Bugünlerde Avrupa medyasını izleyenler, Arap dünyasındaki gelişmeler, Afganistan, IMF başkanının rezaleti, NATO müdahaleleri v.b. konular üzerine bolca haber bulabilir. Türkiye ve Kürdistan’daki ateşli gündem üzerine ise kocaman bir hiç. Hani İstanbul’da internet yasaklarına karşı yapılan yürüyüş de olmasaydı, Türkiye hakkında bir haber okumak neredeyse olanaksız olacaktı. Görüldüğü kadarıyla Avrupa’nın Balkanlar-Kafkaslar-Ortadoğu Üçgeni’ndeki politik, ekonomik ve stratejik […]
Bugünlerde Avrupa medyasını izleyenler, Arap dünyasındaki gelişmeler, Afganistan, IMF başkanının rezaleti, NATO müdahaleleri v.b. konular üzerine bolca haber bulabilir. Türkiye ve Kürdistan’daki ateşli gündem üzerine ise kocaman bir hiç. Hani İstanbul’da internet yasaklarına karşı yapılan yürüyüş de olmasaydı, Türkiye hakkında bir haber okumak neredeyse olanaksız olacaktı.
Görüldüğü kadarıyla Avrupa’nın Balkanlar-Kafkaslar-Ortadoğu Üçgeni’ndeki politik, ekonomik ve stratejik çıkarları; bilhassa Almanya’nın Kaiser Wilhelm doneminden beri değişmeden sürdürdüğü “Türkiye Politikası”, Avrupa’daki yaygın medyanın da politikalarını belirler durumda. İşin acı tarafı, Türkiye ve Kurdistan’daki demokrasi güçleri ile doğal müttefik olduğunu her fırsatta belirten Avrupa toplumsal ve politik solunda dahi büyük bir ilgisizlik hakim.
Hâlbuki son günlerin gelişmeleri, Türkiye’nin, dolayısıyla bölgenin, içinden bir daha çıkılamayacak olan bir girdaba doğru sürüklendiğini gösteriyor. Mahmut Alınak’ın 16 Mayıs 2011 tarihli Yeni Özgür Politika’da yayımlanan “Bir felaket senaryosu” başlıklı yazısı, ülkenin ne denli tehlikeli bir süreçten geçtiğine dikkat çekiyor. Alınak korkunç bir senaryodan bahsediyor. Ve bence hiç de haksız değil.
Gelişmeler bu şekilde devam eder, devlet yangına körükle gitmekten vazgeçmezse, Aysel Tugluk’un dediği gibi, çok ama çok kotu şeyler olabilir. Neden böyle olacağına dair hayli yazılıp, çizildi. O yüzden “nedenler” üzerine söz söylemeye gerek yok. Ama sahiden Alınak’ın dikkat çektiği “felaket senaryosu” gerçekleşirse, neler olabileceğini bilincimize çıkartmak gereklidir diye düşünüyorum.
Öncelikle büyük bir kirim olacağını göz önüne getirmeliyiz. Kürdistan’da halk örgütlü, kendini savunacaktır. Asıl felaket ise Fırat’ın Batı’sında yaşanacaktır. Batı’da yaşayan Kürtler, “Kürdistan uzak, tuzum kuru” diye düşünmesinler. Faşizmin mızrağının ucu ilk onlara saplanacaktır. Aynı şekilde Kürt olmayan muhalifler de tehdit altındadır. Emek güçleri, sosyalistler, hatta sol liberaller faşizmin hedefi hâline geleceklerdir. Açıkçası da hiç kimse Batı’ya güvenmemelidir. Batı, çıkarları gereğince seyirci kalacaktır. Olası bir iç savaş Türkiye’yi, Kürdistan’ı ve bölgeyi bir yangın yerine çevirecektir. Irkçılık ve şovenizm seli dökülmeye kalmadan, önünde ne varsa alıp götürecek, değil AKP, bütün kurumlarıyla devlet dahi böylesi bir seli durduramayacaktır.
Peki, bu durumda Avrupa’da bizler tehditten uzak mı olacağız? Tam tersine, süreç aynı hızıyla Avrupa sokaklarını da saracak, Avrupa’nın göbeğinde bir Türk-Kürt savası yaşanacak ve Bati demokrasilerinin kendileri tehlikeye girecektir. Her gün çatışmaların yaşandığı, insanların öldürüldüğü ve binaların yakıldığı Avrupa metropollerini düşünün ve Avrupa çapında şu anda güçlenen sağ popülizmi: böylesi bir durumda daha kim “entegrasyon”dan, demokratik haklardan bahsedebilecek ki?
Yazdıklarıma “deli saçması, paranoyaklık” diyebilirsiniz. Ama Türkiye’de patlak veren ve kesinlikle sadece “dağlarda” kalmayacağı belli olan bir savasın, bırakın Türkiye’nin bütününü, Avrupa’yı da derinden etkilemeyeceğini iddia edebilir misiniz?
Ne yapmalı? Eğer Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloku’nun olası bir iç savaşa karşı bir umut olduğu düşünülüyorsa, ki Avrupa’daki bir çok Türkiyeli ve Kürdistanlı kurum bloğu destekliyor, taraf olunmalı ve blogun basarisi için var gücüyle çalışılmalıdır. 12 Haziran seçimleri için bloğun oluşturulması, Avrupa’daki Türkiye ve Kürdistan kökenli kurumların grup çıkarlarını on planda tutan ve ayrı durma yaklaşımlarını terk etmeleri ve yeni bir misyonu ortaklasa üstlenmeleri için küçümsenemeyecek bir temel yaratmıştır. Blok, AGIF, ATIF, DIDF, YEKKOM v.b. kurumlar ile tek tek duran sosyalistlerin, siyasî ve ideolojik farklılıkları yadsımadan, bu farklılıklara rağmen kısa ve orta vadeli hedeflerle dil birliğini sağlayan bir ortaklaşmalarını olanaklı kılmaktadır – seçim öncesinde ve sonrasında.
Akut bir tehlike olan iç savaş olasılığına karsı, bu savaşın yaşadığımız Avrupa kentlerini yangın yerine dönüştürmesini engellemek, Avrupa’nın demokratik kamuoyunu gelişmelere hassas kılmak, müttefik hâline getirmek ve AKP’yi durdurabilecek tek demokratik alternatif olan Emek, Demokrasi ve Özgürlük Blok’unu güçlendirmek, kaderleri ortaklasan Kürt ve Türk halklarının demokratik birlikteliğini desteklemek için ortaklaşmak, Avrupa’da yaşayıp, kendisine ilericiyim, demokratım, devrimciyim, sosyalistim diyebilmenin en önemli kıstası hâline gelmiştir. Ortak irade sergileyebilmek, Avrupa’da yasayan “bizlerin” en ivedi görevidir.
Bilinmelidir ki, Kürtlerin özgürlüğü bizim de kurtuluşumuz olacaktır.
Yarın, çok geç olabilir. Bunu engellemek kendi elimizdedir…