Ordu-AKP, laik-şeriatçı derken, Türkiye’de yaşanan (gerçek ya da değil) siyasi kamplaşma Ayşe Arman’ın mini eteğiyle üniversite kapısında bekleyen türbanlıların çatışmasına doğru ilerliyor. Bu yazı, “tartışmanın düğmesine kim bastı?”, “nereden basıldı?”, “kim orducu?”, “kim AKP’ci?” gibi bir türlü sonu gelmeyen tartışmalara ve “bunlar medya maniplasyonudur, halkın gündemi değildir” kolaycılığına kaçmadan bu tartışmanın açmazları üzerine yazılmıştır. Yazının […]
Ordu-AKP, laik-şeriatçı derken, Türkiye’de yaşanan (gerçek ya da değil) siyasi kamplaşma Ayşe Arman’ın mini eteğiyle üniversite kapısında bekleyen türbanlıların çatışmasına doğru ilerliyor. Bu yazı, “tartışmanın düğmesine kim bastı?”, “nereden basıldı?”, “kim orducu?”, “kim AKP’ci?” gibi bir türlü sonu gelmeyen tartışmalara ve “bunlar medya maniplasyonudur, halkın gündemi değildir” kolaycılığına kaçmadan bu tartışmanın açmazları üzerine yazılmıştır. Yazının bu yönteme başvurmamasının üç önemli nedeni var: Birincisi, ordunun, sermayenin ya da AKP’nin gazetelerde çıkan her açıklamasının siyaset belirlemede referans olarak alınmasının ciddi sakıncaları olması. Çünkü ülke egemenlerinin birbirleriyle haberleşmek için (hele ki içinde bulunduğumuz “iletişim çağı”nda) medya yerine telefonla ya da yüz yüze görüşme gibi yöntemler kullanıyor olduklarını düşünmek için fazla veriye ihtiyaç yok (çok gerçekçi değil mi?). Sonuçta bizler gündeme getirilen tartışmaların sadece “bilmemiz gerektiği” kadarını öğreniyor, gerisi içinse kafa patlatmak zorunda kalıyoruz.
İkincisi bu tartışmayı esas olarak gündemde tutmayı sürdüren Hürriyet gazetesinin ve yazı işleri müdürü Ertuğrul Özkök’ün düğmesine kimin ne zaman basacağının pek öyle kestirilebilir bir şey olmaması. Bu denli ilkesiz ve kaypak bir yayıncılık anlayışının hakim olduğu ülkemizde medyaya siyasi kamplar arasında bir taraftarlık tanımlaması yaparsak bizi kısa sürede mahcup edeceklerinden kimsenin şüphesi olmasın.
Bu tartışmaya yukardan değil de içerden müdahale etme ihtiyacının en önemli gerekçesi ise yıllardır ordu ve AKP arasında devam eden “laik-şeriatçı” tartışmasının karambolünde “mahalle baskısı” kavramının ortaya atılmasıyla topun önümüze düşmesidir. Hayatlarında mahalle görmemiş birçok yazar bu tartışmayı sürdürürken tartışmanın dışında kalmak abes olacaktır. Yani biz çekmesek de savaş “kazanabileceğimiz alana” uğramış durumdadır.
Şerif Mardin’in önce Ruşen Çakır, ardından Ayşe Arman’a verdiği röportajlara gelelim. Röportajların gündeme oturan temel kavramı “mahalle baskısı”ydı. Mardin’in, İslami kimliğin gündelik yaşama baskıcı bir tutumla müdahale edeceği varsayımından yola çıkarak ortaya attığı “mahalle baskısı” kavramlaştırması, özellikle türban tartışmalarında sıkça dile getirilir hale geldi. Peki gerçekten böyle bir baskı söz konusu mu yoksa bu Mardin Hoca’nın kişisel kanaati mi? Bu soruya nesnel bir cevap vermek mümkün değil. Herkes bulunduğu mahalleden, üniversiteden, şehirden farklı bir yanıt verebilir. “Yok” desek ramazanda “oruç tutmuyor” diye dayak yiyenlerin “hatırı kalıyor”, var desek kendi halinde dinini yaşayan vatandaşın. Mardin’in deyişiyle “mahalle baskısı”nın, son yıllarda giderek tırmandığı aşikar. Ancak bu kavramı taraftarlık düzeyinden tartışmanın tam bir açmaz olduğu da görülüyor.
Bir an için Ayşe Arman’la Şerif Mardin’in röportaj yaptığı odada bulunduğumuzu farz edelim. Ayşe Arman soruyor: “Boğaz’da istediğim gibi içki içip balık yiyemeyeceksem, istediğim gibi giyinemeyeceksem ben ne yapacağım? O zaman da askerin varlığı emniyet sübabı gibi geliyor insanlara”. Şerif Mardin “Bunu çok iyi anlıyorum. Yalnız bir şey var. İnsan, risk alabilmeli. Belki de bütün korkular yersizdir” şeklinde cevap veriyor. “Peki” diyor Arman, “ya biz fark etmeden etek boyları uzarsa”. Bir de sık sık tehlikenin kaynağı olarak “onlar”ı gösteriyor Arman.
Birkaç gün sonra Fatih’te bir marketin ramazan nedeniyle içki standına branda germesi “işte mahalle baskısının fotoğrafı” manşetiyle verildi. Birkaç ay öncesine dönelim, İstanbul’da bir reklam panosundaki mayolu manken resmi kaldırıldı diye medyada yine kıyametler kopmuştu. Bir diğer haberde ise sahur molası veren otobüs firması ile irkiltilmiştik. Bir de laikliği tehdit eden “türban” tehdidi var tabii…
“Mahalle”li açısından alt alta koyup toplayalım, bakalım laiklik nasıl bir şeymiş, “laik”ler nasıl insanlarmış.
1-Memlekette açlık, yoksulluk almış başını giderken boğazda içeceği rakı balıktan, mini eteğinin boyundan başka bir şey düşünmez.
2- Her şeyden vazgeçer ama reklam panolarında manken kıçına bakmaktan vazgeçemez.
3- Aynı otobüste yolculuk yaptığı kişilerin inancına zerre saygı duymaz.
4- Türbanlı kızların evinde oturup koca beklemesini ister.
Laikliğin gelişmesi için kafa patlatan Avrupalı aydınlar ve bu uğurda canlarını verenler mezarında ters dönmüş olmalı.
Yukarıda bahsi geçen tüm karikatürleştirmeler, laikliğin gerekliliğinin sebebi değil dolaylı sonucudur. Özetle laiklik sadece “boğazda rakı içip balık yiyebilenler” için icat edilmiş bir yönetim biçimi değildir. Bu noktada ise Türkiye’de kendisini “laik, demokratik cumhuriyet” olarak adlandıran rejimin temel açmazları devreye giriyor.
Türkiye Devleti’nin resmi ideolojisi olan “Türk-İslam sentezi” denen kavrama bir göz atalım. Bu rejimin halk açısından dışlayıcı bir sistem olmasının iktisadi boyutuna, “Bu millet adam olmaz mı?” başlıklı yazıda dikkat çekmeye çalışmıştık. Elbette bu iktisadi dışlanmışlığın fikri bir dışlanmışlığı da beraberinde getirmesi kaçınılmaz. Ancak bu dışlanmışlığın kendisini gerici biçimlerde ifade etmesi sosyolojik açıdan “mutlak değer” değildir. Bu durum “Türk-İslam sentezi” fikrinin “Türk” kısmı bilinçli bir biçimde devlet olarak tanımlanırken, halkın payına, sentezinin “İslam” kısmının dayatılmasından kaynaklanmıştır. Şimdi yaratılan tedirginlik ise çevredeki İslam’ın merkezdeki “Türk”e müdahalesinden duyulan endişeden kaynaklanıyor.
80 öncesinin devrimci kalkışması, fikri olarak dışlanmış “mahalle”nin sol fikirlerle buluşarak resmi devlet aygıtına taarruz edebileceğini de gösteriyor. Günümüzde bu tepkinin AKP ile kendisini ifade etmesinin 12 Eylül darbesinin yarattığı karanlığın doğrudan bir sonucu olduğunu söylemek için bütün o işkenceleri, idamları, baskıyı, bilinçli gericileştirme politikalarını tekrar etmeye sanırım lüzum yok. Darbe sonrasında gericiliği kurumsallaştırmak için “laik” rejimin içine sokuşturulan bir dizi uygulama bu tablonun daha da netleşmesini sağlıyor. Bir yandan din derslerinde “içki içersen ve oruç tutmazsan cehennemde cayır cayır yanarsın” diye ilkokul çocuklarının beynini yıkayan diğer yandan, Ramazan’da içki standının kapatılmasını mahalle baskısı olarak adlandıran bir rejim var karşımızda. Her doğan çocuğun nüfus cüzdanına “Dini: İslam” yazıp sonra laikliği savunan da yine bu rejim. Üniversitelerde ilerici öğrencileri ve akademisyenleri kapının önüne koyup, bilimsel üretimi dizginleyen, ardından da “türbanın önünü açarsak üniversiteler elden gider” diye ağlaşan da yine aynı rejim. Gider tabii, gitmemesi için ne yaptınız ki bugüne kadar.
Bu noktada yukarıda değindiğimiz din dersleri ve türban konusunu biraz daha açalım. Ülkemizde din derslerinin hiçbir zaman genel anlamda din öğreten bir ders olmadığına dikkat çekmek gerek. Ülkemizde din dersi aslında bir “Müslümanlık” dersidir. Yine bu ders Müslümanlığı mutlak değişmez ve tartışılamaz bir gerçeklik olarak sunmaya devam ediyor. Gerici, tarikatçı kadroların öğretmenlik yapmadığı, dinin, tarihsel, sosyolojik ve felsefi bir akım olarak anlatıldığı bir din dersinin gericileştirici değil, özgürleştirici bir anlamı olacaktır. Yani din dersi tartışmasında esas dikkat çekilmesi gereken nokta din dersinin seçmeli olup olmaması değil, dersin din seçme ya d
a seçmeme özgürlüğünü yansıtan bir bilinçle verilmesi gerekliliğidir. Sorun biçim değil içeriktir. Din dersinin seçmeli hale getirilmesinin yine bir tür “mahalle baskısı” endişesi nedeniyle; kadro ve derslik yetersizliği bahaneleriyle uygulamaya geçirilmesinin mümkün olmayacağını tahmin etmek zor değil.
Türbana gelirsek, bu noktada resmi kurumlar marifetiyle gündeme getirilen, “kamusal alanda türban takılamaz” önermesi tümüyle tutarsız bir dayatmadır. Bakalım bu dayatmanın kendisi nereye kadar dayanabiliyor:
– Üniversitede türban takmak yasak
– niye?
– çünkü o bir siyasi simge
– e yemeni taksak
– o da olmaz
– niye?
– olmaz işte
– Peruk?
– o olur
– niye?
-*?…&%??
Resmi ideolojimizin felsefesi başörtüsünü savunanların özgürlüğü kadar gerçekçi olamıyor. Koca koca profesörlerin, rektörlerin, çıkıp da “üniversite kamusal alandır, Türban da siyasi simgedir o yüzden takamazsınız” demesi, başka da bir şey diyememesi Türkiye Cumhuriyeti açısından utanç vericidir. Daha da utanç verici olanı ise 80 rektörün yukarıdaki içerikte bir metnin altına ortak imza atmasıdır. Bu hocalar hiç mi tartışmaz, hiç mi fikir ayrımına düşmez. Hadi asker düşmez diyelim çünkü orda akıl yürütme yok emir komuta var. Peki bütün rektörlerin aynı fikir de olmasına ne demeli.
Kurumların bu akıl yürütmeme mesaisinin üniversitelerdeki gerici yoğunlaşmanın temeli olduğu söylenebilir. Üniversitede türban takılması aslen rejimin değil üniversitenin temel değerleriyle çelişir. Üniversitenin en temel değeri rejimin değil bilimin gösterdiği yolda yürüme zorunluluğudur. Bilim ise dinle daha en temel çıkış noktasında çelişir. Olayların ve durumların “tanrı buyruğuyla” gerçekleştiğini kabul eden bilim kendisini inkar ve imha eder. İnsan aklının bazı şeyleri algılamayacağını, bazı şeyleri ancak tanrının bilebileceğini söyleyen din, insan aklını ve deneyi dünyayı algılama ve değiştirmek için temel hareket noktası olarak alan bilimi daha doğmadan öldürür. Üniversitelerde bilimin gerçek anlamıyla ve tutarlı bir biçimde verilmesi durumunda türbanın “rejim üzerinde baskı yaratacak denli bir büyük bir çokluk” tarafından kabul görmemesi olası. Çünkü üniversite kapısında bekleşen o “türbanlı kızlar”ın hiçbiri anasından türbanla doğmuyor. “Devletin ve ailenin çemberinden geçtikten sonra” türbanı bir kendini ifade biçimi olarak görüyorlar.
“Türban ‘özgürlüğü’nü savunmak mı yoksa türbana karşı çıkmak mı gerekir” tartışmasında kaçılabilecek kestirme bir yolun ve sloganların bulunmadığı artık tecrübeyle de sabit. Bu konuda daha kapsamlı ve ilkesel bir tartışmayı sol yapmayacaksa kim yapacak? Bilimin toplumun yolunu aydınlatması gereken bir ışık olması gerektiğini, türbanınsa bilimle çelişen bir simge olduğunu kim söyleyecek? Bu ağır taşın altına elini sokacak ve bireysel özgürlükleri aşan bir özgürlük tanımlaması yapmayı kendisine görev edinebilecek olanlar, solcular olmayacaksa kim olacak? Solcu gördüğü her yerde tepesine binmeyi en önemli vazife sayan rektörler mi?
O zaman şimdi her tutanın elinde kalan özgürlük kavramına bir de “türbanlı kızların” gözünden bakmaya çalışalım. Türban bir özgürlük müdür yoksa erkek egemenliğinin kendini dinleştirmesi karşısında bir boyun eğiş midir? Ya da şöyle diyelim çok sayıda kadın baskı altında tutulmayı gönüllü olarak kabul etmişlerse, burada laikliğin inanç özgürlüğü kavramı mı devreye girmeli yoksa aydınlanma kavramı mı? Bu tartışmaya bireysel özgürlükler düzleminden bakmak mı gerekir yoksa toplumun genel çıkarları açısından mı?
Cumhuriyet rejiminin türban konusunda takındığı bu yasakçı tutum, Mustafa Kemal’in şapka inkılabını anımsatıyor. Tek başına düşünüldüğünde “şapka takma zorunluluğu”nun nasıl olup da akılcı bir rejimin bir parçası haline getirilebildiği düşünülebilir. Ancak burada temel bir ayrım noktası var: Cumhuriyet ilk yıllarında bir yandan halkın geçmiş alışkanlıkları ve yaşam tarzına yönelik yasakçı bir tutum takınırken, diğer yandan da, okuma yazma seferberlikleriyle, Halkevleri’yle, kadının sosyal yaşama katılımının önünün açılmasıyla vs. aydınlatıcı misyonunu yerine getiriyordu. Bu dönemde modernleşme baskısı karşısında halkın verdiği tepkiler genellikle olumlu olmuştu.
Bu noktada son 30 yıldaki türbanlı sayısının muazzam artışına dikkat çekmek gerekiyor. Bu durumun yukarıdan müdahale olmadan kendiliğinden gerçekleştiğini söylemek mümkün mü? Biraz daha geri dönelim: Cumhuriyetin aydınlanmacı misyonun iki temel kurumu olan Halkevleri ve Köy Enstitüleri gibi kurumların Demokrat Parti’nin iktidara gelmesiyle kapatılması yukarıdan müdahalenin tarihsel arka planı olarak önümüzde duruyor. Ardından İmam-hatip Liseleri’nin (İHL) açılması ve 80 sonrasında İHL’lerin sayısında muhteşem bir artış yaşanması da keza öyle. Ülkenin dört bir yanında her gün bir yenisi eklenen camiler, televizyon programlarında din propagandasının yıllar içerisinde giderek artması da bu durumun kanıtları.
Nasıl ki Köy Enstitüleri ve Halkevleri pratikleri cumhuriyet rejiminin yukarıdan aydınlanmacı modernist ulus devlet yapısının bir simgesi haline gelmişse, İmam-hatipler ve Kuran kursları da yukarıdan gericileştirmeci Türk-İslam sentezinin simgeleri haline gelmişlerdir. İşin ilginç tarafı: bu ikisi de aynı devlettir!
Bu noktaya dikkat. Yıllarca Köy Enstitüleri’nden ve Halkevleri’nden yetişen aydınlar Türkiye halklarını aydınlatmada “eşeğin sırtına vursan taşınamaz” bir yükü, bin bir güçlükle, emekle çektiler. Üstelik üzerlerindeki tüm baskıya rağmen. Rıfat Ilgaz’ların, Aziz Nesin’lerin, Fakir Baykurt’ların, Orhan Kemal’lerin, Yılmaz Güney’lerin ve adını sayamadığımız yüzlerce sanatçımızın; sokak ortasında kurşunlanan, okuldan atılan aydınlarımızın, bu kurumlarda yetişerek, köy kasaba demeden dolaşan, memleketin en ücra köşelerine bilim götüren, fikir götüren, hizmet götüren binlerce insanımızın adı anılmadan “aydınlanma” denen kavram açıklanamaz. Bu halk onların söylediklerinden çok şey anladı. Üniversiteliler onlardan çok şey anladı. Hatta o kadar çok şey anladı ki cumhuriyet onlara yetmedi, daha özgür bir ülke kurmak için harekete geçtiler. Üstelik kimse “onlar”a içinde Huriler ve Kevser Irmakları olan bir cennet de vaat etmediği halde.
Peki devlet bundan ne anladı? Aydınlanmış yoksulun, aydınlanmış köylünün başlarına bela olabileceğini. Köy Enstitüleri’ni Menderes rejimi kapattı ama şimdi “türban üniversiteye girmesin” diyen resmi devlet aygıtı da yeniden açmayı aklından bile geçirmedi. Çünkü aydınlanmış yoksul ya “terörist” ya “anarşist” oluyordu. Ya şimdi, yok edilen aydın bir kuşağın yerini kimler aldı? Halen gericiliğin “yoksulun kendiliğinden hali” olduğunu düşünen varsa, gitsin gazete bayilerinde (yani “mahalle”nin kitap alabileceği tek yerinde) satılan kitaplara bir bakınsın. Bu kadar İslamcı kitabı, belgeseli hatta çizgi filmi daha önce bir arada gören varsa da gelsin itiraz etsin. Gazete bayilerine gitmeye erinen varsa internette dolaşsın. Evrim teorisini çökertmekten bıkıp usanmayan yazarlar, animasyon işini hayli ilerletip çekirdekten gericileştirme işini layıkıyla yapanlar, “benim diyen” ilericiyi ikna etme kabiliyetinde belgesellerle “mahalle”de köpeksiz köyde değneksiz gezenler bu ülkenin yeni aydınları. Son on yılda dünyaya soldan bakan aydınlarımızın yayınladıkları kitapların hepsini toplasanız, Adnan Hoca (Harun Yahya) kadar kitap yazmadıklarını görebilirsiniz. (Daha bunu
n bir de cemaat içi dayanışma ağları var ki onu da katarsak bu yazı bitmez). Fikir dünyası böylesi bir ideolojik tek taraflılık tarafından beslenen, üstelik bir de baskı altına alınan bir “mahalle”den bahsediyoruz*.
Böylesi bir “mahalle” kavramı karşımızda dururken, bu bilinçli gericileştirme politikasından ve “devlet baskısı”ndan söz etmeksizin “mahalle baskısı”ndan bahsetmek ikiyüzlülüğün daniskası değil mi?
Peki AKP çoğunluksa, demokrasi de çoğunluk rejimiyse, birtakım ilerici değerleri savunmak için anti-demokratik mi olmak gerekecek şimdi? Darbe Anayasası’nın yüzde 92 oy oranıyla kabul edildiği bir ülkede yaşıyoruz. Kimse kimseyle demokrasicilik oynamasın. Kenan Evren çıkıp da şimdi ülkenin liberal aydın takımına “ben dünyanın en demokratik anayasasını yaptım, değiştiremezseniz” derse hangi demokrasiden bahsedecekler acaba? Sakın “o zaman yukarıdan dayatma vardı” demesinler. Çünkü şimdi içinde yaşadığımız dönem o dayatmaların polisiyle, eğitim sistemiyle, ordusuyla, siyasi partileriyle yerleştiği bir rejim. Üstelik bu rejimde siyasal İslam’ın örgütlenmesinin önündeki kapılar sonuna kadar açılırken sol açısından bu ülke öyle bir hücreye dönüştürüldü ki, solcu olmak bu ülkede bir düşünme işi değil cesaret işi haline geldi.
Yine aynı liberal aydınlara soralım: 12 Eylül darbesini kafanıza yemeseydiniz eğer, liberal olmak aklınıza gelir miydi? Kaldı ki sizler bu ülkenin aydınlarısınız, siz bir darbeyle bu hale geldiyseniz, “mahalleli” ne yapsın?
Hadi şimdi tekrar demokrasiye dönelim. Evet, AKP sola göz kırpıyor kırpmaya da devam edecek. Menderes’in asıldığı ve kimsenin sokağa çıkıp oy verdiği başbakana sahip çıkmadığı bir ülkedeyiz**. Keza 27 Nisan e-muhtırasına da İslamcı kesimden göze görülür bir tepki gelmedi. Darbe tehlikesine karşı sokağa çıkanlar cılız eylemlerle de olsa yine solcular oldu. Başbakanının idamına ses çıkarmayacak denli vefasız bir kitle üzerinde siyaset yaparken AKP’nin en ihtiyaç duyacağı şeyin vefalı solcular olacağı aşikar (Kaldı ki daha birkaç yıl önce Chavez’i “ipten alan” Venezüellalı solcuların eylemleri halen akıllarda).
Peki şimdi ne olacak? Bir siyaset fıkrası şeklinde tahminimi söyleyeyim:
AKP’liye sormuşlar “mahalle baskısı” var ne diyorsun? “Karşıyım” demiş. Genelkurmay’a sormuşlar sen ne diyorsun “ben de karşıyım” demiş. Alın size “hem sözde hem özde” bir gerici uzlaşma formülü. Nasıl ki sosyal demokrasi solun rejimi tehdit ettiği dönemlerde rejim açısından bir sübap görevi görüyorsa, bugünkü AKP rejimi de “mahalle baskısı” karşısında sosyal demokrasinin gördüğü işlevi görebilir. Yani “endişeli” laik kesimler açısından, “AKP giderse “bunlar iyice azar kafamızı keser” halinde bir “öcü”ye dönüşebilir bu tartışma. Sonrasında ise bir gönüllü rıza gösterme dayatmasına. Tabii ama önce şu Anayasa tartışmalarının bitmesi gerekiyor.
Peki bu böyle giderse Malezya olur muyuz? Daha beteri de oluruz.
Yine mi darbeci gibi konuştuk? “Devrimci” diye bir şey var yahu hatırlayan yok mu?
* Ama yine de bunun ülkemizde sayısal olarak son derece büyük bir gerici kitlenin varlığından bahsetmek için yeterli olduğunu söylemek mümkün değil. Burada Mardin’in de bahsettiği bir “moral üstünlük” söz konusu. Nasıl ki 80 öncesinde sivil faşist güçler sayıca az olmalarına rağmen “moral üstünlüğü” ve devlet desteği sayesinde çapından çok daha büyük işlere imza atabildilerse, bugünün siyasal gericiliğinin varabileceği son nokta da böylesi bir güç olabilir
** Bu noktada tüm gerici iktidarların bir çıkar ağı biçiminde örgütlendikleri ideolojik hegemonyalarını manevi değerlerden çok maddi çıkarlar etrafında örgütledikleri söylenebilir. Bu çıkar ağı daha büyük bir güç tarafından dağıtıldığı zaman halkın da bu öbekleşmeden sessizce ayrıldığı görülüyor.