‘barış süreci’. Bu mesele halledilirse eğer aslında daha zorlu ‘level’lar bekliyor bizi. Mesela ‘Alevi meselesi’ ya da ‘Ermeni sorunu’… Yüzleşmek ve hesaplaşmanın daha zor olduğu bu sularda bugüne kadar doğru dürüst yüzebilen çıkmadı. Neyse, o klasik refleksimize sığınalım şimdilik: “Zamanı gelince düşünürüz.” Ama zamanı gelip geçen ve bambaşka menfaatlerin yüzdüğü önemli bir ‘havuz problemimiz’ daha var uzunca bir süredir: Emek Sineması.
Bu konuda bilindiği gibi çok yazıldı-çizildi ama “O tren kaçtı” diyenler çıktı, meselenin muhaliflerine “Size ne, babanızın malı mı? Elin oğlu vermiş parasını yapıyor” diye ‘ayar vermeye’ çalışanlar, yeni ‘ucube’ projenin önerisi olan ‘Dördüncü kata taşınma’yı savunanlar ve “Ne var yani, sinemaysa sinema, Emek’se Emek” gibi bir yaklaşıma ‘sıcak bakanlar’ da oldu. Ama en kötüsü galiba klasik devlet refleksiydi; her sesini çıkarana karşı üretilen “Bu işin ardında örgüt var” mantığını sahaya sürdü ve ‘Biat ordusu’na katılmayanları provokatör ilan ederek işin kolayına kaçmayı yeğledi.
Neyse, ben dün sona eren festival boyunca gündemde olan ‘Emek yürüyüşleri’nden yola çıkarak kısa bir özete girişmek istiyorum. Öncelikle bu yapı öyle ‘özel sektör’ün elinde olan ve kafasına göre yeniden yorumlayacağı bir yapı değil. Emekli Sandığı’na bağlı Cercle d’Orient’, 1993’te 25 yıllığına Kamer İnşaat’a kiralandı. Bu süreçte ‘yeni kiracı’, hakkıdır, daha fazla kâr mantığıyla yeni arayışlara girdi. Ne var ki yapının önceki hamlesi ‘Kamu yararı ve koruma ilkeleri’ne uygun olmadığı için İstanbul 2. İdare Mahkemesi tarafından 1999’da iptal edildi. Lakin 2002’den sonra giderek ‘ustalık dönemi’ne hızla koşan bir iktidar geldi ve mesela 2006’da çıkardığı ‘Yenileme Kanunu’yla kimi rötuşların kapısını araladı. Yeni oluşumda ‘koruma kurulları’nda bilim insanlarının ve uzmanların azalması ve özellikle belediye temsilcilerinin çoğalması, dengeleri yeterince değiştirmişti ve bu tür kararlar artık kolay çıkabilir oldu. Yani söz konusu ‘gelişme, eskiyi anında tarihe gönderme, kendi estetiğini ve fikrini dayatmaysa, gerisi teferruattı. Bu sırada Kamer İnşaat da el değiştirdi, yeni sahip gelinen nokta itibariyle tüm vicdanlı insanların, sanatseverlerin, sinema zevkini ve ruhunu Emek’te almasa da geliştirenlerin karşı olduğu projeyle oyuna devam etti. Aslında hesap basitti, yapı adası içinde Emek Sineması var olan haliyle korunabilirdi ama bu, yatırımı yapanlar için kârlı bir iş olmazdı. Yani bir kez daha karşımıza Karl Marx çıkıyor ve meselenin özeti, ‘Emek-sermaye çelişkisi’nde düğümleniyordu.
Dolayısıyla iktidarın “Bu işin ardında örgüt var” ya da Beyoğlu Belediye Başkanı’nın dünkü Sabah’taki söyleşisinde vurguladığı gibi “İstemezük korosu var” sızlanmalarının hiçbir gerçekliği yok; “Bu sistem acımasız bir kapitalizm, gün gelir sinema salonu, gün gelir şehrin meydanı, gün gelir koca bir orman, gün gelir güzel bir park kullanıcıları, sahipleri ya da gerçek muhataplarının fikrine bile başvurulmadan ‘rantsal dönüşüm’e uğrayabilirler.” Mesele budur…
Gelelim şu ‘dördüncü kat’a sadece tavan süslemeleriyle taşınacak ‘Olası Emek Sineması’na. Sanki biz ‘Kitsch’ bir mimariyle yapılan Kremlin ya da Topkapı Sarayı gibi yerler istiyoruz, beyefendiler de “Kesin sesinizi, aynısından yapıyoruz ya işte” diyor. ‘Sahte Emek’e gelene kadar yeni dönemin ürünü sinemaların son derece iyi tasarlanmış sahici örnekleri Kalyon’da, City’s’de, İstinye Park’ta vs. var. Ama Emek hiçbir yerde yok ve olmayacak da.
Son günlerin reklamıyla bitireyim: “Ali Ağaoğlu Sinan Çetin’i nereye götürüyor?” diye sorulunca elbette “Emek yürüyüşüne” cevabını beklemedim ama Emek ‘hayattayken’ birçok festival filminde gördüğüm, (sıkılınca hemen çıksa da hiç değilse ilk 10-15 dakikalarına katlanırdı) Çetin, eski günlerin hatırına Ağaoğlu kadar Emek için de bir yerlerde birkaç laf etseydi. ‘Rahmetli’ İsmet (Kurtuluş) Bey’in, Hikmet (Dikmen) Bey’in, Çetin üzerinde hiç mi hakkı yok?
Not: Emek Sineması’nın 20 yılın sonunda geldiği süreç hakkında daha geniş bilgi için meslektaşım Olkan Özyurt’un Sabah Cumartesi’de çıkan ’10 Soruda Emek Sineması’ adlı yazısına göz atabilirsiniz.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.