6 Temmuz 2008 Bir çift ayakkabı, çorap ve pijama* Geçen cuma öğle saatlerinde, Kemah tren istasyonuna girdiğimde karşılaştığım bir tablo, hayatımın sonuna kadar hafızamdan silinmeyecek. İstasyon müdürünün oturduğu küçük bir oda. Odanın camlı duvarı, istasyonun yolculara ait salonuna açılıyor. Camın kenarında genç bir kız oturuyor. Cılız sayılabilecek kadar zayıf. Zayıflığı ile mütenasip bir sessizlik ve […]
6 Temmuz 2008
Bir çift ayakkabı, çorap ve pijama*
Geçen cuma öğle saatlerinde, Kemah tren istasyonuna girdiğimde karşılaştığım bir tablo, hayatımın sonuna kadar hafızamdan silinmeyecek.
İstasyon müdürünün oturduğu küçük bir oda.
Odanın camlı duvarı, istasyonun yolculara ait salonuna açılıyor.
Camın kenarında genç bir kız oturuyor.
Cılız sayılabilecek kadar zayıf.
Zayıflığı ile mütenasip bir sessizlik ve içine kapanıklık, daha ilk görüşte insanı etkiliyor.
Etekleri, diziyle ayaklarının orta yerine kadar inmiş.
Muhafazakár bir ailenin kızı olduğu belli.
Başı, resmi bir dairede çalıştığı için açık. Dışarıda örtüyor.
Önünde bir bilgisayar duruyor.
Yolcuların bilet işlemlerini bilgisayar üzerinde yapıyor.
“Bilgisayar kullanmayı nerede öğrendin” diye soruyorum.
“Okulda öğrendim” diyor.
Adı Meryem Bozdemir.
22 yaşında. Babası dökümcüde çalışırken kanserden ölmüş.
Annesi ile üç kardeşinin geçimini sağlıyor.
Hangi okuldan mezun?
Kemah Lisesi’nden.
Hani bugün neredeyse mahkeme salonlarında yargılamaya başladığımız Cumhuriyet’in okulundan.
Hani o, halkımızda travma yarattığını söyleyecek kadar kendimizden geçtiğimiz Cumhuriyet’in okulundan.
Benim için “Derin Anadolu”, işte o kızların yalnızlığında başlıyor.
* * *
Erzincan’a bir işadamının arabasında dönüyoruz.
Hikáyesini dinliyoruz.
Adı Cafer Bektaş. Kemah’ın bir köyünde doğmuş.
Babası, daha 7 yaşındayken onu, Kemah’taki bölge yatılı okuluna vermiş.
Yani Cumhuriyet’in kurduğu yatılı okula.
Hani şu travma yarattığı söylenen devrimlerin kurduğu okula.
“Ayakkabımızı, pijamamızı, çorabımızı devlet verdi” diyor.
Sonra Erzincan’da yine devletin yatılı ortaokuluna ve lisesine gitmiş.
Yine pijamasını, ayakkabısını, çorabını devlet vermiş.
“Daha sonra, imkánlarım elvermedi, üniversiteye gidemedim” diye devam ediyor.
Gidememiş ama devletin verdiği o kadar eğitim bile, girişimci ruhuyla birleşince, hayat devam etmiş.
İstanbul’a gelmiş, elektrik işine girmiş ve bugün orta boy bir KOBİ’nin sahibi.
Oğullarından biri, şu günlerde Kanada’da dil öğrenmeye gitmiş.
O ise, her yıl yapılan futbol şenliği için memleketi Kemah’a gelmiş.
Kemah’ta tam 31 yıldan bu yana bölgesel bir futbol şampiyonası düzenleniyormuş.
Köylerden gelen takımlar önce İstanbul’a gidip, orada 2 ay boyunca eleme maçları yapıyorlarmış.
Sonunda finale kalanlar, Kemah’a gelip son maçları orada oynuyormuş. Turnuvanın mimarlarından biri de Hürriyet’ten Salih Bahadır‘mış.
Evet tam 31 yıldır…
* * *
Kendi kendime sordum.
Çocuğunu 7 yaşında devletin yatılı okuluna bırakıp sömestrde almaya gelen bir insan, iyi bir baba mıdır, yoksa kötü mü?..
Yoksa sadece vizyon sahibi bir baba mı?..
Cafer Bektaş bugün başarılı bir işadamı.
Her yıl memleketi Kemah’a dönüp, kalkınma derneğinde çalışmalarını sürdürüyor.
Yedi yaşında pijamasını, terliğini veren okulun bir bölümünü yeniliyor.
Ve ben Anadolu’nun bu köşesinde, hepimizi bugünlere getiren bu devlete, bu Cumhuriyet’e yapılan haksızlıkları, nankörlükleri gözlerim yaşararak lanetliyorum.
Hürriyet treni, içimde böylesine derin kanyonlardan geçerek Batı’ya doğru ilerliyor…
O trende kendi kendime soruyorum.
İzmirli bir çocuk için Anadolu nedir?
Benim için Anadolu, ortaokul ve lise yıllarımda Taga ve Ege kitabevlerinin vitrininde gördüğüm Orhan Kemal ve Yaşar Kemal‘in romanlarıydı.
Reşat Nuri Güntekin‘in Çalıkuşu romanıydı.
Ya devlet ve Cumhuriyet?..
O da beni Gazi İlkokulu’nda, Namık Kemal Lisesi’nde, Siyasal Bilgiler Basın Yayın Yüksek Okulu’nda parasız okutan devlet ve Cumhuriyet’ti.
Bir de, 1416 sayılı kanunun bursuyla, Fransa’da doktora yapmaya gönderen devlet ve Cumhuriyet.
İşte o yüzden onlara yapılan haksızlık, onlara reva görülen nankörlük, içime işliyor…
* Özelleştirmecilikte sınır tanımayan Ertuğrul Özkök’ün bu yazısını, “Cumhuriyet”i savunmak için “sosyal devlet”e müracaat etmek zorunda kalmasındaki “şizofrenik hüznü”nü okurlarımızla paylaşmak için “Derlediklerimiz”e aldık. Meğer “sosyal devlet” herkese lazım mış!