Bugün Pazartesi, işçi sınıfının güneşsiz günü. Sevmediğimiz işlerimize dönüp sevmediğimiz işleri, muhtemelen bize işe girerken yapacağımız asla söylenmeyen işleri yapmamız gereken bir gün. Hazır pazartesiyken “örgütü olmayan” işçileri konuşalım. Üstelik de “kognitif emek” verenleri. İlk olarak Türkiye’deki birçok vakıf üniversitesinde uygulanan bir sistemden bahsetmek gerekiyor: Bursiyer öğrenci sistemi. Bursiyer öğrenci adı altında üniversitelerin Yüksek Lisans […]
Bugün Pazartesi, işçi sınıfının güneşsiz günü. Sevmediğimiz işlerimize dönüp sevmediğimiz işleri, muhtemelen bize işe girerken yapacağımız asla söylenmeyen işleri yapmamız gereken bir gün. Hazır pazartesiyken “örgütü olmayan” işçileri konuşalım. Üstelik de “kognitif emek” verenleri.
İlk olarak Türkiye’deki birçok vakıf üniversitesinde uygulanan bir sistemden bahsetmek gerekiyor: Bursiyer öğrenci sistemi. Bursiyer öğrenci adı altında üniversitelerin Yüksek Lisans programlarına burslu olarak alınan öğrenciler tüm çalışma günlerinde okulda olmak zorunda tutuluyor ve araştırma görevlilerinin hatta birçok personelin iş tanımına girebilecek işlerde çalışıyorlar. Bu durum neredeyse tüm vakıf üniversiteleri için geçerli, Şehir Üniversitesi gibi birkaç üniversitede öğrencilerin “özel sağlık sigortası” olsa bile sözleşmesiz çalışan bu personeller, taşeron sistemini andıran bir sistemle üniversitelere entegre edilip güvenceli araştırma görevlisi kadroları vakıf üniversitelerince yok edilmek isteniyor.
Zaten halihazırda vakıf üniversitelerinde görev yapan araştırma görevlileri için de durum pek parlak değil. Maaşlarına zam yapılmayan ve sindirilerek vazgeçirilmeye çalışılan araştırma görevlisi kadroları bir bir eriyor; ayrıca akademide akademisyenler tarafından beslenen “Türkiye’den akademisyen çıkmaz, yurtdışına doktora yapacaksın öyle” söylemi tek başına liberal ekonomi çarkına sizi sokan ve sizi bir şekilde kalıp mücadele etmek yerine “kaçmaya” iten bir şey.
Akademik dünya içerisinde yaşayan insanlar için “stratejik hamleler” de işte böyle şekilleniyor. Hepimiz çeşitli kurumlardan alacağımız bursların yahut karınca olarak daha çok çalışarak elde edebileceğimiz “pozisyonların” peşindeyiz. Gelen her ilana heyecanla bakmamız, konferanslara akademik makaleler yollamamız kimseyi şaşırtmasın; bu işi gerçekten “iş olsun” diye yapan kimse yoktur, sanıldığının aksine akademi “erkeklerin askerden kaçtığı yer” değil, aksine bu bizzat askeri rejimde gedik açmanın, askerleşmiş beyinleri değiştirmenin yegane yöntemi akademinin ta kendisi.
Ve biz, tam da bu sarmalın içinde, dahil olduğumuz çalışma ortamının lükslüğüne kanılarak belki de “mühim insanlar” sanılıyoruz; kendimize ait masalarımız var diye bizi “insandan” saymaları garip. Elbette bu sözler akademi içerisinde aynı koridoru paylaştığımız insanlara değil; bizim asla passcard’larımızla çıkamadığımız koridorların, bizim attığımız maillere “asla” cevap vermeyen mühim insanlarına.
ÖYP ise tek başına bir muamma, size önce iyi maaş verip devlet üniversitesinde kadro sağlıyor, ardından da zorunlu hizmetle Türkiye içerisinde sizi istediği yere atıyor; düşünsenize, İstanbul’la ilgili çalışmalar yapan bir akademisyen adayının Antalya’ya atanması hiç sıradışı bir durum değil.
Durum özetle şu; Türkiye’de “atanamayan öğretmenler” probleminin yanıbaşında taşeronlaştırılmış bilişsel emek ve bu emeği günbegün sömürmekten bir an olsun çekinmeyen bir “akademik dünya”.
“Beğenmiyorsan git” diyenler olacaksa şayet; “ben bu sistemi beğenmiyorum, sistemin parçasıysan sen git!”
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.