Son elli yılın sol hareketi yeni solla dolu. Türkiye’de 80’lerin sol dergileri yeni sıfatlarıyla, 90’lar “yeni” türde parti kurma çabalarıyla dolu. Aynı kandırmaca 2000’lerde de devam ediyor. Örneğin kimileri, ezilen olmanın ezilen bilincini beraberinde getirmediğini, sınıf indirgemeci politikalardan uzaklaşılması ve yeni dinamiklere yönelinmesi gerektiğini söylüyor. Ahmet İnsel’in kurmaya çalıştığı yeni sol parti çalışmaları nedeniyle yaptığı […]
Son elli yılın sol hareketi yeni solla dolu. Türkiye’de 80’lerin sol dergileri yeni sıfatlarıyla, 90’lar “yeni” türde parti kurma çabalarıyla dolu. Aynı kandırmaca 2000’lerde de devam ediyor.
Örneğin kimileri, ezilen olmanın ezilen bilincini beraberinde getirmediğini, sınıf indirgemeci politikalardan uzaklaşılması ve yeni dinamiklere yönelinmesi gerektiğini söylüyor. Ahmet İnsel’in kurmaya çalıştığı yeni sol parti çalışmaları nedeniyle yaptığı gezilerden inciler bunlar. Sol adına söyleyecek çok ve “yeni” sözü olduğu iddiasıyla sarf edilen bu cümlelerin neden söylendiği ayrı bir tartışma konusu olmakla beraber, yeni değil. Soldan konuştuğunu iddia eden ve dost görünen bu cümlelerin sahibi, laf dokundurduğu ideolojinin kurucularının bundan 162 yıl önce yazdıkları ilk temel programatik metinde söylediklerini bilmiyor olabilir mi? Okumuş olmak bir yana Manifesto’nun başlıklarına göz gezdirmiş olmanın dahi yeteceği düşünüldüğünde kafalar iyice karışıyor.
Birinci bölümün başlığının burjuvalar ve proleterler, ikinci bölümün ise proleterler ve komünistler olduğu düşünüldüğünde daha en baştan bu ideolojinin işçi olmakla, yani ezilen olmakla ezilen bilincine sahip olmanın aynı şey olmadığını, tam da bu nedenle komünistlere önemli bir görev düştüğünü yazarak başladığını görüyoruz. Tam 162 yıl önce “toplumun görüşlerinin egemen sınıfın görüşleri olduğuna”, yani bu toplumu oluşturan işçiler olarak burjuva ideolojisinin üzerimizdeki etkilerinden kurtulamadığımız, onlara müdahalede bulunamadığımız oranda bilincimizin egemenler tarafından belirleneceğine dikkat çekiliyor. İşte tam da bu yüzden temel eser olarak kabul ettiğimiz Manifesto’nun birinci bölümünde toplumsal bir statü (üretim araçları karşısındaki konumumuz) olarak proletarya ve burjuvaziden bahsedilirken, ikinci bölümde bir bilinç ifadesi olarak komünist olmaktan bahsedilir. Yani daha en baştan proleter olmanın doğal bir sonuç olarak komünist bilince sahip olmak olmadığı belirtilirken, elbette ezme ezilme ilişkisinin yarattığı bir sonuç olarak proleter olmanın o görüşe daha yakın olmak, yani adını koyalım gerçeklerle gözün önündeki perdeler olmadan yüzleşildiğinde çok daha kolay ikna olmak sonucunu doğuracağı vurgulanıyor.
Tam da bu nedenle Tekel işçileri birçoklarının anladığı anlamda bilinçli olmasalar -kitapları hatmetmiş olmasalar- da ilerici bir rol oynamaktadır, çünkü bir kere kendi sınıfsal çıkarları peşinde koşmaya başladıklarında talepleri düzenin temeline doğru yol almaktadır Nitekim bunu “dost” görmezken, düşman görüyor!
17 Ocak’ta Ankara’da gerçekleştirilen Tekel mitingi sırasında Bülent Arınç TRT’de yayınlanan bir programın konuğuydu. Programda son dönem siyasete dair yapılan açılımların ardından sunucular kendisine Tekel direnişi ve mitingi hakkındaki görüşlerini soruyor. Cevap şöyle: “Ben, toplumsal muhalefetin genişlemesinden, büyümesinden, bir cephe haline gelip sokaklara çıkmasından memnun değilim. Bir siyasi iktidar bundan memnun olmaz. Parlamentonun içindeki siyasi partilerin eleştirilerine veya bizi yıpratmasına biz gülüp geçiyoruz. Çünkü hiç etkili değiller ama karşımızdaki muhalefet sokağı çıkar da bunun içerisinde hanım kardeşlerimiz, gençler, onların yavruları çıkar ve bunlar üzerinden iktidar yıpratılmaya çalışıyorsa ben bir siyasetçi olarak bundan çekinirim, endişe ederim”.
Bugün Bülent Arınç yani düşman kampın, sermayenin sözcülerinden biri Tekel işçilerinin gerçekte ne anlama geldiğini biliyor. O kadar ki en gerçek muhalefetin bu olduğunu asıl korkulması gerekenin sokağa çıkmış ve hakları için ölmeyi göze almış işçi sınıfı olduğunu açıkça dile getirebiliyor. Tam da Organize Sanayi Bölgelerinde bir grev tehlikesi doğar doğmaz bir araya gelip toplantılar yapan ya da Sinter’de yaşanan direniş nedeniyle çevre fabrikalardan işçi çıkaramayan, hatta kriz koşullarında ücretlere zam yapan patronların sınıfsal içgüdüsüyle konuşuyor: sınıf bilinçli olup olmamalarından, sosyalist ideolojiyi hatmetmiş olup olmalarından bağımsız olarak asıl tehlike işçi sınıfı diyor.
Bülent Arınç’ın dahi itiraf etmek zorunda kaldığı bu gerçekleri Ahmet İnsellerin bilmemesi mümkün mü? O halde Ahmet insel bunu niye yapıyor, Manifesto’yu okuduğundan şüphemiz olmadığına göre cevap açık: çünkü ortam müsait. Devrimci örgütlülük, teori ve sol konusunda öyle bir boşluk var ki her ağzına gelen iftirayı atabileceğini düşünüyor. Ama neyse ki Ahmet İnsel gibi “dost”lar kadar Bülent Arınç gibi düşmanlar da var. Dost bozarken düşman yapıyor. Dost bize sınıfla ilişkini kes, sınıf söylemlerini bırak, bu iş sınıf temelinde olmaz diyor, düşman bize “sınıf”tan vazgeçme, sen sınıf temelinde siyaset yürütmüyor olabilirsin, ama ben sınıf siyaseti yapıyorum, sınıf siyaseti yapanlardan korkuyorum diye hatırlatmada bulunuyor. Öyle dostun olacağına, böyle düşmanın olsun!
İşçi sınıfına ikame dinamik arayan “yeni sol”cular tüm kesimleri, tüm ezilenleri, tüm bilinçli unsurları, kısacası gelen herkesi kucaklamak istiyorlar. Bu çıfıt çarşısı niteliğindeki partinin en önemli düsturu, ne olursan ol gel! Böyle bir durumda yeni sol partide mutlaka farklı bir renk ve soluk olması açısından Bülent Arınç’a da yer olmalı, her şeyi kucaklayacak olan partinin ortodokslara, çareyi işçi sınıfında aramaya devam eden “dinozorlar”a açılan yüzü olmalı. Ama yetmez! Partinin milliyetçi-devletçi solculuğu da eksik kalmasın. Zamanında devletleştirmeler konusunda partisine karşı ciddi karşıtlık gösteren Abdüllatif Şener’e de böyle bir teklifle gidilebilir. Büyük farklılıklar olabilir ama neticede örgütlenme anlayışı aynı. Belki Abdüllatif Şener geçtiğimiz Mayıs ayında kurduğu partide sanki bir dershane açılışıymışçasına kapıya astığı yazı ile birlikte gelir: Üye kayıtları başlamıştır!