Hiç lamı cimi yok. Kendi hayatlarımıza olduğu kadar kendi ölülerimize sahip çıkması gereken biziz. Kendimize biçtiğimiz değeri talep etmek, hesabını sormak, bedelini ödetmesi gereken de biz. Yağlı sırıtışlarını zoraki bastırarak duygu tacirliği yapıyorlar. Yüzlerine zorla yerleştirdikleri üzüntü ifadesiyle tıslıyorlar; acımız büyük, ölenlere rahmet, yakınlarına başsağlığı ve sabır diliyoruz… Ölümlere alışık olmadığımız bir coğrafya değil burası. […]
Hiç lamı cimi yok. Kendi hayatlarımıza olduğu kadar kendi ölülerimize sahip çıkması gereken biziz. Kendimize biçtiğimiz değeri talep etmek, hesabını sormak, bedelini ödetmesi gereken de biz.
Yağlı sırıtışlarını zoraki bastırarak duygu tacirliği yapıyorlar.
Yüzlerine zorla yerleştirdikleri üzüntü ifadesiyle tıslıyorlar; acımız büyük, ölenlere rahmet, yakınlarına başsağlığı ve sabır diliyoruz…
Ölümlere alışık olmadığımız bir coğrafya değil burası.
Her vesileyle beşer onar ölüyoruz kimi zaman biner biner.
Durakta otobüs beklerken, ısınmak için kömür sobasının kuytularına sığındığımızda, tersanelerde, kot kumlama mağaralarında, sellerde, bazen heyelan altında sıkça maden ocaklarında.
Yaşarken kıymetimiz neydi ki ölünce dikkate alınalım diyorsunuz belki.
Öyle demeyin.
Yaşarken üç kuruşa kölelik ederek sırtlanların sofrasını zenginleştiriyoruz. Tekstil atölyelerinde boynumuz işimize bükük, küçük küçük parçalardan servet teğelliyoruz. Gün ışığı girmeyen karanlık atölyelerde kurşun ve sülfürden zenginlik damıtıyoruz, fabrikalarda çil çil altınlar gibi metal perçinliyoruz, maden ocaklarında define kazıyoruz.
Ama hiçbiri kendimiz için değil.
Biz öldüğümüzde, kameraların karşısına geçerken çiğnedikleri yağlı lokmaları yutkunup, göz pınarlarında yaş biriktiren timsahlar için.
Güç, hırs ve iktidar sahipleri için.
Ölümlerimiz yüzünden aceleyle yutarak kalkmak zorunda kaldıkları ziyafete dönmeden önce yapmak zorunda kaldıkları bir şey daha var.
Ölümlerin öfkesini, acısını savuşturmak.
Kimi zaman ortalıkta hiç görünmezken ölenlerin yakınlarına, o hiç bitmeyen, hiç eksilmeyen yoksulluk halinin yarattığı ezikliğin, kendisini sürekli tehdit altında hisseden, en temel ihtiyaçları için dahi sürekli canhıraş bir çaba harcamak zorunda kalanların telaşesini çok iyi bildikleri için yardım adı altında rüşvetle susturmayı deniyorlar.
Kimi zaman ise neredeyse suç bastırır gibi küstah açıklamalarla ölümün mukadderat olduğunu, bunda büyütülecek bir şey olmadığını söylüyorlar pişkinlikle.
Yaşarken emeğimize el koyarak sahip oldukları servet ve iktidarı ölülerimizle yeniden tahkim ediyor, güçlendiriyorlar.
Göstermelik birkaç önlem, göstermelik soruşturmalar. Sonra, hiçbir şeyin değişmediği, eski tasın eski hamammla muhabbetinin aksamadan devam etmesini garanti altına alacak tedbirler. Başka hiçbir amacı yoktur bu acıklı demeçlerin, sahte üzüntünün, timsah gözyaşlarının.
***
Hatta ölümlerimiz üzerinden servetlerine servet katarlar gözyaşları içinde.
Flaş haberlerle olay yerine canlı bağlanırlar, acıyla bekleşen insanların görüntüleri üzerine bindirilmiş uzman lafazanlıklarıyla yarattıkları reyting kazanca tahvil edilir.
Ölü sayısı reyting demektir.
Ne kadar ölüm, acı, yoksulluk, sefalet o kadar çok gelir, rant, kar, servet.
Ya da tersi. Ne kadar çok servet, kar, rant, o kadar çok sefalet, yoksulluk, acı, ölüm…
Ah, ama çok mu şaşırdınız?
Hiç şaşırmayın.
Çok yakından tanıyorsunuz, tarihin sonu diye sevinç çığlıkları atarak, insanlık tarihinin gelip gelebileceği en iyi nokta olduğuna kalıbınızı bastığınız kapitalizmden başka bir şey değil.
***
Çok sevilen, demokrat ve saygın bir televizyoncu, genelkurmay, darbe, ergenekon vs. yoğun gündemi içinde Balıkesir’de maden kazasında 5 kişi hayatını kaybetti diyerek geçecekti ki, ölenlerin sayısının 17’ye çıktığı bildirildi. Bir anlık tereddütten sonra reyting tanrısının işaret ettiği yeri gördü ve rotayı o tarafa çevirdi.
Böylece ölümler üzerinden iktidarı tahkim etme sahnesi açıldı. Önce maden sahibi katıldı canlı yayına. Televizyoncu olayı anlatırken “maden kazasındaki göçükte 17 kişi öldü” olayı anlatır mısınız deyince maden sahibi sesinde en küçük bir tereddüt tınısı bile taşımadan şöyle dedi; “Bu bir göçük değildir. Bu bir metan yanması vakasıdır.”
Böylece sihirli formül bulunmuştu. Olay bir göçük değil bir metan yanması vakası olarak adlandırılırsa ölümler sanki bambaşka bir anlam kazanırmış, ölenlerin yakınları sanki bu açıklamayla bir teselli bulurmuş gibi rahat rahat anlatıyordu. Yakınları ölenler birbirini teselli ederken şöyle söyleyeceklerdi, üzülme, göçükte değil metan yanmasında öldü baban, kardeşin, nişanlın…
En yakınımızdaki insanların en doğal yollarla ölümünde dahi taziye dilemenin nasıl zor olduğunu bilmeyen yoktur. İşte muktedir olmanın farkı burada çıkar açığa. Sen arkadaşının seksenlik dedesi öldüğünde nasıl başsağlığı dileyeceğini bilemezsin, muktedir milyonların karşısına çıkar ve çın çın çınlayan bir sesle olay göçük değil metan yanmasıdır der.
Çünkü onun açısından kritik olan elbette ölümler değil, ölümlerin nasıl açıklanacağıdır. Olay göçük değil denir, ama halkımızın çok iyi bildiği grizu patlaması denmez, metan yanması gibi yeni bir terim dolaşıma sokulur, sanki bu yeni bir kaza nedeniymiş gibi algılanacaktır. Haliyle bu yeni terim/neden olayda bir ihmalden çok, daha başka faktörleri çağrıştıracaktır. Ve emin olun bu terim hukuki olarak işletme sahibinin lehine olacaktır.
Daha kısa bir süre önce Bursa’da yaşanan maden kazasından sonra ortadan kaybolan maden sahibi gibi davranmak yerine sıcağı sıcağına çıkıp kamuoyunu etkileme tavrı etkisini derhal gösterdi. Daha sonra görüşüne başvurulan türlü çeşitli mülki amir, yetkili, uzman aynı şeyi tekrarladılar. Ocak 20 gün önce denetlenmiş ve mümkün olan tüm tedbirler alınmıştı…
Daha sonra başbakan ayağının tozuyla ve çok yoğun gündeme karşın sadece bu konuda konuştu: “47 vatandaşımızın çalıştığı kömür ocağı, 80 metre derinlikte olan bir ocak…” diye başlayan açıklamasında vermek istediği asıl mesaj süreci yakından takip ettiği ve her türlü tedbirin alınmasını sağladığıydı.
Böylece dirilerimiz kadar ölülerimiz de iktidarın kendisini yeniden üretmesinin araçları olarak kullanılıyor ve mevcut düzenin bekaası teminat altına alınıyordu.
Tüm üzüntü kölesini yitiren köle sahibinin sıkıntısından ibaret.
Bu gerçeği tüm o klişe taziye temennilerinden, uzman görüşlerinden, ahkam kesici sırtlanların yorumlarından soyup altında yatana gözlerimizi kaçırmadan bakmamız zorunlu.
Ancak bu noktada köle sahiplerini suçlamanın alemi yok. Onlar sınıfsal çıkarlarının gereklerini yerine getiriyorlar. İhtiyaç duydukları ucuz iş gücü, bir üretim ve iktidar aracı/malzemesi, oy deposu, savaşta ileri sürülecek nefer, etnik çatışmalarda taraftar, rant paylaşım kavgalarında mafyöz eleman olarak bol miktarda insan gücünü ellerinin altında bulundurabilmek için ellerinden geleni yapıyor. Bu ülkenin başbakanı, sanki mevcut çocuklara insanca bir yaşam, eğitim, sağlık imkanı sunulabiliyormuş gibi hiç yüzü kızarmadan her ailenin üç çocuk sahibi olması gerektiğini söyleyebiliyor. Elli kuruşluk bir çikolatayı yiyemediği için ruhları sakatlanan çocuklar, onların anaları, babaları kimin umrunda! Naylon çadırlarda soğuktan titreşerek okula gitme tiyatrosuna bir kurtuluş umudu olarak dört elle sarılan, açlıktan bayılan çocuklar kimi ırgalar?
Köle sahipleri için seçme şansını artıran ucuz ve bol malzeme deposu hayatlarımız.
Bunun karşısında suçlanacak olan köle sahipleri değil. Asıl sorumluluk bizim omuzlarımızda.
Hiç
lamı cimi yok. Kendi hayatlarımıza olduğu kadar kendi ölülerimize sahip çıkması gereken biziz. Kendimize biçtiğimiz değeri talep etmek, hesabını sormak, bedelini ödetmesi gereken de biz.
Zincirlerinden başka yitirecek şeyleri olmayanlar hayatlarını kaybediyor.
Kimi zaman beşer onar, kimi zaman biner biner.
Varoşlardaki havai fişek depolarında, halk ekmek kuyruklarında, tiner koklarken, racon keserken.
Yaşamları kadar ölümleriyle de iktidara ve zenginliğe, hırsa ve açgözlülüğe kurban ediliyorlar.
Görüyor musun?