İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Amerikan emperyalizminin dünya sosyalizmini kuşatmak, Sovyetler Birliği’nin yükselişini durdurmak amacıyla askeri, mali, istihbarati, kültürel kuruluşları ve sivil örgütleri eliyle geliştirdiği Soğuk Savaş stratejisine dayanan “Yeşil Kuşak” projesinin suç aleti Gladyo örgütlenmesinin bizim topraklarımızdaki versiyonlarından biri olan Komünizmle Mücadele Dernekleri içinde yuvalanıp yetişen, ağırlıklı olarak büyük burjuvazinin eteklerinde palazlanan Anadolu sermayesine tutunmuş […]
İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Amerikan emperyalizminin dünya sosyalizmini kuşatmak, Sovyetler Birliği’nin yükselişini durdurmak amacıyla askeri, mali, istihbarati, kültürel kuruluşları ve sivil örgütleri eliyle geliştirdiği Soğuk Savaş stratejisine dayanan “Yeşil Kuşak” projesinin suç aleti Gladyo örgütlenmesinin bizim topraklarımızdaki versiyonlarından biri olan Komünizmle Mücadele Dernekleri içinde yuvalanıp yetişen, ağırlıklı olarak büyük burjuvazinin eteklerinde palazlanan Anadolu sermayesine tutunmuş ve görkemli sol uyanışa karşı zehir kusan “Milli Görüş”cü ideolojinin militanlarınca küreselleşme devrinde kurulmuş, kökten dinci hareketin legal formda ete-kemiğe bürünmüş partisidir.
Türkiye’yi tam bir Amerikan eyaleti rotasına oturtarak, emperyalist sisteme perçinleyen misyoner Kemal Derviş’in kurduğu dengelerle bir müddet idare eden AKP’nin ekonomi-politikası çarşafa dolanmıştır. Para oyunlarıyla sürdürülen saadet zinciri kopmuş, sosyo-ekonomik yaşam felç sürecine girmiştir. Kürtleri daha fazla din şırınga ederek, ya da “bir tutam demokrasi” ile tatmin etmek olanaksızlaşmış, Alevilerin “üvey evlat” muamelesine razı olmayacakları anlaşılmıştır. Çağdaşlık, sünni sembol ve kalıplar kadar, alevi kutsallarına da özgürlük talebi arasında sıkışmıştır. AKP, çifte standart maskesiyle idare edemez noktaya gelmiştir. Türkiye mezhep ve etnisite fay hattında hızla bir kaosa sürüklenmiştir. AKP’nin “istikrar” kılıcının bir kırılganlık kalkanı olduğu ortaya çıkmıştır.
Böyle durumlarda, çıkışı; merkezdeki kuvvetlerden “demir yumruk”ta, merkezkaç kuvvetlerden ise bireysel şiddeti körüklemekte arayan eğilimler ön plana çıkabilmektedir. Bu açıdan ülkemizin yakın geçmişi zengin bir laboratuardır.
AKP’nin cürmü
AKP iktidarının ikinci yönetim döneminin başlarında Türkiye, tekrar IMF’ye muhtaç duruma düşmüş, ya da IMF’nin kısır döngüsüne mahkum olmuştur: yani, IMF’siz IMF bir başarı sayılmaktadır. Oysa, büyüme eksi istikamete döndü. İşsizlik oranları resmi rakamlarla %15’e yakın düzeyde seyrediyor. Gelir dağılımı en bozuk ülkeler sıralamasında ilk üç arasındayız. Sosyal sınıflar arasındaki eşitsizlik/dengesizlik uçurum halini aldı; sömürü derinleşti; açlık sınırının ve yoksulluk sınırının altında yaşayanlar çoğaldı. Çalışma hayatı, kayıt dışılığın, örgütsüzlüğün, ucuz emeğin, güvencesizliğin sarmalında köle kamplarından farksız. Yatırım ve üretimden vazgeçildi; tüketimcilik körüklendi. Köylü toprağından koptu; toprak belli ellerde toplandı; köylünün, sabit gelirlilerin milli gelirden aldığı pay azaldı; tarımsal girdiler pahalandı; ürün ucuzladı. İhracat %80 civarında ithalata bağımlı hale geldi; dış borç artı; cari açık riskli sınırlara dayandı. Kamu malları yabancıların eline geçti; özelleştirme, yabancılaştırmaya dönüştü. Dışa bağımlılık dönülmez noktaya ulaştı. Özünde halkı devlete bağlayan egemenlik araçları niteliği taşıyan, piyasayı denetleme-düzenleme ve sosyal destek rolü de gören kamu malları yandaş gruplara satıldı. Dizginsiz bir piyasaya teslimiyet yaratıldı. Sağlık, eğitim, sosyal güvenlik başta olmak üzere temel kamusal hizmet alanlarında ticari anlayış ön plana geçti; sosyal haklar budandı; sosyal devletin mezarı kazıldı. Enerjide yerli üretim tasfiye edildi; tek kaynağa, tek bölgeye bağımlılık artı, fiyatlar pahalandı.
AKP iktidarının sekiz yıllık yönetiminin sonunda Türkiye; askerine çuval geçirilen, askeri en önemli ihraç malı olarak telâkki edilen, üslerinden Amerikan uçaklarının havalandığı, boğazlarında Montrö’yü çiğneyip geçen savaş gemilerinin cirit attığı, Akdeniz’in sularında Gazze’ye insani yardım götüren gemilerine İsrail’in haydutça taçizde bulunduğu, Avrupa Birliği komiserlerinin aşağılayıcı demeçlerine muhatap kalan, BOP’un eşbaşkanlığı görevini üstlendiğini övünçle açıklayan, cehaletiyle ünlü, akıl sağlığına güvenilmez bir başbakana sahip. Bölünmüş Türkiye haritalarının elden ele dolaştığı, Avrupalılaşma rüyası hüsranla biten Kıbrıs’ta işgalci yaftasını içine sindiren, kukla aşiret devletini, kısaca Barzanistan’ı fiilen tanıyan, Kafkaslarda Amerikan ajanlığına teşne, Gümrük Birliğiyle ekonomimizi çökerten Avrupa’nın hâlâ yardakçılığını yapan, toplumsal dokumuzu aşiret, etnisite, mezhep temelinde çözen dayatmalara boyun eğmiş, ezik, vasat bir ülke durumuna sokulduk.
Katılımcılığı kısıtlayarak demokrasiyi bir sayılar -dileyen çoğunluk diyebilir- diktatörlüğüne, Yalçın Küçük’ün yaratıcı kavramlaştırmasıyla ‘tekelokrasi’ye dönüştüren (aslında, ister istemez, bir taraftan da demokrasinin aslına dönüşü deşifre olmuştur); halkı dışlayan seçim yasası, partiler yasası ve milletvekilliği dokunulmazlıkları gibi temel yasalara dokunmayan; yasama- yargı- yürütme erklerinin yürütme lehine tekleşmesini pekiştiren yasal, anayasal düzenlemeleri yürürlüğe koyan; devletteki yoğun partizan kadrolaşmalarla liyakati yıkan, kamu kurumlarına güdümlülükten öte hak tanımayan sözgelimi, YÖK’ü, Cumhurbaşkanlığını, TRT’yi ele geçirince karşıtlığı son bulan- bir hükümet örneğidir AKP.
Özellikle emperyalist entegrasyona hizmet eden, küresel yönetimi kolaylaştırıcı, sermayenin akışkanlığının önündeki engelleri temizlemeye yönelik yasal düzenlemeler uygulamaya konuldu. Uluslararası sermayeye, eş-dost çevresine, tarikatçı oligarklara muazzam servet transferleri yapıldı, Siyasi yetki ve konumlar kişisel/ailesel menfaat edinmek için kullanıldı.(Alidiboculuk, siyaset dilimize akepe’nin hediyesi oldu). Dolar milyarderi artışında rekorlar kırıldı. Kültürel yozlaşma, ahlaki kirlenme diz boyunu aştı. Bireycilik, köşe dönmecilik, aç gözlülük kokuşma aşamasına geldi. Laikliğe, kamuculuğa, aydınlanmaya karşı saldırılar tırmandırıldı; Cumhuriyetin, ulusun tarihi değerleri ayaklar altına alındı; toplumu muhafazakârlaştıran uygulamalar yaygınlaştı. Hukuksuzluk, kuralsızlık himaye görür oldu. Faşizan, mafyatik usulde tutuklama ve yargılamalar, dinleme ve izlenmeler sıradanlaştı. İşkence olayları, hak ihlalleri, suikastlar, şoven şiddet ve pusu, dini cinayetler, iş “kazaları” toplumun üstüne bir kara bulut gibi çöktü.
Soygun çarşısında cambaz
Makyaj kabilinden bir takım değişikliklerle, ‘bir parmak bal’ türünden yardımlarla, darbecilerle hesaplaşma adı altında özünde tahkim edilen ama sıkıştıkça öne sürülen darbeci rejim şantajlarıyla ya da halkın değer ve inançları, utanmazca, siyasete malzeme yapılarak halk uyutuldu: Din-iman vaazları, şike zaferler, sanal eğlencelerle adeta soygun çarşısında marifetlerini sergileyen bir cambazı seyre dalmışken cepleri boşaltıldı; ceplerini boşaltanı fark etmesi zorlaştı halkın.
Evet, AKP 3Y’den (yoksulluk+yolsuzluk+yasaklar’dan) beslenen, alâmet-i farikası 3T’de (tarikat+takıyye+teslimiyet’de) saklı bir partidir. AKP, Türkiye’de ortaçağ düzenini yerleştirme, Cumhuriyeti yıkım partisidir. Bu, Anayasa Mahkemesi’nin AKP’yi laisizm karşıtı, dolayısıyla Cumhuriyet düşmanı hareketlerin odağı ilan eden kararıyla da tespit ve tescil edilmiştir. Cumhuriyet, tarihsel ilerlemenin doruklarındandır, bizim yolumuz ve yönümüz buradan daha ileriye doğru’dur. AKP’nin cumhuriyet karşıtlığının altında bir ulemalar rejimi özlemi yatmaktadır; bir ortak yanımız yoktur.
AKP, Eylülist şiddet sağanağının neoliberal-mukaddesatçı bulvarlarda döllediği gayri-meşru, sabıkalı bir partidir; barış, kalkınma ve adalet dersinden sı
nıfta kalmıştır. AKP, beynelmilel dinci-sömürgeci-despot ahtapotun bir koludur… AKP, Eylülist TİT’in (Türk-İslam Taarruzu’nun) çocuğudur; kimlik kartındaki TİT damgasını görmemek fazla saflık olur. Bu TİT, tarih içinde pek çok ilerici-yurtsever-sosyalistin kanını içen “Türk İntikam Tugayı” ile aynı soydandır; AKP’nin tarlasıdır. AKP, ‘iç’ ve ‘dış’ sermayenin blok iktidarıdır. AKP, doğuştan anti-komünist, işbirlikçi ve paraseverdir; ayrımcı, baskıcı, tekçidir. Yanlış hareketle doğru iş yapılabileceği hayaline kapılanlara, en yakın ve acı örnek İran olsa gerek.
AKP sorgulanmadan 12 Eylül’le hesaplaşılamaz
Tek başına AKP’nin eli ürünü anayasa değişiklik paketinin, kendisi de12 Eylül’ün ürünü AKP’nin diğer icraatlarından pek farkı yoktur: Tek parti devletini mutlak hâkim kılmak, bu yolda kendisine “pürüz” çıkaran kuvvetleri yeniden yapılandırmak, örtük faşist yöntemlerle “aykırılıkları” tasfiye ederken pasif halk desteğinin onayına dayanmak ve bunun için kara propagandayı kullanmak. Başka bir deyişle, kendisine kötülüklerden muaf bir tarih üstülük bahşetmek, iyi ve güzel olanı her şeyi fıtratında mündemiç göstermek, ‘temsili demokrasi’nin zaaflarının yerine halk dalkavukluğunu koymak, gerektikçe sol kisveye bürünmek ve; yalan, yanıltma, tersyüz etme, suçlama, acındırma malzemelerine başvurmak. İşte totaliter bir tipolojinin/akımın ruh halinden kesitler… Zaten, her yolu mubah saydıklarını, demokrasi trenine hedefledikleri istasyonda inmek üzere bindiklerini ağızlarından kaçırdıklarında itiraf etmiş olmadılar mı?..
12 Eylül ’80 darbesiyle kurulan rejim, salt bir maddeden, hukuki bir ayrıntıdan ibaret değildir; ekonomi-politik bir düzenleme, serbest piyasa düzenine geçiştir. Bu “geçişin” ideolojisini, oğlu İSO başkanı, kendisi AKP sıralarında milletvekilliği de yapan N. Yalçıntaş’ın başkanı olduğu zamanın Aydınlar Ocağı’nın hazırladığı ve Milli Güvenlik Konseyi’ne empoze ettiği Türk-İslam Sentezi’nde ve bütün amaçları toplumu görece daha demokratik haklarla tanıştıran ’61 anayasasından kurtarmaya, solu temizlemeye, pazar ekonomisinin yapı taşlarını döşemeye yönelik kotardıkları bir dizi anayasa konferanslarında; V. Koç’un hemen (3 Ekim1980) K. Evren’e yazdığı “Emrinize amadeyim” mektubunda; F.Gülen’in, “milletin kurtuluşu için Rahmetle tecelli saydığı” ve “Bu son hareketin mimarları(nı) … toplumu dirilmesi için bir kere daha silkelediler” diyerek andığı 12 Eylül değerlendirmesinde bulmak ve ABD’nin “Bizim oğlanlar başardı” çığlığıyla takdis etmelerinden anlamak mümkündür.* Dolayısıyla, ikinci 12 Eylül referandumuyla yeniden meşruiyet arayan 12 Eylül rejiminin payandası, uzantısı, kısaca 12 Eylül’le iç içe olan AKP’nin teşhiri önemlidir. Artık yeter! Bunların istismarcılıkları, düzenbazlıklar durdurulmalı, sahte 12 Eylül karşıtlığı üzerine geliştirdikleri taktikler boşa çıkartılmalıdır.
AKP’nin karnesi, toplumun vicdan aynasına, herhalde, kuşbakışı böyle aksettirilebilir. Her kim ki, bu karnenin bedelini yaşamında ağır bir şekilde ödüyorsa, AKP’nin aşımıza, işimize, inançlarımıza, bağımsızlığımıza, bütünlüğümüze, aydınlığımıza uzanan elini kırmak ve onu tarihin çöp sepetine atmak için uğraş vermelidir.
Hayır’da birleşmek
Tam da burada, sol içi birtakım alt, tali gerekçeler üreterek yahut da sol içi rekabetin ve eskide kalması beklenen tepkiselliklerin tuzağına kapılarak, solu kendisiyle çarpıştırmak isteyenlerin ekmeğine yağ süren konumlara düşülmesi tehlikesine karşı bir kat daha uyanık olmak durumundayız. Bu kapsamda, ilkin ” boykotçu” Kürt aktivistlerine şu paragrafı ithaf etmek istiyorum: Solun kendinde Türk ya da kendinde Kürt ile bir sorunu yoktur; Kürtlük ve Türklük, doğal ve çevresel, objektif bir olgudur. Sorun, kendinde Türkü/Kürdü kendisi için amaçlaştıran zihniyettir. Milliyetçilik de zaten bu zihniyetin tezahürüdür. Kategorik olarak bir milleti dost, bir milleti hasım bellemek bir ırkçılık hastalığıdır; tarih bilincinin, sınıfsal perspektifin ve diyalektik yöntemin penceresinden bakıldığı sürece hiçbir millet yekpare ve pozitif değerlerle donanmış değildir. Dolayısıyla, bırakalım yakın zaman irili-ufaklı pek çok sol grubu, ama ta 1920’lerde TKP ile başlayıp, 30’larda Dr.’la, ’70’lerde TİP’le süren tutumunda, milliyetler meselesini sosyalizmle, sınıfsallıkla ve somutlukla bütünleştirmekten başka bir hatası(!) olmamıştır solun. Bu “hata” onların tarihi görevi olarak devam edecektir; çünkü onlar, deyim uygunsa, birlikçi bölüçüdürler! Birlikçilik, melez yapımızdan, coğrafyanın zorluğundan, Türk’ün çağdaş anlamda bir ırktan çok “vatandaşlık” tanımı içermesinden değildir sadece, uluslararası emperyalist-kapitalist sömürge zincirinin Ülkemizi “ezilen ezen” pozisyona yerleştirmesinden de kaynaklanmaktadır. Bu nedenle de sosyalistler için ortak kurtuluşun, kader birliğinin dayattığı temel halkaya tutunmak kaçınılmazdır. O da, bilim ve sınıftır. Bilimleri emreder ki sınıf, etnisiteye nötr’dür; her dili, her rengi, her cinsi, her bölgeyi, her ulusu içerir ama hiçbiriyle özdeş değildir. Kardeşliğin, savaşsız, sömürüsüz, sınırsız bir dünyanın teminatı da budur.
Son olarak, kapitalizmi gözardı edip kemalizmi, hilafeti unutup cumhuriyeti, burjuvaziyi unutup askeriyeyi/bürokratik eliti, devleti gözardı edip statükoyu, emperyalizmi unutup vesayeti hedef tahtası yaparak solu yapay ikilemlere çekip, yan sokaklarda gölge boksuna hapsetmek isteyen neo-liberal, sivil toplumcu, demokrasi havarisi “yetmez ama evet”çi toplama bir hatırlatmada bulunarak bitiriyorum: Engin kurgusal yetenekleriyle, üstün belagatleriyle, devşirme teorileriyle özel konumlarını, çıkarlarını, bağlantılarını kamufle etmeyi başarsalar bile, yeşili kırmıza boyamayı, AKP’yi beraat ettirmeyi, ondan halkçı, yurtsever, özgürlükçü ve “demokrat” bir kahraman icat etmeyi, sermaye iktidarının ve ideolojisinin görüngü biçimlerini esas çelişki gibi yutturmayı başaramayacaklardır.
Ankara, 10 Ağustos 2010
* Not: V. Koç, F.Gülen, Aydınlar Ocağı dokümanlarına interneet arama motorları yardımıyla ulaşılabilir.