1940’lı yılların sonları… 2. Dünya Savaşı sonrası Türkiye, savaşa girmemesine rağmen ekonomik açıdan etkilenmiş, yavaş yavaş soğuk savaş döneminin temelleri atılırken safını ABD’den yana almıştı. Ekonomik darboğazdan çıkmak adına ilk adımlar, ABD tarafından sadece 2 ülkeye, Yunanistan ve Türkiye’ye verilen ve ”Komünizm Tehlikesini” bertaraf etmek amacı ile sağlanan Truman doktrini ile atılmıştı. Bu yardımla açılan […]
1940’lı yılların sonları…
2. Dünya Savaşı sonrası Türkiye, savaşa girmemesine rağmen ekonomik açıdan etkilenmiş, yavaş yavaş soğuk savaş döneminin temelleri atılırken safını ABD’den yana almıştı. Ekonomik darboğazdan çıkmak adına ilk adımlar, ABD tarafından sadece 2 ülkeye, Yunanistan ve Türkiye’ye verilen ve ”Komünizm Tehlikesini” bertaraf etmek amacı ile sağlanan Truman doktrini ile atılmıştı. Bu yardımla açılan yarık, Marshall planı ile biraz daha büyüyecek ve ekonomik bağımsızlığa elveda denilen bu yolda bir adım daha atılmış olacaktı.
Tüm bu olayların eşliğinde artık ”Tek Parti” içinde de yarıklar başlamıştı. Parti içi muhalefet 1945 bütçe görüşmelerinde su yüzüne çıkmış, asıl kırılma ”Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu” görüşülürken yaşanmıştı. Bunun üzerine, en sert tepkileri veren Aydın Milletvekili Adnan Menderes ve beraberindeki heyet partiden ihraç edildi ve kendi partilerini kurdu. 1946 yılında Demokrat Parti kurulmuş, bir yandan dönemin ekonomik sıkıntılarını, bir yanda da dini siyasi bir araç olarak kullanıp güçlü bir şekilde alternatif bir odak haline gelmişti.
Bu girişi ve süreci kısaca anlatmamın asıl nedeni ne Demokrat Parti, ne de Adnan Menderes’tir aslında. Asıl değineceğim konu, bu süreçte CHP iktidarının takındığı tavırdır. Bu bağlamda 17 Kasım 1947’de toplanan 7. Kongre bir kırılma noktası olmuştur. Çünkü bu tarihten itibaren ”Tek Parti” de modaya uyacak ve kendilerine, din tüccarları tarafından dile getirilen iddiaları boşa çıkarmak için! dinsel eğilimli politika rotası çizeceklerdir.
Süreç şu şekilde işleyecekti;
1948 (19 Şubat): TBMM, İlkokulların 4. ve 5. sınıflarına program dışı (isteğe bağlı) okutulmak üzere Din Bilgisi dersleri konulması kararı aldı.
1948 (30 Aralık): Maarif Vekilliği Milli Talim ve Terbiye Heyeti’nin 247 sayılı kararı ile 10 haftalık İmam ve Hatip Yetiştirme Kursları açıldı.
1949 (9 Mayıs): Ankara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi’nin açılması TBMM’nce kabul edildi.
1949: 10 ilde 10 ay süreli İmam-Hatip kursları açıldı.
1950 (4 Mart): “Tekke ve Zaviyelerle Türbelerin Reddine ve Türbedarlıklarla Birtakım Unvanların Meni ve İlgasına Dair olan 677 Sayılı Kanunun 1. Maddesine Bir Fıkra Eklenmesine Dair Kanun” kabul edilerek türbelerin yeniden açılması, yeniden türbedarlıklar kurulması yasa ile gerçekleştirildi.
1950 (23 Mart): 5634 sayılı “Diyanet İşleri Başkanlığı Teşkilat ve Vazifeleri Hakkındaki 2800 Sayılı Kanunda Bazı Değişiklikler Yapılmasına Dair 3665 Sayılı Kanuna Ek Kanun” kabul edildi. Bu kanunla birlikte; Teşkilatın adı “Diyanet İşleri Başkanlığı” şeklinde değiştirildi. Camilerin ve cami görevlilerinin idaresi Diyanet’e iade edildi. Bütün vaizler maaşlı kadrolara geçirildi. Gezici vaizlik kadroları ihdas edildi. [TBMM TD, Dönem 8, C.XXV-I Toplantı 4, Bileşim 57, 1 Mart 1950, Oturum 1, S. 36 ve Türkiye’de Cumhuriyet Dönemi Din Eğitimi ve Öğretimi Kronolojisi (1923’den Günümüze)]
CHP, özellikle tek parti döneminin sonlarına doğru, propagandasında dinsel vurguya karşı liberalizmi öylesine öne çıkarmıştır ki, nerdeyse Atatürk devrimleri yeniden yorumlanıyordu. Bu vurgu, Demokrat Parti ve öteki muhaliflerin İslamcılık sesine karşı bir anlayışı temsil ediyordu sözüm ona. Yükselen İslamcılık vurgusunun karşısında liberal laiklik! Ancak bunların hiçbiri yarar sağlayamayacak, 14 Mayıs 1950 seçimlerinden Demokrat parti zafer ile ayrılırken CHP ağır bir darbe alacaktı. ( Eğitim ile Türbelerin, dinin ne gibi bir ilişki içinde olacağını o güne kadar anlamayanlar, bugün içinde bulunduğumuz dönemi, cemaat-biat kültürünü ve okullarıyla, yurtlarıyla, binlerce vakıf ve dernekleri ile Türkiye’nin, Cumhuriyet’in tavsiyesine girişmiş yapılanmayı yıllar sonra anlayacak ve tadacaktı.)
Şimdi gelelim en önemli kısma: Bu yaşanan süreci ele alın ve bugüne gelin. Ne fark görüyorsunuz? Ben göremiyorum…
O gün muhalefet uğruna dini siyasete alet ederek propaganda yapan Demokrat Parti varsa, bugün de her alanda onun takipçisi olduğunu söyleyen bir AKP iktidarı var. Üstelik arkasında, o günlerde emeklemeye dahi gücü yetmezken bugün ülkede ”at koşturan” bir cemaat desteği ile.
O gün iktidar uğruna bu oyuna ortak olarak dini siyasallaştırmaya çalışan, laikliği yeniden yorumlayan bir CHP varsa, bugün de laikliğin tehlike içinde olmadığını söyleyen bir CHP muhalefeti var.
Çok geriye gitmeye gerek yok, son zamanlarda AKP’nin halka dayattığı ve toplumsal alanda dinsel içerikli dönüşümü uygulamaya çalıştığı birkaç örneğe bakmak yeterli;
1) 4+4+4 eğitim sistemi ile İmam Hatiplerin orta kısmını açmaya yönelik hamleler. Eğitimde dini-gerici hamleleri arttırma çabaları. Bu uğurda ”zorunlu” seçmeli ders olarak Kuran öğretimi.
2)Kadınlar üzerinden dinci kuşatmanın sürmesi. Kürtajı yasaklama çalışmaları ile ”vajina bekçiliğine” soyunma. ”Tecavüze uğrayan doğursun gerekirse devlet bakar” gibi akıl dışı açıklamalar. Tüm bunları topluma dayatmak için Diyanet İşlerinden fetva beklentileri.
3)Bekir Bozdağ’ın açık ve net olarak Diyanet İşleri Bakanlığının laiklik ilkesine göre değil İslami ilkelere göre çalışması gerektiğini açıklaması ve toplumun da dinsel gerçeklere göre şekilleneceğini duyurması.
Pekiyi, tüm bunlar olurken Kemal Kılıçdaroğlu ve CHP’li yöneticilerin zaman içinde yaptıklarını yukarıdaki olguların altına sıralayalım. Ne yaptı CHP?
Kemal Kılıçdaroğlu çıktı ve “Anayasa Mahkemesi’nin AKP konusunda verdiği bir karar var, laiklikle ilgili. Ben bugün için laikliğin tehlikede olduğunu düşünmüyorum” dedi. Böylece tarihte ilk kez bir CHP başkanının ağzından laiklik konusunda teslimiyetçi bir itiraf duyduk.
Aynı Kılıçdaroğlu “Eğer laiklik tehlikede dersek bunun altını doldurmak lazım, askıda kalır, gerekçelendiremem” diye buyuruyordu. Kemal bey AKP’nin yukarıda maddeler halinde saydığımız marifetlerine baksın da neyi askıdan almak istiyorsa alsın ya da neyin altını doldurmak istiyorsa doldursun! “Yargıda cemaat kadrolaşması vardır diyemem” açıklamaları yapan Y-CHP genel başkanının, hem Yargıtay hem de Danıştay başkanlıklarına ne hikmetse sınıf arkadaşları seçilen ve “Kurban olduğum Allah’ım verdikçe veriyorsun” şeklinde sevinç çığlıkları atan Bülent Arınç ve kol kola girdiği cemaat ile savaşabilmesi mümkün mü? Zamanında AKP’liler tarafından hep yetki aşımı ile eleştirilen ancak gerekli ”düzenlemeler” yapıldıktan sonra aynı AKP tarafından sahiplenerek muhteşem yetkiler vermeye kalktıkları Anayasa Mahkemesi’nin ”bağımsız” bir hal alabilmesi için Kemal bey ne yapabilir?
Partinin diğer yöneticileri de bu süreç içinde yeniden yapılanan CHP için başkanlarından geri kalmıyordu. CHP Parti Meclisi üyesi ve Ankara milletvekili Bülent Kuşoğlu, Zaman gazetesine verdiği röportajda Tekke ve zaviyelerin kapatılmasının toplumu yozlaştırdığını aktarıp bu kurumların tekrar açılmasını istiyordu. Kuşoğlu ayrıca “cemaatlere karşı olmanın, dünyayı tanımamaktan, bilgi ve algı eksikliğinden kaynaklandığı” iddia ediyordu. Doğrudur, hâlbuki değişen dünyayı, ılımlı İslam projesini, hoca efendinin ABD’deki faaliyetlerini daha iyi anlayabilirsek hem cahillikten kurtulur hem de AKP’nin rolünü çalabiliriz!
CHP’nin ilahi
yat kökenli vekili olan Muhammet Çakmak bu süreç içinde yandaş medyanın gözdesi haline geliyordu. CHP üst kadrolarının dahi laiklik konusunda liberalleştiği, özgürlük gibi kavramların anlamlarını saptırarak açılımlara gittiği bir dönemde ilahiyat kökenli birinin ne diyeceği tabii ki iyi bir malzeme olacaktı. Çakmak, Akşam gazetesine verdiği röportajda şunları söylüyordu: “Fethullah Hoca Türkiye’de bir fenomendir, kimsenin görmezden gelemeyeceği bilge bir adam. Fakir halkın çocuklarının okuması için sonsuz gayret gösteren biri. İyi şeyler yapıyor. İnsanlar mesailerini, paralarını bireysel dünyanın görkemlerine harcarken, Fethullah Hoca Türkiye’nin ve dünyanın her yerinde okullar açıyor. Önce eğitime hizmet veren herkesi sonsuz saygıyla selamlıyorum. Fethullah Hoca, Türk toplumunun temel değer sistemine ve milletin, devletin daha da güçlenmesine katkı yapan bir kişidir. Saygıyla izliyoruz” Bu açıklamaları ile önce hoca efendiye selam çakan Çakmak, sonra da cemaatin bu kadar büyümesinin arka planında ABD’nin olduğunu söyleyenlere de laf çakıyordu: ”Bunlar klasik eski Marksist jargona dair, geri kalmış kafaların ürünü olan söylemler. Komik şeyler. Türkiye’de Karl Marks anlaşılsaydı sol bu kadar sefil duruma düşmezdi.”
Demek ki neymiş, klasik eski Marksist jargona takılıp geri kafalılığın ürünü olan şeyler söylemek yerine Marks’ı gerçekten anlamaya yönelmeliymişiz. Ne yapmalıymışız, Marks’ı gerçekte anlayanların! Yaptığı gibi “yaşayan en büyük 100 entelektüel” arasında gösterilen! Fethullah Gülen Hoca Efendi iktisadını okumalıymışız.[1]
Gürsel Tekin genel başkanlık yolunda Kılıçdaroğlu’nun en büyük destekçisi idi. Dolayısı ile bu açıklamaların ardından o da geri kalamazdı. Tekin cemaat tabanına oynayarak önce CHP yüzde 40 oy alır diyordu sonra da baklayı ağzından çıkarıyordu: “CHP’nin lider, yönetici kadrolarının yaşamlarında İslami kurallara ters düşecek bir şey yoktur”. Gürsel Tekin genel seçimler öncesi Vatan Gazetesi’ne verdiği röportajda ise AKP’nin türbanlı aday gösterebileceğini belirtip ” Merve Kavakçı’ya yapılan muameleyi yapmayız” diyordu ve Ecevit’in tarihteki çıkışını üstü kapalı olarak eleştiriyordu. CHP bu çıkışıyla üniversitelerden sonra TBMM’de de türbanın önünü açabileceğini açıkça ilan ediyordu ve sıranın tüm kamusal alanda ”özgürlükçülüğe” geleceğinin sinyallerini veriyordu.
CHP Genel Başkan Yardımcısı Sena Kaleli ise bu arada, cemaatleri yok saymayı sivil toplum anlayışına uygun olmayan bir davranış olarak nitelendiriyor, ”sivil toplumcu” liberallerimize taş çıkarıyordu.
Uzatmaya gerek yok, ağızlarını her açtıklarında cemaat tabanına oynayan, cemaat ve tarikatlara saygılıyız diyerek selam çakan, AKP adım adım toplumu dinci bir faşizme, her konuda ayrışmaya yönlendirirken sadece izleyen Y-CHP ve yöneticileri de bugün içinde bulunduğumuz durumdan en az AKP ve Erdoğan kadar suçludur. (“Eskisi” sanki AKP’yi çok mu frenliyordu diye soracak olursanız cevabım tabii ki hayır, sadece, artık ”uyumluluğunu” daha açık ifade ediyor ve gösteriyor)
Bugün Erdoğan ”Her kürtaj bir Uludere’dir” açıklamaları yapabiliyorsa…
Bugün Sağlık Bakanı olacak kişi ”Tecavüze uğrayan doğursun devlet bakar” diyebiliyorsa…
Bugün diyanet işleri başkanı çıkıp ”Kürtaj cinayettir” fetvaları verebiliyorsa…
Bugün Başbakan Yardımcısı Bekir Bozdağ, dinin bütün toplumsal yaşamı şekillendirmesi gerektiğini buyurabiliyorsa…
4+4+4 eğitim sistemine geçiş çalışmaları sürerken, bu sistemle yeniden açılması mümkün hale getirilen imam hatip ortaokullarına talep patlaması yaratmak için sanal âlemde kampanyalar düzenlenebiliyorsa; Milli(Aslında Dini) Eğitim Bakanlığı ‘‘İmam-hatip ortaokullarının bağımsız ortaokul olarak kurulmasına öncelik verilecek, bunun mümkün olmadığı durumlarda imam-hatip liseleri ile birlikte kurulabileceklerdir” şeklinde genelge yayınlayabiliyorsa; Afyonkarahisar’da AKP valisi ”açıktan alkol kullanımı ve alkol satışı yasağı” ilan edebiliyorsa; dinci-gerici iktidar Kur’an kurslarını açma ve denetleme yetkisini Diyanet İşleri Başkanlığı’ndan alıp 12 olan yaş sınırı kaldırmaya çalışıyor ve tarikatlara Kur’an kursu açma yetkisi verebiliyorsa; Fazıl Say gibi ülkenin aydın sanatçılarına linç kampanyaları başlatılıyorsa, tüm bunların sebebi AKP’nin başarısı (kendi bakış açılarından) kadar CHP’nin başarısızlığıdır!
Sorulması gereken bir diğer ve en önemli soru da şu: Önümüzde tekrar seçimler var, yazının başlarına dönelim ve soralım; 1940’lı yılların sonunda olanlar tekrar yaşanır mı? CHP ne zaman üzerine sinmiş olan algılamayı kırmak için(!) dinsel manada tavizler verip, birilerine yaranmak üzere açılımlara kalksa sonu hep hüsran olmuşken, izlenilen bu program CHP’ye oy kazandırır mı?
Ya da şöyle sorayım, Amerikan karşıtlığını dengelemeyi amaçlayan[2] CHP, tüm bunlara rağmen, Che Guevara pankartlı kongreler düzenlemek, Deniz Gezmiş parkı açmak ve 1 Mayıs’a 68 kuşağı afişleri ile katılmak gibi ”çok güzel hareketlerde” bulunarak, izlenen bu din eksenli politikaları da dengeleyebilir mi?
Sonuç ortada…
Zaten yarım yamalak uygulanan laiklik ilkesinde her geçen gün bir delik açılırken bunları görmezden gelen, muhafazakâr sağ kadroları parti içine alarak bu alana açılmak isteyen CHP, muhafazakâr kesimden destek bulamamış, aynı zamanda mahalle baskısından uzak durmak isteyen, laiklik ilkesine bağlı bölgelerde kan kaybetmeye başlamıştır.
Bu partiye oy veren seçmen kitlesinde, CHP’yi ”Cumhuriyetten” yana bir alternatif olarak görme dürtüsü biraz da AKP karşıtı bir politika izliyormuş gibi algılanmasından gelmektedir. İzliyormuş gibi dedim çünkü bu tamamen toplumda oluşmuş suni bir bakış açısından meydana gelmektedir. Açık ve net gözükmektedir ki yeni CHP de, tıpkı eski CHP gibi birçok konuda; Avrupa Birliği konusunda, NATO konusunda, ABD’ye karşı oluşan antipatiyi dengelemek konusunda, emekten değil sermayeden yana bir politika izlenmesi konusunda AKP ile aynı yolu paylaşmaktadır. Sonuç olarak sınıfsal bir temele dayanmayan, tamamen uygulanan politikaların el değiştirmesine yönelik bir yenileşme süreci Cumhuriyet Halk Partisi içinde uygulanmaktadır. Devletçi-ulusalcı kadroların çoğunlukta olduğu dönem ile Y-CHP’nin düzene karşı konumlanışında bir değişiklik olmamakla birlikte, CHP’nin “eski” Kemalist şablonundan uzaklaştırılması birçok konuda iktidar ile ortak zemine oturtulması için aşılması gereken bir engeldi. Bu engeli aşan bir CHP ileriki yıllarda uluslararası sermaye ve güçler gözünde doğabilecek olası bir alternatif konumuna daha kolay angaje olabilir. Zamanında MHP’ye kasetlerle uygulanmaya çalışılan “yenilenme” çalışmaları CHP için başlama sürecini çoktan geçmiş ve ilerlemektedir. Anayasa görüşmelerinin ve AKP ne zaman sıkışsa kurtarıcı rolüne bürünerek ona ilk desteği veren CHP’nin bize anlattığı ve “Yeni” CHP’den kasıt da budur!
O vakit soralım, Y-CHP’nin ”C’si neyi temsil edecek? Cumhuriyeti mi, Cemaati mi? Yoksa Cemaatler Cumhuriyeti olarak her ikisini birlikte mi?
Notlar:
[1]: Bilim ve Gelecek Dergisi 98. sayısında (Nisan 2012) ve “Hoca’nın İlmi” kitabında, Cemaat A.Ş.’nin teorik temellerinden birini, “Hoca’nın İktisadı”nı inceliyor. Dergi ve kitapta, Uğur Erözman’ın “Cemaat A.