12 Eylül’deki, anayasa değişiklik paketi referandumuna az bir süre kaldı. Tarihin belli olmasından kısa bir süre önce, hatta ondan da evvel; zaten kim, ne oy vereceğini açıklamıştı. Ancak, geldiğimiz noktada, özellikle de AKP ve CHP arasındaki iktidar yarışından kaynaklı, iş, referandumun içeriğinden ziyade, “taraf”ların niteliğini sorgulamaya dönüştü, ki, bu bizce gayet de olumlu bir şeydir. […]
12 Eylül’deki, anayasa değişiklik paketi referandumuna az bir süre kaldı. Tarihin belli olmasından kısa bir süre önce, hatta ondan da evvel; zaten kim, ne oy vereceğini açıklamıştı. Ancak, geldiğimiz noktada, özellikle de AKP ve CHP arasındaki iktidar yarışından kaynaklı, iş, referandumun içeriğinden ziyade, “taraf”ların niteliğini sorgulamaya dönüştü, ki, bu bizce gayet de olumlu bir şeydir. Ancak bu olumluluk, gün itibari ile gücü elinde bulunduranların, hükümet ve yandaşlarının, olmayan meşruiyetlerini yaratmalarına da yol açabilir, açıyor. Bunu tersine çevirmek de, solun görevi elbette. Zira AKP, niteliğinin ve de yapısının tartışılmasından çok rahatsız ve bu rahatsızlık, izlediğimiz üzere, mütemadiyen saldırganlığa dönüşüyor. AKP’liler, sıcağın da etkisiyle, bazen dengelerini yitirip, asıl düşüncelerini ağızlarından kaçırabiliyorlar. Onlara göre, referandumda “evet” dememek, vatan hainliğine eşdeğer. Tayyip Erdoğan’ın ağzından söylersek, “hayır” cephesini oluşturanlar; komünistler, statükocular, çeteler, yargı kurumları ve terör örgütleri. Aslında bu tespit, içinde bulunduğumuz dönemi, soldan yorumlamakta zorlananlar için bir handikap, ama yine solda bulunanlarca da bir avantaj. Buna ileride değinmek kaydıyla, şimdi, “evet” cephesine dair birkaç tespitte bulunmakta fayda var.
Oylanacak pakette nelerin olduğuna dair, “hayır”cılar, önyargı ile hareket etmekle suçlanıyorlar, bilindiği üzere. Fakat, maddelerin hukuki açıdan nitelikleri bir yana, AKP’nin, bu değişikliğe niye ihtiyaç duyduğu, bunlardan sadece birkaçı ile bile ortaya çıkıyor. Bu yüzden, “hayır” demek için, çok derin anayasa bilgisine falan da gerek yok. Askeri yargı, YAŞ, Anayasa Mahkemesi, Yüce Divan ve HSYK’ya dair yapılacak değişiklikler, tam da AKP’nin yapısal ihtiyaçlarından kaynaklanıyor ve de AKP, geçtiğimiz sekiz yılda kendisine engel çıkaran tüm bu unsurları etkisizleştirmek istiyor. Dikkat edilirse bunlar, AKP’ye devlet içinde bir kurumsal muhalefet üretebilecek yegâne odaklar. Şunu baştan kabul etmemizde fayda var: Son dönemdeki tüm ivmesi ve de toplumsal meşruiyeti bir yana, sol ve sendikal muhalefet, henüz AKP’yi durdurabilecek güçte değil. Kendilerini ulusalcı olarak tarif edenlerin, AKP’ye karşı, tabii ki geleneksel imkânlarını da kullanarak, daha etkili bir karşı duruş sergilediklerini söylemekte bir sakınca yok. Burada, ulusalcılara ve ulusalcılığa dair, bir açıklamada bulunmak gerekiyor: “Kendilerini ‘ulusalcı’ diye tanımlayan kesimlerin (en azından önemli bir bölümünün), gerici/muhafazakâr Türk milliyetçiliği ve daha çok MHP ile aralarına mesafe koymak ve ayrı durmak istedikleri anlaşılıyor. Bu kavramı ve sıfatı kullananlar, emperyalizme karşı oldukları gibi, cumhuriyet değerlerine bağlı, laiklik ve aydınlanmadan yana olduklarını da ifade etmek ve böyle anlaşılmak istiyorlar. Genel olarak anti-komünist değiller. Ancak, Kürt sorununa bakışları hâkim ulus milliyetçiliğiyle aynı çizgide ve tutucu karaktere sahip… Bu yanıyla ulusalcıların anti-emperyalizmi de sınırlı ve yüzeysel bir politik tutumdur. Kapitalizme karşı mücadeleyi içermeyen bir anti-emperyalizmdir bu. Özetle, söz konusu akım aydınlanmacı ve modernist bir burjuva, daha çok da küçük burjuva ulusçuluğudur.” (Merdan Yanardağ, Ergenekon ve Sosyalistler, Sf. 178) Kısaca bu şekilde tanımlanabilecek ulusalcılık, artık herkesin kabul ettiği üzere, “Ergenekon” isimli tertip ile ve bürokrasinin içinde ve dışındaki tüm birimleri ile tasfiye ediliyor. Ama elbette ki, genel olarak “Batıcı-laik” kesime dâhil ulusalcıların, kurumsal veya kurumlar içindeki bireysel gücü, tam olarak kırılmış değil. Ve işte, AKP, yüksek yargı ve de TSK içindeki son direniş mevzilerini de, bu anayasa değişiklik paketi ile etkisizleştirmek istiyor, dahası, buna dair bir zorunluluk hissediyor.
Peki, bu değişiklerin tek amacı bu mu? Elbette ki değil. AKP’nin, elinde bulundurduğu yürütmeyi, klasikleşmiş devlet düzenini değiştirerek, icraatları tartışılmaz bir seviyeye getirmeyi amaçladığını da biliyoruz. Bu ise, yukarıdaki amacını da kapsayarak, fakat onu aşarak, bugüne dek sürdürdüğü ve bundan sonra da devam ettireceği, dinci ve piyasacı dönüşümleri, önceki dönemden çok daha rahatlıkla uygulayacağını, bariz biçimde bize gösteriyor. Tüm bunlar ise, AKP ve yandaşlarınca, reform, askeri vesayete karşı mücadele, yargıyı siyasallıktan kurtarma, demokratikleşme, normalleşme gibi; hiçbir anlam ifade etmeyen sözcüklerle süsleniyor ve halka anlatılıyor. Elbette ki, askerden ve yargıdan, bugüne dek, işlerine taş koydukları için, intikam aldıklarını; imanlı patronlara faydalı düzenlemeler yaptıklarını söylemelerini bekleyemeyiz AKP’den; zaten bu, burjuva siyasetinin mantığına ters ve bunları gerçek anlamlarına kavuşturmak ya da anlamsızlığını göstermek, yine bizim işimiz. Ve de, bugün solun büyük bölümünün bu çabaya girişmiş olması, ayrıca sevindiricidir.
AKP’nin, niyetini açıkça söylemesini beklemek saçma olacaktır dedik, fakat iş bununla da bitmiyor. Yani, AKP bu konuda oyunu kuralına göre oynuyor ancak, bununla da yetinmeyip, “yeni oyun”lar ve “yeni kural”lar icat ediyor. Hatırlayalım, Başbakan, referandum kampanyasına, 12 Eylül askeri darbesi ile hesaplaştıklarını iddia ederek başlamış ve o kirli ve sahte gözyaşlarını, idam edilen gençler için akıtmıştı. Bu, aslında, AKP’nin ikiyüzlülüğü ile de açıklanabilecek bir olay değil. Her zaman söylediğimiz, AKP’nin klasik bir sağ parti olmama hali, burada da söz konusu. AKP’nin iktidara gelişi ile, arada kesintiye uğrayan, karşı-devrim süreci, tüm hızı ve de önlenemezliği ile, yeni bir boyut kazandı. Ülkemizin tarihi, tersine çevrildi; kara “ak”, ak “kara” oldu. Devrimcilik darbecilikle, sosyalistlik milliyetçilikle eşitlendi. Tüm ilerici mücadele tarihimiz, bir anda gericilerin ideolojik dezenformasyonu ile, yok sayıldı. Solcuların her anlamda bedel ödeyerek yarattığı aydınlık, sağcı karanlıkla yok edilmeye çalışlıyor. Düşünün, AKP’liler, Beşiktaş’ta “evet” kampanyaları dâhilinde, Erdal Eren ile Muhsin Yazıcıoğlu’nun resimlerini, “12 Eylül mağdurları” başlığıyla yan yana sergiliyor! Evet, pespayelik, alçaklık bu raddeye varmış durumda; katil ülkücü faşistler, devrimci mücadelemizin şehitleri ile aynı konumda!
Bu, 12 Eylül’le hesaplaşma palavrasının bir yönü daha var. “Evet” cephesinde yer alan, Saadet ve Büyük Birlik Partisi, normal şartlarda, AKP’ye muhalif kanatta bulunurlarken, bu tip, tarihi bir dönemeçte, nedense AKP’yi destekliyorlar. Bu üç partinin de, önceliklerinin din olduğunu, dincilerin de 12 Eylül’de hiçbir “darbe” almadıklarını, dahası, “darbeyi fırsata çevirdiklerini” biliyoruz. Dolayısıyla, bu üçlünün, hiçbir şekilde darbecilerle hesaplaşma gibi bir derdi olamaz. Bu “evet”, SP ve BBP açısından, ancak, toplumun AKP eliyle muhafazakârlaştırılmasına verilen bir onaydır. Keza, ılımlılaşmamış İslamcı ve de anti-emperyalist, anti-kapitalist olduklarını belirten İBDA çevresi, her ne kadar AKP’yi her daim sert biçimde eleştirse de, referandumda “evet” diyor. Yayın organlarından BARAN dergisinin, 29 Temmuz 2010 tarihinde çıkan sayısının kapağındaki, “Hesaplaşılacak asıl darbe 12 Eylül değil, 28 Şubat’tır!” tespiti önemlidir. Bu çevrenin “evet”i de, diğer “evet”çi sağcılar gibi, AKP’nin anayasasına değil, dinci karakterinedir.
Daha önce de, bu rezilliğe “taraf” olmakta hiçbir beis görmeyen ve yabancı vakıflardan, Soros’tan yıllarca fon alan; fakat hala ve hala, kendilerine hiç utanmadan solcu diyebilenlerin, kurumsal olarak, “evet” d
eme gerekçelerine değinmiştik. Bu yazıda da, aynı güruha mensup, ama “bağımsız” ve popüler birkaç kişinin söylediklerini buraya aktaralım. Orhan Pamuk örneğin, “evet” oyunun gerekçesini, “Anayasa’nın kabul edilmesi durumunda darbe dönemi yöneticilerine yargı yolunu açabileceği, yargı süreci başlamasa bile referandum sayesinde 12 Eylül’ün vicdanlarda mahkûm edileceği” şeklinde açıklamış. Pamuk, 12 Eylül’ün zaten vicdanlarda mahkûm edildiğini ve AKP’nin de bundan nemalanmaya çalıştığını görmezden geliyor ve darbecileri yargılıyoruz yalanını meşrulaştırıyor. Yine Sezen Aksu, “eksiklerine rağmen” AKP’nin paketine “evet” diyecekmiş ve de “çok daha kapsamlı ve özgürlükçü nihai şeklini alana kadar” da “evet” demeye devam edecekmiş. AKP’ye “evet” diyerek, özgürlükçü bir anayasanın önünün tıkandığını, nasıl anlatsak acaba Aksu’ya? Lale Mansur ise, bu değişikliklerle “askeri vesayetten çıkılacağı” ve de “12 Eylül anayasası ilk kez delindiği” için “evet” diyecekmiş. Bravo doğrusu; mevcut anayasa onlarca kez delindiğinden bihaber olan Mansur, Radikal İki‘de okuyup ezberlediği, fakat anlamını bildiğinden şüphe duyduğumuz “askeri vesayet”e karşı mücadele ettiğini düşündüğü AKP’yi destekleme adına, “evet” diyormuş! “Liberal sol” diye adlandırdığımız kesime yakınlık duyan bu ve benzeri sanatçıların bu söylediklerini göz önünde bulundurursak, ortadaki cehaletin ve de “yandaş”lığın, dizden çok daha yukarılarda olduğunu söyleyebiliriz.
Başlıktaki mevzuya, yazının başında, sonra değineceğimizi söylediğimiz konuyla beraber, şimdi gelebiliriz. Bugün artık AKP, düşmanlarını gayet iyi tespit ve analiz etmiş durumda. Ulusalcılar, Kürtler, Aleviler ve de tabii ki sosyalistler; AKP’nin hedef tahtasında. Ancak, bunun nasıl dillendirildiğine değindik; Başbakan, “hayır”cıları sayarken çete, örgüt, terörist vb. sözcükleri kullanıyor, AKP’ye zarar verme potansiyeli bulunan bu unsurları, sağcı halk kitlelerinin gözünde hem eşitliyor hem de değersizleştiriyor. Solun bazı çevrelerinin, referandumu “boykot” edeceğini açıklamasının nedenlerinden biri, tamamen bu birliktelikten duyulan rahatsızlık. Örneğin CHP’nin “evet” diyeceği bir ortamda, soldaki “hayır” cephesinin daha büyük olacağı kesindi. Oysaki, sosyalistler olarak, bugün böyle bir geride durma, “Yiyin birbirinizi!” deme lüksümüz yok. Evet, yukarıda söyledik, bu değişikliğin en büyük sebeplerinden biri, devletin içindeki muhalifleri, yani ulusalcıları tamamen tasfiye etmek; ancak, yine belirttik, bu iş bununla sınırlı değil. Üniversiteleri kısmen, polis teşkilatını tamamen ele geçirmiş; Ordu ile eskisi kadar sorun yaşamayan, çünkü bu kuruma söz geçirebilecek güce erişmiş bir AKP’nin, önemli bölümünü elinde bulundurduğu yasama ve de neredeyse sınırsız yetkilerle donatılmış bir yürütme ile, her icraatına “evet” diyecek bir yargıyı da yaratarak, önümüzdeki dönemde neler yapabileceği, geçen sekiz yıla bakarak rahatça görülebilir. Dinciliğin iyice meşrulaştığı bir toplum, piyasacılığın önlenemeyeceği bir ekonomi, muhalefetsiz bir siyasi ortam, tam anlamıyla bir baskı ve şiddet unsuruna dönüşen bir devlet; AKP eliyle artık alenen tesis ediliyor ve bu değişiklik de, tüm bunları anayasallaştırıyor. Hal bu iken, sosyalistler, bu dönüşümü, nasıl olur da, “egemenler arası mücadele” olarak algılayabilir? Nasıl olur da referandumu, sivil toplumcu, liberal cenahın dilinden düşürmediği laflarla değerlendirebilir?..
İşin bir boyutu daha var. Radikal‘den Yıldırım Türker, açıkça yazdı: “Bu oyunda Kürtleri oynatmıyorsanız ben de oynamıyorum.” Evet, solun bazı kesimleri de, bu gerekçeyle, yani Kürtlerin boykot kararını desteklemek adına böyle bir karar aldılarsa, bu da en az yukarıdaki kadar yanlış bir tavırdır. Solun referanduma ve de daha pek çok konuya dair tutumu, Kürtlerle zaten epeydir, farklı seyrediyor. Kürt hareketi ile sosyalist çizgi arasındaki açının gittikçe genişliyor olduğu malumumuz; bu sebeple, solun referanduma bakışı, ülkemizin Türk ve Kürt emekçileri üzerinden şekillenmelidir, ki, bu da bizi “hayır”a götürüyor.
Son olarak, AKP’nin, 2011 seçimlerinde kazanacağı olası bir “zafer”, AKP’yi artık yıkılamayacak bir parti konumuna eriştirecektir. Zira AKP o zaman, anayasanın 26 maddesini değil, tamamını değiştirecek; ikinci cumhuriyeti, hukuken de kurmuş olacaktır. Ve fakat, şu an, AKP’yi tökezletecek, AKP’nin politik gayri meşruluğunu pekiştirecek, toplumdaki huzursuzluğu somutlaştıracak, sola ve solculara özgüven sağlayacak bir fırsatımız var: 12 Eylül referandumu. O gün çıkacak bir “hayır”, sadece bu partiye değil, mevcut anayasayı da 30 yıl evvel güle oynaya karşılayan patronlara, AKP’nin hamisi ABD’ye, liberal şarlatanlara, solcu geçinen fonculara da okkalı bir tokat olacaktır! Ve bu da, AKP’nin sonunun başlangıcını teşkil edecek, yukarıdaki 2011 tespitini de geçersizleştirecektir. Böyle bir sonucun onuru da, elbette ki “hayır” diyenlerin olacaktır. Sol, bu yüzden, bütün gücüyle, “HAYIR” demelidir!
alpererdik@mynet.com