Bu topraklarda -tahminimce- üçüncü kez denenen yeni bir durumun kokusu duyulmaktadır. Bu durum aslen yeni tür bir siyasi-yapı kopuş(u) olarak tanımlanabilir. 89 bahar eylemlilikleriyle işçi sınıfı tarafında sekteye uğratılan günümüz siyasi dönemine kadar sarkan bir süreç yaşanmıştır. Bugün tekrar o dönemin şiddetli kopuşunun yeniden sahnelenmesini izlemekteyiz. Toplumsalın ve ekonominin bir tür siyasallaşması ile birlikte gelen […]
Bu topraklarda -tahminimce- üçüncü kez denenen yeni bir durumun kokusu duyulmaktadır. Bu durum aslen yeni tür bir siyasi-yapı kopuş(u) olarak tanımlanabilir. 89 bahar eylemlilikleriyle işçi sınıfı tarafında sekteye uğratılan günümüz siyasi dönemine kadar sarkan bir süreç yaşanmıştır. Bugün tekrar o dönemin şiddetli kopuşunun yeniden sahnelenmesini izlemekteyiz. Toplumsalın ve ekonominin bir tür siyasallaşması ile birlikte gelen başta ilerici görünen bazı safsataları da içermektedir. Buna kısaca post-modern siyaset evresi diyebiliriz.
Post-modern siyasetin olumlu gibi görünmesini sağlayan birçok olgu vardır. Ülkemizde bu işin gerçek bir temsilcisi olarak Taraf gazetesini ele alabiliriz. Taraf gazetesi çıktığı günden beri -ne dersek diyelim- birçok sarsıcı işe imza atmış bulunmaktadır. Ancak temel olarak hareket ettiği birkaç “toplumsal gibi görünen” damar bulunmaktadır. Kendisi buradaki siyasi aktörlüğünü bu toplumsal gibi görünen durumları siyasallaştırma eğilimi içerisindedir. Kürt sorunu, ordu sorunu, Alevi sorunu vs. Buraya kadar pek bir sıkıntı yok gibi. Hatta olması gerekenin yapılıyor oluşu gibi. O yüzdendir ki birçok “ilerici” parsel, kendini bu gazetenin siyasi durumuna yakın hissetmektedir (Taraf gazetesinin yanına hükümeti ve politik organlarını da ekleyebiliriz). Velhasıl gözden kaçırılan bir noktalar zinciri vardır ki uzun vadede çok derin sorunlar yaratacı su götürmezdir. Bir nokta olarak şunu sayabiliriz; siyasetin oluş şeklinde yani birçok temel olgunun politikleştirilmesi sürecinde, olguların ana kökenini göz ardı edip, sorunu farklı bir boyuta taşımaktır (örneğin; Kürt sorunun duygusallaştırılması ve olgunun politik öznelerinin olgunun dışında gibi gösterilmesi). Ve bu durum aslen yeni bir dil kurar. O dil kendini meşrulaştırır ve nesnelleştirirse -ki bugün durum böyledir- etraftaki diğer politik öznecikler kendini politik arenada bu fikriyata duruşuna göre şekillendirir. Buna karşı bir tutumda gerçekleştirilebilir, yani demek istediğim siyasi-program olarak merkeze bu karşı-tutum yerleşir (MHP ve CHP’yi ve bazı “ilerici hareketler”i bu bağlamda kabaca sayabiliriz. Karşı duruş noktaları farklı zeminlerde ve mücadelelerde olabilir. Aynı kafadadırlar demiyorum). Ancak her ne olursa olsun, nasıl bir karşı zemin olursa olsun bu duruş, bu post-modern söylemin yani kısacası iktidar söyleminin olumlanması olarak karşımıza çıkacaktır. Çünkü söylemin kendisinin mücadele zemini içinde direk, doğrudan, merkezden alınması mücadele edenin içerisine de aynı imgeyi katar. Katmak zorundadır. Sonra bir bakarsınız “marksist” hareket bir anda post-modern söylemler içerisinde yoğrulmaktadır.
Referandum meselesine gelince,bu meseleyi post-modern iştiraktan bağımsız düşünmek ciddi bir ahmaklık olacaktır. Söylemin kendisi aslen “demokratik buluşun” eseridir. Yani burjuva demokrasisi söylemi olarak oylama sisteminden bahsediyorum. Post-modern iştirak, söylemi yaratmış ancak kendisi de bir taraf seçmiş durumdadır. Bunu iktidarın seçimi gibi algılayabiliriz. Ancak bu tam olarak bir yanılgıdır. Çünkü aslen iktidarın seçimi “oylama sistemi” olarak adlandırılan “demokratik” süsü verilmiş bombadır. Kendisi temel sorun olarak bir darbe karşıtı anayasa referandumu olarak vuku bulmuştur. Burada perde arkasına atılan, bir özne yine siyasallaştırılırken (Kürt sorununda olduğu gibi) aynı paradigma ortaya çıkıyor. Bir halk anayasası “referandum” ile kurulabilir mi? Kurulursa ne kadar halk anayasası olabilir? İlerici bir hareket-birey olarak iktidarın bu post-modern mistifikasyon içerisinde sunduğu anayasa ne kadar merkezimizde olmalıdır?
Kuşkusuz yukarıda da belirtildiği üzere bu soruların cevabı aşikardır. Yani meseleye şuradan bakılmalıdır; sandığa gidiş, evet, hayır hatta yeni yapılacak anayasa için boykot seçenekleri iktidarın yarattığı bu post-modern söylemin onaylanması hatta yeniden üretilmesi değil de nedir? Evet, belki hayır diyen, evet diyen ya da doğru bir anayasaya kadar boykot diyen ilericilerin tavrı kısa süre için pragmatik olarak düşünülebilir. Ancak uzun vadede yaratacağı yapısal sorunlar derin ve dönüşü imkansız olacaktır. Çünkü hareket bir kez iktidarın arpasını yemeye görsün.
İktidarın kendisi hayır’ın da propagandasını mümkün kılar çünkü hayır’a karşı değildir. Hayır’ın hiçbir biçimine karşı değildir.
Takınılacak tavır olarak ise bir 4. Yol olarak boykot söylemi, elbette “yeni bir anayasa değişikliği olursa evet deriz” söyleminden öte bir boykottur. İktidar söylemini, ele geçirmekten ya da onu taklitten öteye onu yıkmak üzerine kurulu olmalıdır. Çünkü yarının inşaası böyle olacaktır. Var olanın üzerine değil, var olanı yıkıp yenisini kurarak olacaktır.
Tabii “senin etin ne kemiğin ne, bırak bunu da hayır de” söylemi vardır, bana ironi dolu gelir. Çünkü dünya üzerindeki ilerici güçler sayısal ve politik güçler niceliksel olarak oldukça azdır. Ya da söyleme yön veremiyorsak yeni bir söylem yaratıp bunu örgütlemeyip iktidar söylemine yaklaşmak daha mı doğrudur?
İlerici bir arkadaşıma tavrımı anlattığımda bana yeni anayasadaki kötü hallerden ve yaratacağı kötü sonuçlardan bahsedip eğer evet çıkarsa vicdan azabı duymayacak mısın, diye sordu. Ancak kendisi bugünkü anayasaların tamamının burjuva anayasası olduğunu unutmuş olacak ya da verilen mücadelelerin anayasalardan referans alınarak yaptığını sanıyor olacak ki böyle bir soru sordu.
Velhasıl net olarak duruşun tutarlılığı ve netliği önemlidir. Yapılması gereken onları ve yaptıkları anayasayı deşifre etmektir. Mücadeleyi iktidarın tüm ağlarını deşifre etmek ve onlarla mücadele ederek kurmak gerekir. İktidarın ağının içinde oluşan mücadelenin geleceği tarihsel örneklerle malumumuzdur. Yolumuz açık ola.
Not: Tekel işçilerinin durumunda basının ve bir kısım solcuların yaptıkları hamasi ve post modern tutuma bakılarak elde edinilecek kazanç ve kayıplar haneleri daha uzun vadede kendini gösterecektir. (Tekel işçileri soğukta bekleyen ve üşüyen işlerini kaybetmiş işçiler değil iktidar ekonomisinin her yerde yarattığı yıkımın bir simgesidir.) Ayrıca hayır vicdan azabı duymayacağım.