Türkiye’de ve dünyadaki sendikal hareketin dünü, bugünü ve yarını tek bir yazıyla ele alınamayacak kadar kapsamlı ve de çok yönlü. Onu değerlendirirken tek yönlü, tek bir nedene bağlayan ve sınırlı sayıda olgu ile açıklama yöntemi bizleri sonuca götürmeye yaramayacaktır. Ancak çok yönlü bir ele alışın sadece bir yazıda mümkün olamayacağı da açık. Bu nedenle, sendikal […]
Türkiye’de ve dünyadaki sendikal hareketin dünü, bugünü ve yarını tek bir yazıyla ele alınamayacak kadar kapsamlı ve de çok yönlü. Onu değerlendirirken tek yönlü, tek bir nedene bağlayan ve sınırlı sayıda olgu ile açıklama yöntemi bizleri sonuca götürmeye yaramayacaktır. Ancak çok yönlü bir ele alışın sadece bir yazıda mümkün olamayacağı da açık. Bu nedenle, sendikal hareketin yaşadığı genel kriz sürecini, kendiliğinden bir hareket ve ücret sendikacılığının bir sonucu olarak etkisizleşme, küçülme, devletin çizdiği sınırlara daralma, sendikal bürokrasi gibi pek çok sonucun her birini ele almak mümkün değil. Amacım, son 1 aylık süreçte yaşanan ve birbirine çok benzeyen ve aynı zamanda birbirinin devamı niteliğindeki pratik kimi süreçlerin ışığında, somut göstergelere dair düşüncelerimi paylaşmaktır.
Son 1 aylık kısa sürede yaşanan üç ayrı tarihi, konu etmek istiyorum bu yazıda. 28 Nisan, 30 Mayıs ve 3 Haziran. İlki 2009 1 Mayıs’ı Taksim iradesinin ilan edilmek istendiği İstiklal-Tünel eylemi, ikincisi KESK’e yönelik baskın ve gözaltıları protesto için Galatasaray Lisesi önü eylemi ve son olarak da Eğitim-Sen’in yaptığı 3-4-5 Haziran eyleminin İstanbul yürüyüş kolunun Galatasaray Lisesi önünden yolcu edilmesi eylemidir. Bu üç eylemin ortak noktası; eylemcilerin karşısına kurulan polis barikatlarının aşıl(a)maması ve sonuç olarak özellikle KESK nezdinde sendikal hareketin durumunun ben ve pek çok insanın gözünde canlandırdıklarıdır.
Son dönemin Taksim’de yapılan kitle eylemlerinde ve her geçen gün tüm il ve meydanlara yayılan bir biçimde devlet bilinçli bir taktik pokitika izliyor. Bu taktik politikanın ana amacını, eylemci kitlenin çizilen sınırlar içerisinde hareket etmesi oluşturuyor. Çoğu kez eylemci kitlenin önüne dizilen bir polis barikatı, eylemci kitlenin hareket sınırına işaret ediyor. Barikatla karşılaşan eylemci kitleden temsilciler hemen polis komiserleri ile görüşme ve barikatın açılmasını talep etmeyi bir alışkanlık haline getirseler de, polisin yanıtı değişmiyor: “Yürümek, yasadışı gösteri yapmak yasak!”
Bundan sonrasında kitleden sloganlarla yer yer “barikatı aşalım” eğilimi de dillendirilerek barikatı aşma isteği ortaya konulsa da, eylem, kendi iç dinamikleri sönümlenene dek sürüyor, saatlere varan verimsiz ve sonuçsuz bir bekleyişten sonra ise kitle eylemin düzenleyicileri tarafından dağıtılıyor: “Ne yapalım, barikatı açmadılar!”
Burjuvazinin dilinden argümanlar
“Ne yapalım, barikatı açmadılar”… ’80’lerin sonu, ’90’lı yılların başında kamu emekçi hareketinden bir kamu emekçisinin bunu söylemesi düşünülemezdi. Zaten kimse de polisin barikatı kaldırması gibi bir beklenti içerisinde olmazdı. Devletin tutumu hakkında pratikte daha realist ve sorunu bir hükümet sorunu olarak algılamayan bir bakış söz konusuydu. Yaşananın emekçilere barikat kurmak olduğu, emekçilerin, işçi sınıfının da ancak bu barikatları aşarak ilerleyebileceği pratik bir bilinç olarak da kavranmıştı.
Bugün eylemlerin dağıtılmasında lanetli bir rol üstlenen kamu emekçi sendikalarından kimi yöneticiler “Dönmekle yenilmiş sayılmayız, insanları tehlikeye atamayız” gibi bir argümana sığınabiliyorlar. Özellikle 90’lı yılların ilk yarısında belki de ortalarına kadar, sendikacılar kamu emekçi hareketinden üyelere bu argümanı pazarlayacak kadar alçalmamışlardı. Kimbilir belki de bu gerekçenin tutmasının zemini yoktu da ondan.
Tam da bu nedenle barikatlardan geri dönme ‘kararlılığı’ farklı kılıflara büründürülerek pazarlanmaya çalışılıyor. Bunun adı da yeni bir agüman olarak; “Örgütsel hukuka uyalım arkadaşlar!” oluyor. Örgüt, mücadelenin aracıdır. Örgütsel hukuk bu amaç doğrultusunda oluşur ve kullanılır. Ancak şahane bir parende ile ters takla attırılarak “örgütsel hukuk” burada mücadeleyi dizginlemenin aracı oluyor. Ne ilginç ve ne yazık! İşte marksist “yabancılaşma” kuramının bir kez daha doğrulanması: Örgüt kendinde bir amaç haline getirilmiş, üyeleri üzerinde ve onları yöneten bir “hukuk” oluşturmuş, burjuvazinin lehine eylemin dağıtılmasına gerekçe oluyor. Ya da “Şimdi dağılıyoruz, ama eylemli tepkimizi sürdüreceğiz arkadaşlar” denilerek bu, eylemin dağıtılma gerekçesi olarak sunuluyor, vay anasını!
Sadece Taksim eylemlerinde değil, son dönem gerçekleşen pek çok eylemde duymaya alıştığımız bir başka şey ise; Eğitim-Sen ya da KESK kitlesinin eyleme gelen diğer kitlelerle ayrıştırılmaya çalışılması ve eylem içinde eylemi bölme eğilimidir. Bunun önemli iki sebebi vardır. İlki alınacak kararlara daha çabuk uyum sağlayacak olan yönetimi oluşturan anlayışların sendika dışındaki kitlelerinin bu eylemlere ilgi göstermemesidir. Bir diğeri ise, polisin: “aranızda üyeniz olmayan unsurlar var” rahatsızlığının ve de uyarısının etkili olmasıdır. Bu nedenledir sık sık “flama ve dözvizleri indirin” uyarılarının yapılması ya da; “KESK önlükleri olanlar öne gelsin” yaklaşımının aleni biçimde yaşanmasıdır.
Sözde değil, pratikte mücadeleci olmak
Eylemlerde kullanılan yukarıda sıraladığım ve sayısını arttırmak mümkün olan argümanların sahiplerinin eleştirisi görece kolay olandır. En güzel ve tek gerçek eleştiri de bu burjuva politikacılarını aratmayanların, sınıf içerisinde burjuva ideolojisini temsil eden sendikal bürokrasinin kaynağının ve kendisinin yapıştığı koltuklardan sökülüp atılmasıdır. Ona da sıra gelecek…
Ama bugün daha kötüsü, bu argümanların satın alınmasıdır! Barikat önünde sonlandırılan bu eylemlerin lanetli gerekçelerinin karşılık bulması ve eylemlerin katılımcılarınca da kabul edilmesidir. Burada daha bütünsel toplam bir sorun var. Bir “Mengen Barikatı” söz konusu!
Birincisi, sözkonusu eylemlere katılan farklı siyasi grup ya da parti kitlelerinin, bu eylemlerde bir deplasman duygusuna kapılmaları, içeridenleşememeleri, kendilerini destekçi, dayanışmacı ya da verilen kararlara saygı duymak zorunda hissetmeleri kısacası kendilerini oraya taşıyamamaları, bu “Mengen barikatı”na işaret ediyor.
Birinciyle kısmen bağlantılı, kısmen de ayrı olarak ikincisi, eylemin katılımcıları içerisinde yer alan, sendikalarda üye devrimci iddia içerisindeki üyelerin sergilediği silik ve uyumcu profil bu “Mengen barikatına” işaret ediyor.
Kitle hareketinde öğrenilmiş çaresizlik
“Mengen Barikatı”, 91’de Zonguldak maden işçilerinin ülkeyi sarsan büyük Ankara yürüyüşünün takıldığı barikattır. Zonguldak’tan yola çıkan işçi, emekçiler, kadınlar binler olup, tüm bir kent Ankara’ya doğru yürürken Bolu’nun Mengen ilçesinde karayolunun kıyısında durdular. Durdular ve beklediler. Büyük bir tarihsel eylemde devletin çizdiği ve sendikal bürokrasinin uyguladığı barikatı aşamadılar.
Bugün de yaşanan buna benzer bir süreçtir. Tarihsel bir dönüm noktası sayabileceğimiz ’95 17-18 Haziran’ında Ankara’dan TİS hakkını almadan döndüğünden beri kamu emekçi hareketi nice zamandır kitle eylemlerinde sınırları aşan, parçalayan bir duruş sergileyemiyor. Kimi ileri mevzi çıkışlar da en sonunda sendikal bürokrasinin yumuşatıcı etkisiyle dağılıyor. Özellikle 2000’li yıllarda hangi kitle eyleminde militan eylemli bir duruş sergiledi bu sendika, kaç kez koyulan barikatı aştı, bunların aşılmasında kimin payı ne kadardı, kim polis barikatına sıra gelmeden içerden barikat olup dağıttı emekçi tabanın haklı öfkesini? Daha net sorayım: Bu sendika, göstermelik eylemler yapmaya ne zamandır alıştırıldı? Son Taksim eyleminde u