Elazığ’da 5.9 şiddetinde bir deprem oluyor, Japonya’da gülüp geçilen bu şiddete biz, 42 can veriyoruz. Ve zaman kaybetmeden başbakanımızdan bürokratlarına, köşe yazarlarından deprem uzmanlarına yetkili – yetkisiz, etkili – etkisiz kim varsa ekranda boy gösterip hep birlikte suçluyu buluyorlar: Kerpiç. Ve sonra buldukları bu büyük suçluya suçunu yüzüne okuyup, “DEPREM DEĞİL, KERPİÇ ÖLDÜRDÜ” diye dev […]
Elazığ’da 5.9 şiddetinde bir deprem oluyor, Japonya’da gülüp geçilen bu şiddete biz, 42 can veriyoruz. Ve zaman kaybetmeden başbakanımızdan bürokratlarına, köşe yazarlarından deprem uzmanlarına yetkili – yetkisiz, etkili – etkisiz kim varsa ekranda boy gösterip hep birlikte suçluyu buluyorlar: Kerpiç.
Ve sonra buldukları bu büyük suçluya suçunu yüzüne okuyup, “DEPREM DEĞİL, KERPİÇ ÖLDÜRDÜ” diye dev puntolarla onu teşhir edip idam ediyorlar.
Ölenler öldükleriyle kalmayıp bir de fırça yiyorlar giderayak. Sağ kalanlar ise ölmediğine pişman oluyorlar adeta. “Böyle dayanıksız evlerde oturulur mu?” diye herkes şaşkınlığını ve teessüflerini bildiriyor onlara.
İnsana yakışmayan böyle sağlıksız evlerde bu insanların neden kalmak zorunda kaldıklarını ise hiç kimse sorgulama zahmetine katlanmıyor her nedense.
Bu kuru gürültüyü bilinçli yapıyorlar kanımca. Bunun baş müsebbibinin milli gelirin dağılımındaki adaletsizlikler olduğunu gözden kaçırmaya çalışıyorlar zira. Çünkü yurttaşların asgari geçimlerini, güvenliklerini, sağlıklarını, eğitimlerini sağlamak ve barınma ihtiyaçlarını gidermek sosyal devletin asli görevlerinden olduklarının hatırlanmasını istemiyorlar. 17 Ağustos 1999’dan bu yana vatandaşlardan toplanan “deprem vergisinin” akıbetinin ve bundan sonraki meşruluğunun sorgulanmasını engellemeye çalışıyorlar. “Yavuz hırsız ev sahibini bastırır” misali yüksek perdeden dile getirilen sitemlerle sistemin ayıplarını örtmeye çalışıyorlar.
Kameralara takılan ama gözden kaçan şu iki görüntü katili ele veriyordu oysa. Hacer isminde küçük bir kızın, gecenin onca soğuğuna rağmen, kendi vücut ısısını korumak yerine enkazdan çıkarılmış buzağıyı montu ve battaniyesi ile sarıp onu koruma derdine düşmesiydi bunlardan birincisi. Bunun nedenini soran muhabire ise verdiği şu cevap katili apaçık telaffuz ediyordu, anlamak isteyene tabii ki: “Buzağı para demek. Biz, bu buzağı sayesinde besleniyoruz.” diyordu.
İkinci görüntü ise katilin bütün eşkâlini veriyordu. Krizle birlikte işsiz kalan bir baba, Antep’ten göçüp baba ocağına gelmişti. Eşiyle yavrularını o topraklara emanet edip, gurbet ele, İstanbul’a gitmişti. Onları bir kez daha görme fırsatı bulmadan kahrolası şu deprem yollarını ayırmıştı. Deprem haberiyle geri gelmiş, eşinin ve yavrularının topraklarını öpüp koklarken, boğazından, giyiminden, yaşamından kısıp biriktirdiği paraları eşinin mezarına gömüyordu. “Lanet olsun, bunlar için sizi buralarda bırakıp gittim!” diyordu o “lanet parayı” mezara gömerken… İnsanın yüreğini darmadağın eden bu iki görüntü katilin kerpiç olduğunu söyleyenleri yalanlıyordu adeta.
Öyle bir sistemde yaşıyoruz ki “zengin sevici” bir sistemdir bu. Öyle bir sistem ki; sefasını zenginlere sürdürürken, cefasını yoksullara çektirmekte… Oysa Anayasanın 2. maddesi ülkemizin demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devleti olduğunu belirtir. Sosyal devlet, en genel anlamıyla, siyasal iktidarın iş, sosyal güvenlik, “yeterli” gelir, eğitim, sağlık, BARINMA gibi konularda geniş toplum kesimleri için asgari standartları güvence altına alma sorumluluğunu üstlendiği devlet olarak tanımlanır literatürde. Anayasasında sosyal bir devlet olduğu yazılan ülkemizdeki uygulamalara bir göz atalım dilerseniz. Bakalım ülkemiz ne kadar literatüre uygun sosyal devlet özelliği gösteriyor. Ve yetkililerimiz ne kadar sorumluluklarını yerine getiriyor. Yurttaşlarına iş bulmak sosyal devletin karakteristik özelliği olmasına rağmen ülkemiz işsizlikten kırılmaktadır. Yurttaşlarının sosyal güvenliğini sağlamak sosyal devletin birincil görevlerinden olmasına rağmen, yıllarca prim ödeyen ve halihazırda ödemeye devam eden çalışanlar, emekliler ya da devlete sığınmış yeşil kartlılar bile muayeneye ve ilaca belirlenen katkı payını ödeyemezlerse ilacını bile alamamaktadır. (Bu konuyu daha sonraki bir yazımda geniş olarak ele alacağım.) Kimileri milyarlara bile para demezken, çoğunluğa açlığın bile altındaki bir geliri, “yeterli” görülebilinmektedir ülkemizde. Herhangi bir afettin zedesi olmadan barınma, akla bile gelmemektedir zaten. Sistem öyle işlemektedir ki zenginler kaptan kamarasında, dümende; yoksullar ise kazan dairesinde ve hep sistemin dişlileri arasında kalmaktadır. İşte sistemin sahipleri ve yürütücüleri, bu gerçeğin bütün çıplaklığına rağmen görülmesinin önünü kesmek için koparıyorlar yaygarayı kısacası. Ve hemen bir çırpıda bulup ilan ediyorlar suçluyu: Kerpiçtir, kerpiç; “Bu çağda böyle kerpiç evlerde de oturulmaz ki canım.” diye. Gerçekten de bu çağda böyle kerpiç evlerde oturulmazdı. Lakin oturanlar değil, oturtanlar sorgulanmalı ve el insaf denmeli biraz da, değil mi?