Bazen fısıldamak yetmez, bağırmak gerekir. Yıllardır var etmeye, filizlendirilmeye, ete-kemiğe büründürmeye çalıştığınız şey duyulmaz, yazılmaz, görülmez. Duyulması için pimi çekilmesi gereken bir bombaya ihtiyaç vardır; Tekel Direnişi gibi. Öyle de oldu ve iyi ki oldu. Tekel Direnişi, birçok yönden Türkiye işçi sınıfı mücadele tarihinde bir dönüm noktasıdır. Ancak solun, sendikaların, akademisyenlerin Tekel Direnişi’ne bakınca odaklandığı […]
Bazen fısıldamak yetmez, bağırmak gerekir. Yıllardır var etmeye, filizlendirilmeye, ete-kemiğe büründürmeye çalıştığınız şey duyulmaz, yazılmaz, görülmez. Duyulması için pimi çekilmesi gereken bir bombaya ihtiyaç vardır; Tekel Direnişi gibi. Öyle de oldu ve iyi ki oldu.
Tekel Direnişi, birçok yönden Türkiye işçi sınıfı mücadele tarihinde bir dönüm noktasıdır. Ancak solun, sendikaların, akademisyenlerin Tekel Direnişi’ne bakınca odaklandığı şey; genelde kararlılık, militanlık, dayanışma ve muhafazakâr bir topluluk olan Tekel işçilerinin dönüşümü oluyor. Peki bakılanlarda olduğu gibi bakanlarda da bir dönüşüm yaşandı mı? Yaşanmadığını söylemek pek mümkün görünmüyor; çünkü Tekel Direnişi, birçok şeyi görünür kıldı. Bunların başında da güvencesizleştirme karşıtı birleşik bir emek mücadelesinin sadece gerekli değil aynı zamanda mümkün de olduğunu göstermesi geliyor. Ancak önce bu gereklilik ve mümkünlük için bazı satırbaşlarını tespit etmek gerekmektedir.
1- Güvencesizleştirme, çok yoğun bir işçileştirme, yoksullaştırma, örgütsüzleştirme süreci olarak yaşanmaktadır.
Mesleki değersizleştirme ve proleterleştirme sonucu, toplam istihdam içinde ücretli veya maaşlı çalışanların oranı, 1988’i izleyen yirmi yıl içinde %64.1 artmış ve 2008 yılı itibariyle %54.4 olarak gerçekleşmiştir. Eşzamanlı biçimde çoğunluğu tarımsal istihdamda çalışan ücretsiz aile işçisinin oranı (aynı dönem için) %58.1 gerileyerek, %12.7’ye düşmüştür. Toplu iş sözleşmesinden yararlanan işçi sayısı da 1988’den 2008’e kadar %53.5 gerileyerek 2008 yılı itibariyle 700.000 civarında gerçekleşmiştir.
Bunların yanında güvencesizlik, yoğun bir emek sömürüsünü de beraberinde getirmektedir. Bunu, birincisi mutlak; ikincisi göreli artı değer olmak üzere iki göstergeden de izlemek mümkündür. 1988 yılında, haftada 40 saatten çok çalışanlar, toplam istihdamın %56.8’ine denk gelirken; takip eden yirmi yıl içinde bu oran, %20.3 artarak 2008 yılı için %68.3 şeklinde gerçekleşmiştir. 1997 yılının bütün değerleri 100 kabul edilerek yapılan hesaplamada, 1988’de özel imalat sanayinde üretim 53.3, üretkenlik 50.4 istihdam 105.8 iken; 2007 yılında üretim 153.4, üretkenlik 166.9, istihdam 91.9 olarak gerçekleşmiştir.
Bu tablonun karşılığı Tuzla Tersaneleri’nde 125, kot kumlama işinde 45, Bursa ve Balıkesir maden ocaklarında 34, Davutpaşa’da 20 iş cinayetidir. Her yıl derme çatma servislerde katledilen onlarca tarım işçisidir. Dolayısıyla güvencesizlik aynı zamanda bir çığlık; bir yangın alarmıdır.
2- Güvencesizleştirme, parçalayıcı olduğu kadar türdeşleştirici bir özelliktir.
Neoliberal dönemin sömürü ve birikim süreci, güvencesizleştirme üzerine inşa edilmektedir. Güvencesizleştirme, yalnızca sosyal güvenlikten yararlanamayan kayıt dışı çalıştırılanları değil; kayıt altındaki emekçileri de kapsamaktadır. 4/B, 4/C, taşeron işçi, mevsimlik işçilik, ücretli öğretmenlik, 50/D gibi biçimler altında çalıştırılan emek gücünün farklı istihdam biçimleri, bir şekliyle güvencesizlikten nasibini almaktadır. Sırada bekleyen yasaların yönelimini de düşününce, güvencesizliğin, üniversitelerdeki profesörlerden sebze-meyve hallerinde hamallık yapan işçiye kadar herkesi kuşattığı fark edilecektir. Bu yönüyle güvencesizlik, bütün istihdam biçimlerini enlemesine kesen bir nitelik olduğu oranda, kapitalizmin parçalayıcı niteliği, bir başka düzeyde türdeşleştirici bir özellik göstermektir.
Daha içeriden ifadelerle; farklı biçimler alan ve kullanım değerini yaratan somut emeğin ve değişim değerinin üreticisi soyut emeğin nesnel zemini olan çalışmanın aldığı temel nitelik, güvencesizleştirme esası üzerinden yükselmektedir. Güvencesizlik, bütün istihdam biçimlerinin ortak özelliği haline geldikçe, istihdamın niteliği düzeyinde sınıfı homojenleştirmekte ve birleşik bir emek mücadelesinin de nesnel koşullarını yaratmaktadır. Bize düşen görev, bu nesnel koşulu, öznel iradi müdahalelerle şekillendirmek ve toplumsal muhalefetin ana motoru haline getirmektir.
Ancak burada kısa bir not daha düşmek gerekmektedir. Neoliberal dönemin parçalayıcı niteliği, yalnızca istihdam biçimlerinde değil ideolojik-politik düzeyde de yaşanmaktadır. Örneğin çalışma yaşamında istihdam biçimi açısından kadrolu-kadrosuz şeklinde gerçekleşen bu durumun ideolojik-politik düzeydeki parçalayıcılık şekillerinden bir ulusalcı sendika-İslamcı sendika şeklinde vücut bulmaktadır. Sınıf siyaseti yerine kimlik siyasetinin neoliberal dönemde bu kadar yaygınlaşmasının temelinde de ideolojik-politik düzeydeki parçalanma vardır. Bu yönüyle ideolojik-politik düzleme değmeyen bir anlayış, bugünün toplumsal dönüşümünü açıklamakta yetersiz kalacaktır.
3- Güvencesizleştirme karşıtı hareket, sendikal mücadele tarzının değişimini de hedeflemelidir.
Sadece ücret talebine ya da mevcut durumu korumaya odaklanan sendikacılığı sürdürmenin koşulları ortadan kalkmıştır. Yeni dönemde, fiili mücadele yürütecek mekanizmaların tüm Türkiye çapında, bütün alanları ve işkollarını kapsayacak şekilde örgütlenmesi, güçlü merkezi iradelerin oluşması zorunludur.
Bu öngörüyle, içinden geçmekte olduğumuz dönem, alternatif bir yaklaşım olarak görülebilecek toplumsal hareket sendikacılığını tartışmak -ve geliştirmek- için çok uygun bir zemin sunmaktadır. Çünkü yeni bir sendikal anlayış ile ilgili bir tartışma, ancak yeni bir emek hareketinin yaratılması bilinciyle ele alındığında anlamlıdır. İçinden geçtiğimiz dönem ise yeni bir emek hareketinin yaratılması açısından, yarattığı deneyimler ve birikimler ile önemli olanaklar sunmaktadır. Bu birikimleri, güvencesizleştirme karşıtı hareketin unsurları olarak yeniden formüle etmek gerekmektedir.
Toplumsal hareket sendikacılığı açısından bir diğer önemli başlık da düzensiz istihdam biçimlerinin yarattığı kısıtlardır. Bu kısıtları aşmanın yolu olarak bölge sendikacılığı, emek-mekân ilişkisinin yaratabileceği olanaklarla yeniden tartışılmalıdır.
4- Güvencesizleştirme karşıtı mücadele, hak mücadelesi formunda biçimlenmesi gereken bir süreçtir.
Güvencesizlik, tüm kazanılmış hakların sıfırlanmasının somut ifadesidir; dolayısıyla buna karşı yürütülecek mücadele de hak mücadelesi biçimine bürünmelidir. Çünkü hak mücadelesi, bir toplu pazarlık konusu değil; bir şarttır.
Yalnızca üretim alanına, yani güvencesiz istihdam biçimlerinin birlikteliğine dayanan bir mücadele değil; üretim ve yeniden üretim alanlarının birlikteliğine dayanan bütünlüklü bir mücadele gerekmektedir. Bu açıdan güvencesizleştirme karşıtı hareket, üretim alanının temel mücadele ekseni olurken; yeniden üretim alanı da emek-mekân diyalektiği çerçevesinde değerlendirilmeli ve hak mücadelesi formuna bürünmüş bütünlüklü bir birleşik emek mücadelesinin dayanaklarını oluşturmalıdır. Nasıl ki istihdamdaki emekçilerin ücret düzeyini belirleyen şey yedek işgücü ordusu[1] ise üretim alanının kuşatıldığı çeper de esasen yeniden üretim alanı tarafından belirlenmektedir. Dolayısıyla eğitim, sağlık, ulaşım, konut vb. gibi temel hakların piyasa ilişkilerine terk edildiği bir ortamda, hak mücadelesi ile sınıf mücadelesi tek bir eksende, güvencesizlik ekseninde, kesişmektedir. Tekrarlamakta yarar var; güvencesizle
ştirilen yalnızca istihdam biçimleri değil hayatın her alanıdır. Güvenceli bir sağlık ne kadar hak ise güvenceli iş de o ölçüde haktır.
Toplumsal hareket sendikacılığının bu şekilde kavranması; sınıfı diğer ezilen halk kesimleriyle birleştirecek ve ekonomik-demokratik talepleri siyasal taleplerle bütünleştirmeyi sağlayacaktır.
5- Güvencesizleştirme karşıtı hareket, ulus formunda kendini yeniden kurmalıdır.
Daha önce de vurgulandığı gibi, alanlarda birbirinden bağımsız yürütülen mücadeleler, dar grup çıkarlarını aşan, güvencesizleştirme karşıtı birleşik bir emek mücadelesinin hareket merkezi halinde örgütlenmelidir. Ancak bu hareket, sadece sendikal alana hapsolmamalı, insanca yaşam talebini de içermelidir.
Bu öneri, yaklaşık 150 yıl önce Marx ve Engels tarafından komünist manifestoda işaret edilen, fakat sınıftan kaçışın ve kimlik siyasetinin yaygınlaştığı neoliberal dönemde, güvencesizleştirme karşıtı mücadelenin bir başka yönünü daha tartıştırmayı gerektirmektedir. Marx ve Engels’ten bir alıntıyla başlayalım: “Öz olarak olmasa bile, biçim olarak, proletaryanın burjuvaziyle savaşımı ilkin ulusal bir savaşımdır. Her ülkenin proletaryası, elbette, her şeyden önce kendi burjuvazisiyle savaşmalıdır. (…) Proletarya, her şeyden önce, siyasal gücü ele geçirmek, ulusun önder sınıfı/ulusal sınıfı[2] durumuna gelmek, bizzat ulusu oluşturmak zorunda olduğuna göre, kendisi, bu ölçüde ulusaldır, ama sözcüğün burjuva anlamında değil.“[3]
Kürt sorununun aldığı boyut göz önüne alındığında, Avrupa’nın devrimlerle çalkalandığı dönemde yapılan bu tespitleri, aynı sadelikle Türkiye’ye yorumlamak kolay bir iş değildir. Bu yönüyle de tartışmaya çok açık bir durum sergilemektedir. Tartışmanın, konuya bakış açısını zenginleştireceğine ve derinleştireceğine olan inanç bir yana, buradaki ulus kavramının bir etnisite anlamında değil halk anlamında; yani bir siyasi öznenin karşılığı olarak kullanıldığını açıklamak gerekmektedir. Sınıfın ulus formunda örgütlenmesi ise aynı Tekel Direnişi’nde bir araya gelen farklı uluslardan işçilerin ve onlara destek veren tüm emekçilerin mücadelesinde olduğu gibi, işçi sınıfın çıkarlarının ulusun çıkarlarıyla aynı anlama sahip olduğu bir yeniden kardeşleşme anlayışının tüm ülke sathında yaygınlaştırılması ve örgütlenmesidir. Sermayenin uluslararasılaştığı, emeğin ise ulusal sınırlara hapsolduğu neoliberal dönemde, bunun nesnel zeminleri hiç olmadığı ölçüde uygundur.
Özetle, “güvenceli iş, güvenli gelecek” şiarını toplumsal muhalefetin ana motoru haline getirmek, sendikal hareketin ekonomik, politik ve ideolojik mücadelenin bütünselliği üzerine oturtulmasını mümkün kılacak perspektife sahip olmak önümüzdeki mücadele döneminin niteliğinin temel belirleyenleri olacaktır. Yazının temel amacı da böyle bir süreç üzerine yapılan/yapılacak olan tartışmalara bir giriş ve çağrı olarak değerlendirilmelidir.
dipnotlar:
1. Marx’ın yedek işgücü ordusu veya artık nüfus olarak kavramsallaştırdığı bu ilişki, bugün üretim sürecindeki sınıfın yapısal/etkin bir unsuru haline gelmiştir. Bu analitik ayrım, neoliberal dönemde birbirinden kopamayacak derecede iç içe geçmiş bir ilişkidir.
2. 1888 İngilizce baskısından Türkçe çevirisi yapılan kitapta, “ulusun önder sınıfı” kavramsallaştırması vardır. Ancak 1848 tarihli Almanca baskılarda “ulusun önder sınıfı” yerine “ulusal sınıf” olarak yer aldığı için her ikisini de metin içinde vermek istedim.
3. K.Marx&F.Engels, Komünist Manifesto ve Komünizmin İlkeleri, Ankara: Sol Yayınları, 2005: s.129, 138.
*Dev-Sağlık-İş Eğitim ve Örgütlenme Uzmanı