“Ben polisim, ben polisim ulan” diyerek vatandaşı döve döve hastanelik eden bir polise dair haber, hepimize gücün kimde olduğunu vatandaşa hatırlatan resmi davranış biçimini hatırlatıyor. Devleti yaratan ideoloji aynı zamanda onun yaratıcısıdır da. Her şeyin ve herkesin üstünde “Aslolan devlettir” kavramı, eti de benim kemiği de benim diyerek, bireyin hak ve özgürlüklerini istediği gibi gasp […]
“Ben polisim, ben polisim ulan” diyerek vatandaşı döve döve hastanelik eden bir polise dair haber, hepimize gücün kimde olduğunu vatandaşa hatırlatan resmi davranış biçimini hatırlatıyor. Devleti yaratan ideoloji aynı zamanda onun yaratıcısıdır da.
Her şeyin ve herkesin üstünde “Aslolan devlettir” kavramı, eti de benim kemiği de benim diyerek, bireyin hak ve özgürlüklerini istediği gibi gasp etmeyi, cezalandırmayı kendisinin kendisine sunduğu bir kutsiyet sayıyor.
Vatandaşın devlet karşısında terbiyeli olması gerektiğini “tekdir ile uslanmayanın hakkı kötektir” kavramıyla çimentolayan bu anlayış, yukarıdan halkın üstüne bunu boca ederek yıllar yılı şiddetini uyguluyor ve onu kolluyor.
“Ben polisim ulan” sözünün bir üst başlığını bu yanıyla “ben devletim” olarak belirlemek daha doğrudur. Gücü güçsüz olanın üzerinde uygulamak ahlaksızlığını hoş gören “devleti hissedecekler” tepelemesi ile tavan yapan güdünün en alta geri dönüşümünün ruh hali bu.
Demokrasiyi kullandırma hakkını kendinde saklı tutan, vatandaşa ne kadar özgürlük verilip ne kadarının geri alınacağına yine kendisi karar veren, hak ve özgürlük talebi karşısında düzenli ordu taktikleri belirleyen ucubeliği hala yaşıyoruz.
Oysa demokrasi hak ve özgürlükler mücadelesinin yarattığı bir kültür birikimidir. Bunu anlayabilmek için o kültürün ya içinden gelmek, ya da o kültürden beslenmek gerekir. Bu kültürden yoksunluk demokrasiyi alınır satılır bir mal olarak görür ve asla onun değerini anlamaz ve mücadele denince terör, hak ve özgürlükler denilince bölücülük aklına gelir.
“Bu Ermeniler de çok oluyor” diye başlayan cümlelerle, azınlıkların, devletin sindirim sistemini oluşturan tehditler, kovuşturmalar, işkenceler, provokasyonlar ve cinayetlerle nasıl “sözde” haline getirilişine tanıklık ettik.
Hrant Dink bu “sözde”leştirmenin en son kurbanı oldu. Cinayetin arkasında bulunanlar asla ortaya çıkarılmadı. İstihbaratı, emniyeti, jandarması kırk takla atıp işin içinde olan parmaklarını insanların gözlerine soka soka devlet pişkinliğinde sırıttılar.
Devletin yaptığına dair genel kabul içerisinde vicdanlar eritildi yeniden. “Devlet yapmıştır” genel kabulü ne tuhaftır ki arkasına bakmayan, sorgulamayan, takip etmeyen, sorumluları irdelemeyen bir rehavete dönüşüyor. En can acıtıcı durum da bu oluyor.
Aynı devlet Kürtlere sesleniyor bu sefer. Daha yüksek bir perdeden konuşuyor. Linç kampanyaları polis eşliğinde kontrollü bir nefret panayırına dönüşüyor. Mağdur olanlar tutuklanıyor, mağdur edenler arka kapıdan salıveriliyor. Sokaklarda başlayan Kürt avı sanki çok normalmiş gibi yansıyor basınımıza. “Bu Kürtler de çok oldu” vurgusu devletin en üst makamından, köşedeki yazarına kadar dillendiriliyor. “Hassas” dönem çığırtkanlığı ile Kürtlere kendi dillerinde konuşmamaları, şarkı söylememeleri hatta mümkünse ağızlarını açmamaları salık veriliyor. Yeni dönem savaş konseptinin uğultusu yayılıyor ortaya.
Bu uğultu medya içerisinde de örgütleniyor haliyle.
Saksıda yetişmiş yeni gazeteci tipleri, bu durumu dile getirenleri PKK’li ilan ediyor mesela. Yazılar döşeniyorlar iri cümlelerle. Ortalıkta kalan birkaç muhalif gazeteciye gözlerine dikerek kolektif kötülüğü örgütlüyorlar. Nedim ve Ahmet Şık için “Biliyorum teyit ettirdim güvenilir kaynaklardan. Ergenekoncu faaliyetlerin içerisindelermiş” derken polise ve istihbarat birimlerine gönüllü ajanlık yapmanın ve onların mutfağında pişirilenleri kamuoyuna sunarak siyasi lince ortak olmanın hazzını yaşayanlar, bunu bir gazetecilik başarısı olarak kişisel tarihlerine not düşmeyi de ihmal etmiyorlar.
Bir zamanlar eleştirdikleri ile nasıl hızla benzeştiklerine ve aslında mayalarının da aynı olduğuna tanıklık ediyoruz. Yeni medya düzeni son halini almak üzere. Yeni dönemin bibloları eskileriyle yer değiştirerek hızla devir teslim yapıyorlar. Kimin PKK’li kimin halk düşmanı, kimin demokrat, kimin Ergenekoncu kimin diktatör destekçisi olup olmadığına artık onlar karar verecek, yargılayacak ve fişleyecekler. Kanal kanal gezdirilecek “maden”ler onlar. Onun için bulmak zor değil. Birçoğu zaten sıraya girmiş gözüküyor.
“Ben polisim ulan” diyenin şiddeti ile medyada onu bunu hedef gösterenler arasında özde hiçbir fark yok. Yaratıcıları aynı çünkü. Gücünü bir başkasının üzerinden tescillemeye çalışanların ürettiği dil hepimizi tehdit etmeye devam edecek, bu çok açık.
Herkesin iktidarın duruş biçimine göre çeki düzen vermesi gerektiği duygusu zaten korkunç şekilde kimi zaman alttan alta, kimi zaman açıkca dile getiriliyor. Ordunun üst kademesinde yaşanan değişimleri bile demokrasi mücadelesinin bir sonucu sanan ahmaklık bir illüzyon içerisinde sunuluyor. Devletin yeniden yapılandırılıp daha mobilize hale getirilmesini pudralayanlar, şiddetin değişmediğini, aksine daha da yükselerek yaşamımızın her alanına nüfuz edeceğini görmemekte ısrar ediyorlar.
Kürtlere karşı geliştirilen savaşın çapı sadece Kürtlerle kalmayacak. Hak ve özgürlükler mücadelesi yürüten, bu işin kenarından ucundan tutan herkesi kapsayarak genişleyecek.
Cezaevlerine TUFAN operasyonu adı altında müdahale ederek insanları diri diri yakan ve bu duruma tanıklık etmiş askerlerin açıklamaları gösteriyor ki devleti yönetenlerin kendi suç makineleriyle bir sorunu yok.
Ayhan Çarkın’ın itiraflarının hiçbir karşılığının olmadığını, bir delinin zırvaları şeklinde üstünün kapatılması, gerçek suçluların nasıl korunduğu ve iktidarın hiç de bunlarla ilgilenmediğini gösteriyor. İlgilenemez çünkü o cinayetlerin sorumlularının bir kısmı ya kendi hükümetlerinde bakanlık yaptı (Bakınız Abdülkadir Aksu’ya da halen bakanlık yapıyor (bakınız Cemil Çiçek, Hayati Yazıcı)
Çiller döneminin danışman kadrosunda yer alan ve “Devlet için kurşun atan da, yiyen de şereflidir” sözünün yaratıcısı gazeteciler yandaş kadrodan akıl vermeye ve demokrasi üzerine ahkâm kesmeye devam ediyorlar. (Bakınız Türköne)
Gerillaların üzerinde kimyasal silah kullanan ve adı kimyasal Necdet olarak anılan Jandarma Genel Komutanı Genelkurmay başkanı oldu (bakınız Necdet Özel)
İşte bu nedenle iktidardan demokrasi beklemek, ha geldi gelecek hayali ile kış uykusuna yatmak zaten başlı başına sorunlu bir yaklaşımdır. Sokakta hak ve özgürlük talebini dile getirenleri Ergenekoncu, bilmem neci diyerek yaftalayan, mahkemelerde süründüren, cezaevlerine dolduran, binlerce yıla varan cezalarla ve polis senaryoları ile yargılayan ve açıkça tehdit eden anlayış demokrasi üretemez aksine onu kendi siyasal taktikleri için bir araç olarak kullanır. Tüm bu yaşananların üzerine geliştirilen dil demokrasiye ait değildir. Tarihin çöplüğünde bu dilin ürettiği çok şeyi bulabilirsiniz.