Haklı olarak tüm dikkatler, Tunus, Cezayir, derken Mısır, tam bu sırada, yeniden bir iç savaşın eşiğine gelen Lübnan üzerinde yoğunlaşmış durumda. Bu sırada, The Independent’de, Robert Fisk’in aktardığına göre, basına sızan belgeler, Filistin Yönetimi’nin, göçmenlerin geri dönüş hakkından vazgeçmiş, İngiliz mandası döneminin Filistin topaklarının yalnızca yüzde10’unu kapsayacak bir devleti kabul etmeye hazırlanmış olduğunu gösteriyor. Besbelli […]
Haklı olarak tüm dikkatler, Tunus, Cezayir, derken Mısır, tam bu sırada, yeniden bir iç savaşın eşiğine gelen Lübnan üzerinde yoğunlaşmış durumda. Bu sırada, The Independent’de, Robert Fisk’in aktardığına göre, basına sızan belgeler, Filistin Yönetimi’nin, göçmenlerin geri dönüş hakkından vazgeçmiş, İngiliz mandası döneminin Filistin topaklarının yalnızca yüzde10’unu kapsayacak bir devleti kabul etmeye hazırlanmış olduğunu gösteriyor. Besbelli ki, Bölgenin yapılanması içindeki çelişkiler kaynama noktasına ulaşmış, rejimlerine kabına sığamaz hale gelmiş durumda…
Ama tüm bunlara bakarken, şu sırada Avrupa’da yaşanan ve gelişmeye devam eden krizi, sertleşmeye başlayan sınıf mücadelelerini unutmayalım… Bu kriz hem türlü olanakları gündeme getiriyor, hem de dikkatle bakınca, emperyalizmden sınıf mücadelelerine kadar çok değerli deneyleri içeriyor…
Küreselleşmenin “mikro” modeli…
Artık geride kalmaya başlayan 30 yıllık dönem oyunca, Liberal entelijansiya bize hem küreselleşmecilik hem de Avrupa Birliği sattı. Birincisi engellenemez bir süreçti. İkincisi hem birincisinin parçası hem de ona ilişkin savları pratikte kanıtlayan bir gelişmeydi. Şöyle: Avrupa birliği içinde sınırlar, ulus devletler ortadan kalkıyor, tek ve bütünleşmiş bir ekonomi şekilleniyordu. Bu bir uygarlık projesiydi. Biz bunun bir uygarlık projesi değil hegemonya projesi, emperyalist blok oluşturma girişimi olduğunu anlatmaya çalışmıştık.
Şimdi hem küreselleşme, hem de Avrupa mali ve siyasi bir kriz içinde. Bu sırada Avrupa’ya bakınca, Avrupa krizinin de küreselleşmenin, onun bir “mikro” modeli olarak tüm çelişkilerini yansıttığını, sınıf mücadelesi dinamiklerine ve emperyalist ilişkilere ışık tutuğunu görüyoruz. Aynı zamanda önümüzde açılmaya başlayan dönemin nasıl bir şey olacağına ilişkin önemli ipuçlarını görebiliyoruz.
Avrupa’da sınıf mücadeleleri keskinleşiyor ve keskinleşme hızlanarak devam edecek. AB bir uygarlık projesi değil, kendi içinde bile emperyalist ilişkilerin egemen olduğu bir blokmuş. Şimdi bu emperyalist ilişkiler gündeme geliyor. AB projesinde Almanya bir hegemonyacı güç olarak yükseliyor. Bu sırada ABD’nin karşısında bir hegemonya adayı olarak yükselen Çin, AB içi hegemonya mücadelesine katılıyor…
AB kısa tarihi…
Tüm bunlara yakından bakmadan önce gelin AB’ni yakın tarihine 1985’de İmzalanan Avrupa Tek Senedi (Single European Act) adlı anlaşmada bu yana yaşananlara kısaca bakalım.
1980’lerin başında Avrupa büyük sermayesi, uluslararası rekabet gücünü kaybetmekte olduğuna, Avrupa ekonomisinin ABD ve İngiltere’de uygulanmaya konan neo-liberal program bağlamında yeniden yapılandırılması gerektiğini düşünüyordu. 1983 yılında Volvo Genel Müdürünün önderliğinde 17 Dev Avrupa Çok uluslu şirketinin genel müdürleri bir araya geldiler. Bu toplantı, birkaç sonra, 40 üyeli (şimdilerde 80), Avrupa Sanayicileri Yuvarlak Masası (ERT) adlı örgütün kurulmasıyla kurumsal bir yapıya kavuştu. ERT’nin üyelerinin hepsi Bilderberg toplantılarının sürekli üyeleriydi. Böylece Avrupa çapında etkin ve küreselleşme eğilimli sermaye grupları bir sınıfsal örgüte kavuşmuş oluyorlardı. Bu örgü, hemen büyük bir hızla AB komisyonlarını ele geçirdi. AB bölgesini, neo-liberal proje doğrultusunda doğrudan yönetmeye başladı. Avrupa Tek Senedi, bu yeni gelişmeyi yasalaştırıyor, ERT hegemonya sürecine destek sağlıyordu. Bu hegemonya projesi, bir başka acıdan bakınca, örneğin David Harvey’in kapitalist üretim tarzı ve mekân ilişkisiyle ilgili katkılarının ışığında, bir kapitalist mekân düzenleme projesiyle karşı karşıya olduğumuzu gösterir. Kopenhag kriterleri de bu bağlamda, örneğin Türkiye’de, ulusal ekonomiyi, AB mekân düzenlenmesi projesine göre yeniden şekillendirmenin yasal zemini olmuştur.
ERT’i projesi hızla ilerledi, kazanımlarını kalıcılaştıracak bir yasal çerçeve edinme çabasıyla AB Anayasası taslağında ifadesini buldu. Ancak bildiğiniz gibi Anayasa taslağı, hegemonya projesinin oligarşik yapısını, neo-liberal içeriğini gözler önüne serdi, bu nedenle de halk oylamalarına takıldı, kesin bir biçimde reddedildi. ERT’nin ulus devletler üstü hegemonya projesi de iflas etti. “Neo-liberal reform” projesini ilerletmek, kendi halkları karşısında meşruiyet sahibi olan ulus devletlerin bünyesine bırakıldı. Yeni bir süreç başladı. Bu süreçte önce Lizbon anlaşması ile neo-liberal proje, anayasa katından, devletlerarası anlaşmalar katına indirildi. Böylece neo-liberalizmin yasalaşması arka kapıdan içeri alınıyordu.
2007’de imzalanan Lizbon anlaşmasının ülkeler tarafından tek tek ve sorun çıkmadan kolaylıkla onaylanması bekleniyordu. Ancak, ilk kez oylanmaya sunulduğu İrlanda’da, 2008’de referandumda reddedildi. Görünüşe göre AB sürecinden “en çok yararlanmış” olan küçük bir ülkede dahi Lizbon anlaşmasını halka kabul ettirmek kolay olmayacaktı. O zaman Almanya-Fransa’nın bu duruma gösterdiği sert tepki, yeni bir hegemonya projesinin ve mücadelesinin de belirtisiydi.
İroni şurada: AB’den en çok yararlandığı ileri sürülen İrlanda, Lizbon anlaşmasına hayır derken, hızla son derecede sert bir mali krize yuvarlanmaya, AB süreciden elde ettiklerini hızla kaybetmeye başlamıştı. Bu yüzden mali kaynak gereksinimi artarken, 2009’de uçurum düşmeden az önce Lizbon anlaşmasını ikinci kez onayladı ve “evet” dedi İrlanda. Hâlbuki kriz tam o sırada bırakın İrlanda’nın kazanımlarının, tüm AB projesinin tehlikede olduğunu gösteriyordu…
2007/08 Mali kriz…
Mali kriz, sermaye brikim sürecinin uluslararası alanda istikrarının korunabilmesi için bir hegemonya ilişkisinin gerekli olduğunu bir kez daha bu kez AB süreci bağlamında gözler önüne serdi.
Kriz AB’yi vurunca, ilk dikkatimiz çeken gelişme, AB bürokratik yapısının ikinci plana çekilmiş, Almanya, Fransa ve İngiltere’nin ön plana çıkmış olmasıydı. Merkel, Sarkozy ve Brown ekranlarda boy gösterdiler, ama ortak bir kriz yönetim paketi üzerinde anlaşamadılar.
Bu sırada mali sermayenin temsilcileri, bu ülkelerin Merkez Bankalarına ve Maliye bakanlıklarına adet el koyuyor, hükümetlere, “ekonomiyi batırırız” diyerek şantaj yapıyor, trilyonlarca dolarlık fonu bankaların kurtarılmasına yönlendiriyordu. Böylece bankaları batıran genel müdürler de halkın vergilerinden bankalara aktarılan fonlar sayesinde, milyon dolarlık ikramiyelerini, hiç yüzleri kızarmadan alabiliyorlardı.
Şimdi, devam ederken, bu öyküyü ikiye ayırmak gerekiyor:
Bir taraftan sınıf mücadelesi, öbür tarafta sınıf mücadelesi ve emperyalist ilişkiler.
I) Sınıf mücadelesinin en çarpıcı öyküsünü İngiltere üzerinden anlatabiliriz. Son seçimlerde iktidara gelen Muhafazakâr -Liberal ittifak, bankaları kurtarırken oluşan mali açıkları halkın üzerine yıkmak için çalışanların haklarına yönelik olağan üstü bir saldırı başlattı. Bu saldırı, sağlık, eğitim, ulaşım, haberleşme, konut hakları alanlarında, kaynakları sonuna kadar kıstı, tamamen ortadan kaldırdı. Personelin işine son verdi. Buna karşılık esas olarak çalışanların üzerine yıkılan Katma Değer Vergisini de bu yılın başında yeniden arttırdı. İşsizlik, yoksulluk krizin etkileriyle zaten artıyordu. Çarşamba günü açıklanan veriler ekonomi yönetiminde şok etkisi yaptı. İngiltere ekonomisinin, 2010 yılının son üç ayında yüzde 0,5 büyümesi beklenirken, ekonomik büyüme eksi yüzde 0,5 olarak gerçekleşmiş, ikinci bir resesyon olasılığı artmıştı. Esas önemli olan, bu ekonomik daralmanın, h