Ülkemizde son dönemde şiddet, tecavüz, taciz, cinayet ve yaralama gibi kötü muamelelere maruz kalan kadınların yaş oranlarının bu denli düşmesi, engellilerin, hayvanların dahi tecavüze uğruyor olması ve toplu tecavüz vakalarının sayısal olarak artması kaygı vericidir. Ancak daha kaygı verici olan ırza tecavüz, kötü muamele ya da toplu tecavüz suçlularının ceza almamasıdır. Kadına yönelik şiddet ve […]
Ülkemizde son dönemde şiddet, tecavüz, taciz, cinayet ve yaralama gibi kötü muamelelere maruz kalan kadınların yaş oranlarının bu denli düşmesi, engellilerin, hayvanların dahi tecavüze uğruyor olması ve toplu tecavüz vakalarının sayısal olarak artması kaygı vericidir. Ancak daha kaygı verici olan ırza tecavüz, kötü muamele ya da toplu tecavüz suçlularının ceza almamasıdır. Kadına yönelik şiddet ve tecavüz olaylarının nicelikse artışına karşın yargı aşamasında vicdanları rahatlatan sonuçların alınamaması şiddetin ve tecavüzün normalleşmesine yol açmaktadır. Bu kanıksamışlığın sebepleri ise ahlaki, genetik ve psikolojik açılardan olduğu kadar kadının toplumsal konumu açısından da sorgulanmasıyla çözümlenebilecektir. Zira bir sistem kendine yüzyıllar boyunca sistematik işkence uygulayacağı bir “kurban” seçmiş ve bu işkence kimse tarafından sorgulanmıyor, suçlular toplumu tatmin edici cezalar almıyor ya da cezasız kalıyorlarsa asıl “kurban”ın nasıl “kurban” haline getirildiğinin sorgulanması gerekmektedir. Eğer dünya nüfusunun yarısını oluşturanlar sömürülüyor, ikincil konuma hapsediliyor, dezavantajlı addediliyor ve yaşadıkları onlara müstahak görülüyorsa tarihsel bir sorgulamaya gitmemiz kaçınılmazdır.
Kuşkusuz kadının sömürülmesi bugün tek bir ideoloji/yaklaşım/söylemle açıklanamayacak kadar kapsamlı ve derin bir sorundur. Bu nedenledir ki kadının dezavantajlı, ikincil ve eşitsiz konumunun nedenlerini açıklamaya çalışan pek çok feminist eylem/hareket/ideoloji vardır. Dolayısıyla tek bir feminist hareket yerine “feminizmler”den bahsedebiliriz. Ancak kadının sömürülmesinin biyolojik bir temele dayanmadığı; sonradan oluşturulan bir sistem/yapı/kültür sorunu olduğunun kabulünden hareketle, kadının toplumsal statüsünün kader/zorunluluk olmadığına; dolayısıyla da değiştirilebileceğine olan inanç tüm feminist hareketlerin temel dayanağıdır. Toplumda hâlihazırdaki cinsiyete dayalı işbölümü kadın ve erkeğin bir hiyerarşi içinde konumlanmasına neden olur. Ancak bu iş bölümü, kadını özel alana hapsettiğinden eşitsizidir. Feministlerin “toplumsal cinsiyet hiyerarşisi” olarak adlandırdıkları bu yapı toplumda eril bir otoritenin hâkim olmasına yol açmıştır. Dolayısıyla feminizm iktidar ilişkisinin cinsiyet boyutuyla sorgulanması ve dönüştürülmesidir. Ancak eril otoriter yapının kadın lehine yıkılması yalnızca özel alanın değil kamusal alanın da dönüştürülmesini de kapsayacağından feminizm politiktir de. Kadınların kamusal ve özel alanda sömürülmesini eşitsiz iktidar ilişkisine bağladığından bir iktidar mücadelesidir.
Kadını kamusal alandan dışlayıp özel alana mahkûm eden toplumsal cinsiyet hiyerarşisinin temeli ise yüzyıllar öncesine dayanmaktadır. Friedrich Engels’e göre, tarihsel gelişim sürecinde ilkel toplumlarda kadın ve erkek arasında neredeyse eşit bir işbölümü vardı. Daha sonra anaerkil dönemden ataerkil döneme geçilmiş, üretimin evin dışında yoğunlaşmasıyla, erkeklerin alanındaki üretim fazlası bir servet şekline dönüşerek kadını da erkeğe bağımlı kılmıştır.(1) Engels Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni kitabında anaerkil-komünal düzende cinsler arasındaki işbölümünü ve ataerkil sistemde nasıl değiştiğini süreçler. Buna göre anaerkil sistemde ev işlerinden kadınlar sorumlu olmakla birlikte, ev bakımı birkaç ailenin arasında, ortak/komünal olarak yapılırdı.(2) Erkekler ise avcılıktan sorumludur. Kadınların kolektif ev idaresi emeğin yabancılaşmamış olduğu bir yapıyı ifade eder. Zira kullanım değeri üreten kadınlar ürün/üretimleriyle parçalar halinde değil, başından sonuna ilgilenebilen, emeklerinin biricik sahibidirler. Kadın hâkimiyetine dayanan bu dönemde erkek sadece hayatını idame ettirebileceği kadar avlanır, kadınsa kabilelere hâkim olduğundan toplumun maddi temeline de hâkimdir. Yabancılaşma ve ataerklik ise hayvanların evcilleşmesi ve sürü yetiştirmesiyle başlar. Çünkü sürü erkeklerin başka mallar değiştirebildikleri dolayısıyla hayatını sürdürmekten fazlasını elde ettikleri sistemi yaratmıştır. Yani erkekler artı değer yaratarak “kapitalist” haline geldiler. Zira daha çok ve ucuz emek için de köle kullanımı başladı. Böylece erkekler değişim değeri üretmeye başladılar. Ancak bir maddenin değişim için üretilmesi onun kişisel ve kutsal özelliğini yok ettiğinden erkek kendisine, emeğine, ürünlerine yabancılaştı. Maddi güce sahip olan erkek, kadınlar üzerinde ve evde hâkimiyet kurdu. Kadınlar, yemek pişirme, örgü, dokuma ürünleri gibi temel olarak kullanım değeri ürettiğinden ev işleri erkeklerin sahip olduğu maddiyat karşısında önemsizleşmiştir.(3) Böylece kadın eve hapsedilerek, toplum üzerindeki maddi hâkimiyeti son bulmuş ve anaerkil sistem, analık hukuku yıkılmıştır.
Ataerkil sistemin kadının özel alana itilmesi dışında daha genel etkileri de olmuştur. Zira değişim değeri üreterek zenginleşen erkeğin miras sorununun ortaya çıkmasıyla babalık ve tek eşlilik önem kazanmıştır.(4) Kadının metalaştığı, “süslenip püslendiği, aldatıcı görünüşlere sokuldu”ğu, sadece çocuk doğurmakla yükümlü olduğu, erkeğin “evcil kölesi” olduğu tek eşli aile oluşmuş oluyordu artık. Engels bunu tarihin ilk sınıf çatışması olarak görür. Çünkü erkek burjuvazi kadınsa proleterdir artık. Hane yönetiminin toplumsal niteliğini kaybettiği, kadının toplumsal üretimden dışlandığı bu sistemin temelini çekirdek aile ve ev içi emeğin özelleşmesi oluşturur. Yani kapitalist sistemle sürdürülen ataerkil yapı ücretli emek sistemi ile ev ve işyerini ayırmıştır. Artık kadınların ev içi üretimi babaları ve kocaları tarafından sömürülmektedir. Üstelik kapitalist sistem kadın emeğinin erkekler tarafından sömürüsüne yol açmak dışında ev içi emeği kapitalist sistemin “yeniden üretim”ini sağlayan bir enstrüman haline getirmiştir: bir işçinin sağlıklı olmasını sağlayan yiyecek, giyecek, barınma gibi nicel ihtiyaçları evde kadın tarafından sağlanır.
Kadının kamusal alana dahil olması da başlangıçta bir çözüm olarak görülse de kadıların “özgürleşmesi”ni sağlamadığı gibi daha fazla sömürülmesine yol açmıştır. Çünkü kadın işteki sorumluluğu dışında yine ev işleriyle yükümlü olmaya devam etmiştir. Ev işlerini ücretsiz yaptıkları gibi hamilelik, emzirme izni gibi nedenlerden artı değeri düşürücü olarak görülmüşlerdir. Üstelik çok uzun süre kadınlar erkeklerin ücretlerinin yarısı kadarını aldıklarından bu ücret farklılaşması kadını ekonomik olarak erkeğe bağımlı kılmaya devam etmiştir. Dolayısıyla kadının piyasa içindeki konumundan kapitalist kadar erkekler de faydalandığından kadının sömürülmesinde kapitalizm ve ataerki arasında bir bağ vardır. Heidi Hartmann’a göre ataerkinin dayandığı maddi temel, erkeklerin kadınların emek gücü üzerindeki denetiminde yatar. Erkekler bu denetimi, kadınların üretken kaynaklara, ücret getiren işlere ulaşmasını önleyerek ve kadınların cinsiyetlerini kısıtlayarak sürdürür. Dolayısıyla erkeklerin kadın emeğini denetlemesine izin veren ataerkillikle kapitalizm birbirini besler. Bu nedenle kadınlar proleterin de proleteridir.
Kapitalizm ve ataerkiyle erkek lehine gelişen toplumsal cinsiyet hiyerarşisi yine ailede öğretilerek sürdürülür. Evde yetişen çocuk da bu toplumsal cinsiyet kimliğini öğrenir ve toplumsal cinsiyet ideolojisini benimser. Bu durum kadının yeniden üretimdeki etkisidir. Çocuk, kadınsı şeyleri reddederek erkek dünyasını benimser, mevcut babayla kendini özdeşleştirir, toplumsa
l cinsiyet sistemindeki erkek egemenliğini, erkekliği ve çalışma dünyasındaki erkekleri yaratır. Kısacası ataerkil iktidar ilişkisi aile vasıtasıyla sürdürülür.
Toplumsal cinsiyet hiyerarşini kamusal alanda sürdürense devlettir. Zira devletin iktidarı erildir. Devlet bu iktidarı yasalar yoluyla sürdürürken yasalar eril iktidarı meşrulaştırır. Her konu ve durum için tanımlama yapan yasalar eril bakış açısını her alana yansıtır. Kadını erkekten farklı tanımlamayan devlet, kadının dezavantajlı konumunu düzeltmede tereddüt etmektedir. Tecavüze karşı caydırıcı kararların alınamıyor olması ya da pornografinin birçok yerde yasadışı ilan edilmemesi ya da el altından sürdürülmesi gibi. Eril bakış açısı devlete ve topluma öylesine hâkimdir ki ensest bir “aile içi bir problem”, pornografi bir “ifade özgürlüğü” olarak görülmekte, fahişelik tek taraflı bir seks satışı ya da istismar olarak ele alınmamakta, ırza tecavüz kadının rızasının olup olmadığına göre değerlendirilmekte, kadının kendi bedeniyle ilgili bir karar olan kürtaj ise erkek söylemiyle yasaklanmaktadır. Bu yasaların politik değil cinsel politik olduğunu gösterir. Böylece erkeğin kadın üzerindeki hâkimiyeti de kurumsallaşmış olmaktadır.
Eril bakış açısı yasalar vasıtasıyla topluma sirayet edince kadına yönelik her türlü kötü muamele de meşrulaşmış olmaktadır. Zira kötü muamele, tecavüz, taciz, dayak, cinayet toplumda dezavantajlı sayılan kadın için itiraz etmemesi gerekenlerdir. Tecavüzün olağanlaşması, her gün öncekinden daha trajik tecavüz ve cinayet vakaları yaşanması da malumun ilanıdır. Şaka değil bugün ülkemizde tecavüze uğrayanların skalası korkutucu bir şekilde genişledi: kadınlar, genç kızlar, engelliler, çocuklar, bebekler, hayvanlar… 2006 yılında İzmir’de 17 aylık bir bebeğe tecavüz haberiyle sarsılmıştı insanlar ama aradan geçen altı senede olayın verdiği utancın bir daha yaşanmamasına bağlanan umutlar boşa çıkmıştır. Zira kadınlara yönelik tecavüz suçlarının cezasız kalması, toplumsal olarak kutsanan, dokunulmaz sayılan varlıklara da tecavüzün zımni onayı olarak yansımış; ülkenin dört bir yanından bebeklere yönelik tecavüz haberleri gelmeye başlamıştır.
Eril söylem elbette ki kadınlara kötü muameleyi ve tecavüzü meşru kılmaz; ama caydırıcı da değildir. Suçluyu cezalandırmaz, mağduru değil zalimi mağdur sayar; hatta mağduru, zalimi mağdurluğuyla mağdur etmekten suçlu ilan eder. Öyle ki cinsel istismar mağduru kişi tüm toplumsal baskılara göğüs gerip tecavüzcülerine dava açmayı başarsa da faillerinin hepsinin “haksız tahrik ve iyi hal indirimi”nden serbest kalması kuvvetle muhtemeldir. Eski kocaları tarafından ölümle tehdit edilmesine ve devletten koruma talep edilmesine rağmen devletin koruma talebini yerine getirmediği onlarca kadının göz göre göre öldürülmesi bundandır. Yine son altı ayda kocaları tarafından öldürülen kadın sayısının 92’ye çıkmış olmasını, tecavüz suçlamasıyla salıverilen tecavüzcülerin aynı mağdura tekrar tecavüz edebiliyor olmasını da bu bağlamda düşünmemiz gerekir.
Üstelik tecavüze uğrayan varlık, kadın, toplum için bir utanç vesikası, “kirletilmiş” ve yaşaması bile hata olan bir “ayıplı”dır. Normalde tecavüzcülerin toplum tarafından dışlanması ve yakınlarının dahi utanç içinde dolaşması gerekirken tecavüz mağdurunun yakınları okullara kabul edilmiyor, mağdurların evleri kundaklanıyor, avukatları tehdit ediliyor, tecavüzcülerin yakınları tarafından suçlanıyor, otopsi raporları bile çarpıtılarak veriliyor. Bu yüzden gazetelerde tecavüzcüyle ilgili hiçbir bilgi bulamazken tecavüze uğrayanların adını dahi öğrenebiliyoruz. Bursa’da bir adamın sahibi olduğu ördeğin damadı tarafından tecavüze uğramasından sonra “rezil olduğu” gerekçesiyle bütün ördeklerini kesmesi ve yine Erzurum’da bir babanın 13 yaşındaki kızının tecavüzcüsü ve işkencecisiyle evlenmesi ve birkaç maddi kazanç karşılığında tecavüzcüyü affetmesi, işyerinde cinsel tacize uğrayan bir kadının açtığı davayı kazanmasına rağmen görev yerinin değiştirilerek sürgün edilmesi buna örnektir. Öyle ya utanması gereken tecavüzcü değil ki! Üstelik tecavüz sonucu gebe kalan kadınların kürtaj olma hakkı da TCK’nın 99.maddesine göre 20 haftayla sınırlandırılıyor. Tecavüzcüler arasında 76 yaşında “dede”lerin, öğretmenden, polise, muhtardan askere topluma ahlaken örnek olması gerekenlerin bulunması bize tecavüzün nasıl içselleştiğini göstermektedir. Zira tecavüzcülerin ne yaşı ne de meslekleri eylemleriyle çelişmiyor. Çünkü eril söylem tecavüzcüleri yanlışlamıyor.
Kapitalizm ve ataerkin geliştirdiği toplumsal cinsiyet hiyerarşisine dayalı eril söylem kadının mağduriyetinin temel nedenidir. Sistemin özel alana hapsettiği ve kamusal alanda da eşitsiz koşullarda bulunmasına yol açtığı kadınların bugün her türlü kötü muameleyi artan sayıda yaşıyor olduğunu düşünürsek sadece geçen yıl 24 bin cinsel saldırı suçu işlenmesine şaşmayız. Ancak toplumsal cinsiyet hiyerarşisi bağlamında kadının dezavantajlı konumu sistem tarafından sürdürüldüğü, yasalar yoluyla da iyileştirilmeye çalışılmadığı sürece dezavantajlılık daha çok kanıksanacak ve kader olarak algılanmaya devam edecektir. Bu eşitsiz yapıyı değiştirmeye ise kadının konumunun iktidar mücadelesi açısından sorgulanmasıyla başlanabilecektir.
Notlar:
(1) Dilek İmançer, “Toplumsal Cinsiyet Oluşumuna İlişkin Kuramsal Yaklaşımlar”, Medya ve Kadın, ed. Dilek İmançer, Ebabil Yayıncılık, Ankara, 2006, s. 28.
(2) Friedrich Engels, Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni, çev. Kenan Somer, Sol Yayınları, 1967, s. 74.
(3) Engels a.g.e., s. 80.
(4) Engels a.g.e, s. 83-84.
(5) Serpil Çakır, 19. Yüzyıldan 20. Yüzyıla Modern Siyasal İdeolojiler, der. H. Birsen Örs, “Feminizm Ataerkil İktidarın Eleştirisi”, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul, 2008, s. 461.
Burcu Ünalan Altaş
Yüksek Lisans öğrencisi
Gazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü
Siyaset ve Sosyal Bilimler Bölümü