Türkiye’de yargı pratiklerinin son derece sorunlu olduğu herkesin malumu. Birlikte yargılanan iki sanığın birlikte beraat etmelerine rağmen, ne hikmetse, sadece biri hakkındaki beraat kararının savcılık tarafından temyiz edildiği Pınar Selek davası gibi, insanı yargı üzerinden başka bir hesap mı görülüyor sorusu sorduran davalar var. Ergenekon davalarında ‘büyüklere’ dokunduğu için ayyuka çıkan eleştiriler var. Bunların arasında […]
Türkiye’de yargı pratiklerinin son derece sorunlu olduğu herkesin malumu. Birlikte yargılanan iki sanığın birlikte beraat etmelerine rağmen, ne hikmetse, sadece biri hakkındaki beraat kararının savcılık tarafından temyiz edildiği Pınar Selek davası gibi, insanı yargı üzerinden başka bir hesap mı görülüyor sorusu sorduran davalar var.
Ergenekon davalarında ‘büyüklere’ dokunduğu için ayyuka çıkan eleştiriler var. Bunların arasında en fazla şikâyet konusu olan, tutukluluk halinin hüküm kesinleşmeden fiili cezaya dönmesi.
İki buçuk aydan beri yazar Erdoğan Akhanlı da böyle bir dolaylı cezalandırma amacıyla cezaevinde tutuklu. Yirmi yıla yakın bir zamandan beri Almanya’da yaşayan, Türk vatandaşlığından çıkarılan, Alman vatandaşı olan ve ağır hasta olan babasını görmek için Türkiye’ye geldiğinde havaalanında tutuklanan Akhanlı’ya atfedilen suç, 1989 yılında İstanbul Tahtakale’de bir döviz büfesi soygununa karışmış olmak. Başarısızlıkla sonuçlanan soygun sırasında soyguna teşebbüs eden üç kişiden biri, döviz büfesi sahibini öldürmüş. Maktulun oğlu da o sırada olay yerinde olduğu için, tanıklığı son derece önemli.
Eldeki dosya bilgilerine bakınca, sol bir örgüt ve çevresine yönelik 1992’de yapılan bir polis operasyonunda üç yıldan beri faili meçhul kalmış bir soygunun bu örgüte mal edilmeye çalışıldığı kanısı ediniyor insan. İstanbul 1. Şube’nin o zamanlar pek sık yaptığı türden, faili meçhulü yakalanan üzerine yıkma operasyonu yapılmış olma ihtimali güçlü gibi gözüküyor.
Olay sırasında görgü tanıklarının soyguncuların eldivensiz olduklarını söylemelerine rağmen hiçbir parmak izinin alınmamış olması veya bu belgenin bilahare ortadan kaybolması dikkat çekici. Daha önemlisi, 1992 yılında soruşturma savcısının olayla ilgili tüm yazılarında bahsettiği fotoğraf teşhis tutanaklarında yer alan kanıtın çürüklüğü. Faili fotoğraf üzerinden tanıdıklarını söyledikleri belirtilen iki kişi de kendilerine zamanında herhangi bir fotoğraf gösterilmemiş olduğunu Akhanlı tutuklandıktan sonra verdikleri dilekçelerinde açıkça beyan ediyorlar. Bu iki kişiden biri, maktulün olay yeri görgü tanığı olan oğlu. Tanık 1992 tarihli tutanakta kendisine gösterildiği belirtilen fotoğrafı, ilk kez, Erdoğan’ın tutuklanmasından üç gün sonra, yani savcılığın tutanakta gördüğünü ve tanıdığını belirttiği tarihten 18 yıl sonra gördüğünü söylüyor! Ayrıca yeni gördüğü fotoğraftaki kişinin soygunculardan biri olmadığını belirtiyor. Üçüncü ilginç konu, 1992’de yapılan örgüt operasyonu ardından açılan davada zanlıların hepsinin bilahare DGM’de beraat etmiş olmaları ve bu hükmün Yargıtay tarafından onanmış olması. Ortaya soygunu örgüt adına birlikte düzenledikleri iddia edilen diğer iki kişinin haklarında açılan örgüt üyeliği davasından beraat ettikleri, tek sanıklı “Anayasal düzeni zorla değiştirmek amacıyla yağmaya teşebbüs ve adam öldürme” suçundan açılmış bir dava çıkıyor!
Olayın üzerinden 21 yıl geçtikten sonra Ağır Ceza Mahkemesi diğer gerekçelerin yanında, ‘delilerin toplanmamış olması’ nedeniyle tutukluluk halinin devamına karar verebiliyor. Ya da yukarıda aktarılan olguları dikkate almadan, “üzerine atılı suçu işlediğine dair suç şüphesinin varlığını gösteren olgular” bulunması nedeniyle tutukluluğu sürdürüyor. İnsan ister istemez tutukluluk kararında ısrarın arkasında ne yatıyor sorusunu soruyor.
Akhanlı’nın avukatı Haydar Erol bu veriler ışığında, yargının tarafsız ve bağımsız davranmadığını iddia ediyor. “Devleti koruma ve kollama görevini üstlendiğini göstererek, geçmişinde sol örgüt üyesi sabıkası bulunan, vatandaşlıktan çıkarılma gibi bir ‘ayıba’ muhatap olan, ülkedeki azınlık sorunlarına sahip çıkıp resmi ideoloji dışında görüşler ileri süren, insan haklarına sahip çıkarak faaliyetler sürdüren” Erdoğan Akhanlı’yı önyargılı bir duyguyla cezalandırmak istediğini iddia ediyor. İddia dosyasında yer alan bir dizi tutarsızlığı tek tek gözler önüne seriyor.
Gerçekten Akhanlı Almanya’da Ermeni sorunu konusunda uğraşan, roman ve hikâye kitapları yayımlamış bir insan hakları aktivisti. İnsan hakları konusundaki hassasiyeti nedeniyle, vahim insan hakları ihlallerinde zamanaşımı kurumunun çalışmasına karşı. Bu nedenle üzerinden 21 yıl geçmiş bir olayla ilgili zamanaşımının kendisi lehine yürütülmesinin talep edilmesini dahi istemiyor. Cezaevinden avukatına yazdığı mektupta şöyle diyor: “Yurttaşı olduğum Almanya’da cinayet zamanaşımına uğramaz. Yurttaşı olmadığım bir ülkenin yasalarına göre yargılanıyor olsam da, cinayetin zamanaşımına uğramaması gerektiği ilkesini benimsiyorum. Faili meçhullerin bir istisna değil, normal bir olgu gibi algılandığı bu ülkede zaman aşımına sığınmak istemiyorum. Çünkü cinayet, ister siyasi, ister başka motiflerle işlensin, açığa çıkarılması, cezalandırılması gereken bir suçtur”. Bunun insani ve toplumsal bir sorumluluk olduğunu ifade eden Erdoğan Akhanlı, zamanaşımı gerekçesiyle serbest bırakılmayı değil, takipsizlik veya beraat talep ediyor.
İnsan haklarına saygılı bir Türkiye yolunda sadece yasaların değişmesine değil, yargının zihniyet değişimine acil ihtiyaç var.