Haftalardır elim gitmiyor bu yazıya. Doğduğum toprakların dereleri işgal ediliyor ve daha birçok yerin. Sadece Karadeniz Bölgesi’nde HES için 371 ihale başvurusu var. İklimimiz değişti. Satın alınan arazilerle birlikte insanlar başka yerlere buyur ediliyor. Rahmetli babaannemin deyişiyle, “Dönecek köyünüz, toprağınız yoksa ölmek bile ağrına gider insanın.” Oysa şimdi değil dönecek yer, turistik maksatlı bir yurt […]
Haftalardır elim gitmiyor bu yazıya. Doğduğum toprakların dereleri işgal ediliyor ve daha birçok yerin. Sadece Karadeniz Bölgesi’nde HES için 371 ihale başvurusu var. İklimimiz değişti. Satın alınan arazilerle birlikte insanlar başka yerlere buyur ediliyor. Rahmetli babaannemin deyişiyle, “Dönecek köyünüz, toprağınız yoksa ölmek bile ağrına gider insanın.” Oysa şimdi değil dönecek yer, turistik maksatlı bir yurt gezisi için bile yer kalmayacak. Holdinglerin, şirketlerin gözü dönmüş. Karış karış memleketi dolanıyorlar. İş makinelerini soktukları bölge insanlarının mümeyyizi olup, kararlar alıyorlar. Mütemadiyen il il haberler geliyor. Hatay, Muğla, Sinop, Rize, Isparta, Amasya, Ordu, Artvin, Tunceli, Antalya, Erzurum… Sulu beyinleri için sulak alan arıyorlar. Nerde nehir, çay, akarsu oraya tebelleş oluyorlar. Hasankeyf Yaşatma Girişimi, Munzur Koruma Kurulu, Derelerin Kardeşliği Platformu, Allianoi Girişim Grubu, Karadeniz İsyandadır Platformu gibi örgütlenmeler var çok şükür. Bu örgütlenmeler dışında şehir eylemlerinden daha “samimi” daha “inatçı” olduğuna inandığım köylü direnişleri var. Ağız dolusu kahkahalarla dinleyip, şaha kalkacağınız hikâyeler hem de. Şirketlerin mikserlerine, buldozerlerine karşı yöresel bağ bahçe aletleri: Nacak, balta, tahra… Günlerce nöbet tutanlar var inşaat sahalarında. Aklın yolu bir ama işin içinde rant, yağma olunca türlü pişkinlikler, alçaklıklar tabii oluyor memleketimde. Rize’nin Çataldere Köyü’nde mahkemenin durdurma kararına rağmen çalışma bir şekilde devam ettiriliyor. Muğla Yuvarlakçay’da yapılması planlana HES alanındaki ağaçlar geceleyin kaçak kesiliyor. Neden olarak gösterdikleri ise ağaçların çürük olması ki bunun içinde üşenilmemiş rapor bile alınmış. Hangi prosedür nerde işliyor belli değil. Çevre ve Orman Bakanlığı, ÇED… Bürokratik zincirlerde alınan kararlar birbirini destekliyor. Neredeyse hiçbir şikâyetin, dilekçenin ve hatta durdurma kararının anlamı yok bu yüzden. UNESCO tarafından sit alanı ilan edilmiş, dünyanın korunmaya değer 25 bölgesinden biri olan Maçahel de bile HES projesi düşünülebiliyorsa bunların arsızlığını, küstahlığını, acımasızlığını anlatmak gerçekten zor. Öyle ki ÇED raporu her hangi kodamanın çıkarına uygun karar alabilir, karar bozabilir. Sizi oturduğunuz yerden dünyanın bir ucuna sürebilir.
Tüm bunların dışında bir de kafa karışıklığı var. Nükleer santral nedir, Termik santral nedir, HES nedir? Bu kafa karışıklığı da türlü dalavereler için bi hayli uygun ortam yaratıyor.1986’da Ukrayna’daki Çernobil Nükleer Felaketi’ni bilmeyenimiz var mı? O dönem radyasyonlu çayı höpürdeterek içen bakanın sahtekârlığı hala belleklerimizde. Gene o dönem bizzat Milli Eğitim Bakanlığı tarafından dağıtılan fındıkları da yiyen bizdik, çocuklarımızdı. Rakamlarla ifade etmeyi pek beceremem ama bildiğim Karadeniz’de kanser hastasının olmadığı sülale yok. Tüm bunlar aşikâr iken daha birkaç gün önce Rusya ile Akkuyu’daki Nükleer Santral için anlaşma sağlandı ve bildiğim kadarıyla 2023’e kadar 4 adet nükleer reaktör daha inşa edilecek. Termik santrallere gelince… Bacalarından çıkan radyoaktif partiküller havaya, ordan yağmur sularına, ordan içme sularına karışıyor. Saldığı zehirli gazlar ölüm saçıyor: Sinir sistemi bozukluklarından tutunda, anormal doğumlara, solunum yolu hastalıklarına, gelişme bozukluklarına, kalp hastalıklarına, kansere kadar. Bu durumda bitki örtüsünü yok ettiğini söylemeye bile gerek yok. Fay hatları üzerinde kurulan santraller için de artık kader diyelim, es geçelim. Gelelim HES’lere. Tüm bu anlattıklarım HES’lerin daha avantajlı olduğu imajını yaratıyor. Alternatif enerji kaynaklarını bilmeyenler için HES’ler ehvenişer kabul alıyor. (Güneş enerjisinden faydalanıldığı ülkeler arasında ilk sıralarda Norveç, Almanya ve Hollanda geliyor. Yazları sahilde görüp “güneş görgüsüzü” dediğimiz insanlar bunlar, düşünün artık.) Oysaki onun da zararları tüm bu saydıklarımdan aşağı değil. Suyun bir alana toplatılmasıyla, yer altı suları beslenemiyor ve bir zaman sonra o bölgede kuraklık, susuzluk baş gösteriyor. İklimin dolayısıyla yağış düzeninin değişmesini, civarındaki tüm ağaçların kesilmesini saymıyorum bile. Peki, şirketlerin hedefi gerçekten de enerji üretmek midir sizce? Amaca hizmet eden bu salak sorumun cevabı tabii ki de hayır. Yakında petrol savaşlarının yerini su savaşları alacak düşüncesi artık öngörü bile değil. Suyunuz varsa, kitle imha silahlarınız da vardır demek bu. Her an Boeıng bilmem ne tepenizde cirit atabilir. Abartmıyorum, bu yazıyı okuyan herkesin görmek için ömrü yetebilir bu yazdıklarıma. Şu aralar Amazon bölgesinde de bir hidroelektrik santrali yapılması planlanırken, Kayapó yerli topluluğu şefi Raoni Metuktire’den “(…)Artık bize ait olanı geri alma vakti geldi. 3 bin savaşçımız silahlanmaya ve savaşa hazır” demesi de bu yüzden.
Bir diğer mesele, bu santrallerle sağlanacak istihdam alanı okşaması. Sağlığınız bozulmuşsa, bağınız bahçeniz etkilenmişse, yaşam kaynaklarınız bitiriliyorsa ne anlamı var? Dövüş Kulübü filminde, “Düşmekte olan uçakta, oksijen tüpü neye yarar.” gibi ironik göndermeli bir replik geçiyordu. Durumu ne güzel özetliyor. Üretilen enerji hangi kaybı geri getirebilecek? Çok romantik durmak istemem ama varsın olsun kandilin, mum ışıklarının etrafında oturalım. Sevdiklerimiz bize daha güzel gözüksün. Aslında kaybederken yerdeki mazotun üzerine düşen neon ışığının oluşturduğu yalan renk cümbüşünün ne anlamı olabilir ki… Santraller için, GDO’lu ürünler için, orman yangınları için, üçüncü köprü için, hayat için… İzin vermeyelim.