Kapitalist küreselleşme sürecinin önemli boyutlarından biri de, hem küresel sistemin merkez ülkelerinde hem de küreselleşmeye dahil edilmek istenen ülkelerde ulus ve burjuva devlet biçimlerinin yeniden analiz edilmesine ihtiyaç duyulmasıdır. Burjuvazinin önde gelen ideologlarından Fukuyama ve Huntington’un üzerinde ısrarla durdukların konulardan biri de budur. Kapitalist sistemin geçirdiği ekonomik değişim sürecine uygun yeni oluşumların kaçınılmaz olduğunu belirten […]
Kapitalist küreselleşme sürecinin önemli boyutlarından biri de, hem küresel sistemin merkez ülkelerinde hem de küreselleşmeye dahil edilmek istenen ülkelerde ulus ve burjuva devlet biçimlerinin yeniden analiz edilmesine ihtiyaç duyulmasıdır. Burjuvazinin önde gelen ideologlarından Fukuyama ve Huntington’un üzerinde ısrarla durdukların konulardan biri de budur. Kapitalist sistemin geçirdiği ekonomik değişim sürecine uygun yeni oluşumların kaçınılmaz olduğunu belirten burjuva ideologları, 21. yüzyılın ihtiyaçlarına yanıt veren devlet biçimlerinin analiz edilmesi için kolları sıvamış bulunmaktadırlar. Uluslar üstü sermayenin bölgesel ihtiyaçlarına bağlı olarak ulus-devletlerin yeniden biçimlendirilmesi ve aynı zamanda mevcut burjuva devlet biçimlerinin kapitalist sistemin ekonomik ve politik gelişmesine yanıt vermediği ve bir biçimiyle ‘eski’meye başladıkları, bunların ‘yeni’ biçimlerinin oluşturulmasının zorunlu bir ihtiyaç olduğuna vurgu yapmaktadırlar.
Amerika’nın yeni dönem stratejisyenlerinden Richard Haas’ın kaleme aldığı ‘Müdahale’ isimli kitabında bu durumu şöyle değerlendiriyor: “…Güç politik değişimi nispeten mümkün kılacak bir çerçeve yaratabilir, ama olağanüstü istihbarat ve biraz şanstan da daha fazlası olmaksızın, gücün kendi başına spesifik siyasal değişiklikleri ortaya çıkarması pek mümkün değildir. Böylesi değişiklik olasılığını arttırmanın tek yolu, millet inşa etme gibi hayli kapsamlı müdahalelerden geçer. Bu ise, önce bütün muhalefeti yok etmeyi ve sonra da bir başka toplumu temelden yeniden yapılandırmayı mümkün kılacak işgali gerektirir…”(1) Küresel sistemin politik stratejisini oluşturan bu yaklaşımın yaşam bulması ve ‘zora’ dayanılarak ulusların ve devletlerin yenide biçimlendirilmesi için, söz konusu edilen ‘kapsamlı müdahaleler’ fiilen uygulanmaktadır.
Özellikle Fukuyama’nın son yıllarda yayınlanan ‘Devletin İnşası-21.Yüzyılda Dünya Düzeni ve Yönetişim’ ile Huntington’un ‘Devletin Yeniden Yapılandırması’ isimli çalışmaları sadece ABD’nin devlet yapısındaki değişiklikleri tartışmıyorlar, esasen, mevcut burjuva devlet biçimlerinin küresel sistemin ihtiyaçlarına göre yeniden analiz edilmesini istiyorlar. Fukayama, bu nedenle ulus ile devlet arasındaki ilişkiye özel bir dikkat çekmektedir.
“Ulus inşasının üç ayrı yönü ve aşaması vardır. İlki, çatışma sonrası yerden yapılandırma olarak adlandırılan ve Afganistan, Somali, Kosova gibi şiddetli çatışmalardan yeni yeni kurtulmakta olan ülkelere ilişkindir. Buralarda devlet yetkesi tamamen çökmüş durumdadır ve temelden başlayarak yeniden inşa edilmesi gerekir. Dış güçler için buradaki mesele, güvenlik güçlerini, polisi, insani yardımı işin içine katıp elektrik, su, bankacılık, ödeme sistemleri ve benzerlerini yeniden düzenlemek için teknik yardımlar alarak, istikrarın kısa dönemde sağlanmasıdır.
Eğer çökmüş olan devlet, (Bosna’da olduğu gibi) uluslararası yardımla bir nebze olsun istikrar sağlamayı başaracak kadar şanslıysa, ikinci aşama gündeme gelir. Buradaki asıl amaç, dış müdahalenin sona ermesinden sonra da ayakta kalabilecek, kendi kendini idare edebilen devlet kurumları yaratmaktır. Başarıyla tamamlanması ilkinden daha güç olan bu aşama, dış güçlerin söz konusu ülkeden nazikçe çekilmeleri durumunda kritik bir hal alır.
Üçüncü aşama, ikinciyle önemli ölçüde örtüşür. Bu aşama, zayıf devletin güçlendirilmesine ilişkindir; bu durumda devlet yetkesi, makul düzeyde kararlı bir biçimde mevcuttur ama mülkiyet haklarının korunması ya da temel ilköğretimin sağlanması gibi bazı vazgeçilmez devlet işlevlerini yerine getirememektedir. Bu kategori oldukça geniştir ve merkez bankacılığı ya da kur idaresi gibi alanlarda kurumsal uzmanlığa sahip olan fakat hukuk düzeni ve eğitim gibi düşük özgüllüğe sahip hizmetleri sağlamakta sıkıntı çeken ülkelerden (örneğin Peru, Meksika) kurumların baştan aşağı zayıf olduğu ülkelere (örneğin Kenya, Gana) kadar uzanır.”(2) Ulusal yapı ile devlet olgusunu iç içe geçirerek, 21 yüzyılın ‘yeni’ ulus-devletlerin yapılandırmasını incelerken, dikkat çeken nokta, bütün bunların ‘dış güçler’ tarafından yapılmış olmasıdır. Söz konusu edilen ülkelerin devlet yapılarının ‘zayıf’ olması nedeniyle, uluslararası güçlerin ekonomik ve politik ihtiyaçlarına yanıt veremediği için, düşünülen değişikliklerin, askeri güç kullanılarak yapılması tercih edilmektedir. Bu düzenleme ilgili ulusun bütün toplumsal yaşantısını kapsamaktadır. Hiç şüphesiz ki sorunun esası, işgale yol açan ülkelerin veya ulusların geleceğinin inşa edilmesi değildir. Küresel kapitalist sistemin bu ülkelerde bütünlüklü olarak egemen kılınarak, küresel sömürge alanlarının geliştirilmesidir.
R. Haas gibi uluslaştırmada askeri işgallere özel bir önem veren Fukuyama, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Almanya ve Japonya başta olmak üzere dünyanın birçok ülkesini işgal kuvvetleriyle uluslaştırma politikasını -aslında devletin yeniden inşası- izlediklerini belirtmektedir. “Birleşik Devletlerin, işgalci güç olduğu savaş sonrası Almanya ve Japonya’da olduğu gibi, ulus inşasında başarılı olduğu düşünülür. Bu kitabın konusu olan idari kapasite açısından bakıldığında, böyle bir şeyin gerçekleşmediği açıktır. Hem Almanya hem Japonya, daha Birleşik Devletler onları yenmeden çok önce, güçlü bürokratik devletlerdi. Gerçekten de, bu devletlerin büyük güç olmalarına ve uluslararası sistem için önemli tehdit haline gelmelerine yol açan şey, devletlerinin gücüydü. Her iki ülkede de devlet aygıtları savaştan sağ çıktılar ve dikkate değer ölçüde küçük değişimlerle savaş sonrası dönemde korundular. Birleşik Devletlerin her iki örnekte başarıyla gerçekleştirdiği şey, meşruiyet temellerini otoriterizmden demokrasiye çevirmesi ve savaşı başlatan eski kadroları temizlemesiydi. Amerikan işgal güçleri, Japon bürokrasisinin yetkinliğini ve parçalanmışlığını ciddi ölçüde görmezden geldi ve üst düzeyde birkaç değişiklikten fazlasını yapmadı. Almanya’da savaş sonrası demokratik yönetim, çok övülen sivil servislerini Nazi dönemi kanunlarına göre yönetmek için müttefiklerden izin istedi. Başlangıçta görevden alınan 53.000 daimi sivil hizmetliden, 1000 tanesi dışındakilere görevleri iade edildi.
Birleşik Devletler, Küba, Filipinler, Haiti, Dominik Cumhuriyeti, Meksika, Panama, Nikaragua, Güney Kore ve Güney Vietnam da dahil pek çok ülkede, işgalci güç olarak hareket etti ve/veya müdahalede bulundu. Birleşik Devletler, bu ülkelerin hepsinde, seçim düzenlemek ve ekonomik kalkınmayı destelemek gibi ulus inşasına denk düşen faaliyetleri icra etti…” (3) İkinci Dünya Savaşı’nın başlatıcısı iki faşist emperyalist ülkelinin savaş yenilgisinden sonra, devlet yapılarını olduğu gibi korudukları ve esasen faşist kadroların, devletin yönetim merkezinde yer almaya devam ettikleri gibi yönlendirici pozisyonda kaldıkları anlaşılmaktadır. Bu iki ülkenin emperyalist kapitalist sistem içerisinde, ABD denetiminde yeniden aktif hale getirilmesi için, savaş öncesi devletin temel yapısının korunması özellikle tercih edildi. ABD bu iki ülkede önemli oranda askeri güç bulundurmakla birlikte, bu ülkelerin devlet yapısında şiddete dayanan bir değişik politikası uygulanmadı. Dönemin uluslararası güç ilişkileri nedeniyle bu pek mümkün görünmüyordu. Ancak ABD, yukarda sıralanan söz konusu diğer ülkeleri askeri güç olarak işgal etti ve kendisine uygun devlet tiplerini uygulamaya koydu. Yani dışardan ‘zor’a dayanan ve genelde işgalci askeri güç kullanarak gerçekleştirme
ye çalıştı.
Kürselleşme politikalarıyla birlikte uygulanmaya konulmak istenen devletin ‘yeni’den inşası stratejisi için en uygun zemin olarak değerlendirilen 11 Eylül 2001 tarihinden hemen sonra 21. yy devletleştirmesi operasyonlar fiilen başlatıldı.
“Yoksul ülkelerdeki devletlerin yetersizliği, gelişmiş ülkeleri daha doğrudan etkiler hale geldi. Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle birlikte, Balkanlar’dan Kafkaslar’a, oradan da Ortadoğu, Orta Asya ve Güney Afrika’ya kadar uzanan bölgede pek çok başarısız ve zayıf devlet ortaya çıktı. Devletin çöküşü ya da zayıflığı, 90’lı yıllar boyunca, Somali, Haiti, Kamboçya, Bosna, Kosova ve Doğu Timor’da [insan hakları ihlalleri ve insanlık suçlarının] yaşanmasına yol açtı. Birleşik Devletler ve diğer bazı ülkeler bir süre, bu sorunlar bölgesel nitelikteymiş gibi davrandılar ama 11 Eylül olayı, devlet yetersizliğinin devasa bir stratejik meydan okuma olduğunu kanıtladı. Radikal İslamcı terörizmin kitle imha silahlarının erişilebilirliğiyle bir araya gelmesi, zayıf yönetimlerin yarattığı sorunlar yüküne ciddi bir güvenlik boyutu ekledi. Birleşik Devletler, yürütülen askeri harekatların ardından, Afganistan ve Irak’ta devlet inşası için önemli yeni sorumluluklar üstlendi. Devletin etkinliğini ve kurumları hiç yoktan yaratmak ya da var olanları destekleme becerisi, birdenbire gündemin ilk sırasına yerleşti ve bu, dünyanın önemli bölgelerindeki güvenliğin temel şartı olacağa benziyor. Dolayısıyla, devlet zayıflığı, hem ulusal hem uluslararası boyutları olan bir gündem maddesidir”(4) Dünyanın stratejik bölgeleri olarak bilinen, Kafkasya, Balkanlar, Ortadoğu, Asya, Afrika vb. bölgelerin sosyal-ekonomik-kültürel yapısına uygun olarak, ‘zayıf’ ulus-devletlerden küresel ölçekli bölgesel ‘güçlü’ devlet biçimlerinin oluşturulması benimsenen stratejinin bir parçasını oluşturmaktadır. Ortadoğu’nun işgal edilmesi, aynı zamanda, küresel sistemin ekonomik ve politik yapısına uygun devlet biçimlerinin deneme alanı olarak işlev görmektedir.
Küreselleşmenin ekonomik ve politik ilişkilerde daha güncelleşmesi ise, bölgesel alanlardaki etkinliğinin hızla artmasına yol açtı. Kapitalistlerin politik uygulamaları sonucu bölgesel çatışmaların yoğunlaştığı bölgelerde işgal kuvvetleri fiilen kullanıldı ve bölgesel değişimler ‘zor’ kullanılarak gerçekleştirildi.
Küresel sistemin yeniden yapılandırma stratejisine bağlı olarak, 1989 yılında, Dünya Bankası tarafından hazırlanan raporda geri ülkelerde devlet yapısının yeniden inşa edilmesi için, ‘yönetişim krizi’ politikası uygulanmaya konuldu. Söz konusu projenin uygulanma alanı olarak Afrika, Ortadoğu ve bir kısım Asya ülkeleri belirlendi. Dünya Bankası’nın “Gelişme ve Yönetişim” isimli raporda 3 ana başlık altında belirlenmiş; “a) Siyasal rejim biçimi, b) Bir ülkenin ekonomik ve sosyal kaynak gelişiminin yönetiminde yetki kullanım süreci, c) Politik tasarlama ve formüle etme, uygulama ve işlemlerini yerine getirmede devletlerin kapasitesi”ni(5) küresel kapitalist ekonomiye göre yeniden uyarlanmasıdır. Dünya Bankası’nın belirlediği politik değerlendirmede söz konusu ‘devlet-ulus yönetişim ilişkisi’ aynı zamanda küresel sömürgeleştirmenin ulus-devlet biçimlerinin yeniden tanımlanmasıdır. Özellikle ekonomik ve sosyal gelişmelere bağlı olarak siyasal sistemlerin devlet yapısının/biçiminin yeniden belirlenmesi istenirken, “piyasa-devlet, devlet-toplum, devlet-birey” ilişkisi üzerinden bir yapılanma esas alınmaktadır. Bu esas olarak küresel kapitalist sistemin ekonomik ve politik uygulamalarına uygun bir yönelimi idame etmektedir. Diğer bir tanımlama ile stratejik bölgelerde bulunan mevcut devlet biçimlerinin ihtiyaca yanıt vermedikleri için, bunların yerine küreselleşme sürecine uygun olarak hazırlanan ‘yönetişim devlet’ biçimi önerilmektedir. Hem uluslar üstü tekellerin hem de küresel merkez devletlerin inisiyatifinde Dünya Bankası’nın hazırlattığı ‘yeni’ ulus-devlet projesi, geçmiş devlet biçimlerinden farklı olarak, küresel sömürgeci devletlerin inisiyatifinde bağımlı bölgesel sömürge devlet tiplerinin yaratılmasını hedeflemektedir.
Burjuva devlet teorisinin ‘yeni’ uzmanı Fukuyama, her çağa uygun olarak ortaya çıkan burjuva devlet biçimlerinin bugünkü küresel gelişmeye uyum sağlamadıkları gerekçesiyle yenilenmeye ihtiyaç olduğunu sıkça vurgulamaktadır. Aynı zamanda, dünyanın ekonomik ve askeri gücünün çok önemli bir kesiminin ABD merkezli olması nedeniyle ‘yönetişim devlet’ biçiminin yöntemi merkezinin de ABD olmasını savunmaktadır. Çünkü savunulan devlet yapısının uygulanmasında temel strateji, küresel ölçekli ekonominin dünya üzerindeki egemenliği ve şiddetin uygulanması bakımından askeri güç kullanımı esas alınmaktadır. Bu iki temel olgunun ön plana çıkmasının nedeni ise; zayıf devletlerin saf dışı bırakılıp ‘güç’ devletlerin yaratılması stratejisidir. Küresel merkez güçlerin devlet yapılarını, kendi iç dinamikleriyle, uluslarüstü sermayenin ihtiyaçlarına göre ‘yeni’den biçimlendirirken, enerji yataklarının yoğunluklu olduğu bölgelerde zor kullanılarak ‘eski’ devletin yerine ‘yeni’ tipten küresel burjuva devletlerin kurulması planlandı. 11 Eylül 2001 süreci, birçok alanda olduğu gibi, zor kullanılarak ‘yönetişim devlet’ inşasına başlanması uluslararası bir politika olarak benimsendi. Ortadoğu ve yakın çevresinin askeri işgalle dönüştürülmesinin bir boyutunu bu sorun oluşturmaktadır. Irak işgalindeki anlaşmazlığı rağmen, küresel işgalin bölgede zaferle çıkması, benimsenen küresel devlet modelinin uygulanma alanı olarak Ortadoğu’nun seçilmesi, gelişmiş küresel güçlerin ortak bir yönelimidir; “…devletin zayıflığının uluslararası boyutları, yani istikrarsızlığın nasıl devlet zayıflığı tarafından yönlendirildiği, bu zayıflığın uluslararası sistemde egemenlik ilkesini nasıl erozyona uğrattığı ve demokratik meşruiyet sorunlarının uluslararası düzeyde Birleşik Devletler, Avrupa ve uluslararası sistem içinde yer alan diğer gelişmiş ülkeler arasındaki tartışmaları nasıl belirler hale geldiği üzerinde duruluyor.”(6)
Devletin politik karakterinin yeniden tanımlanmasına dikkat çeken Fukuyama kapitalist sistemin girdabında olan ‘yoksul ülkelerdeki devletin ihtiyaca yanıt vermediği’ için bunların yeniden analiz edilmesi ve 21.yy küresel sömürge devlet tiplerinin yeniden ‘inşa’ edilmesini savunmaktadır. Devletlerin yeniden biçimlendirilmesi, aynı zamanda ulusların küresel sistemin ekonomik ve politik yapısına göre sorgulanmasına ihtiyaç duymaktadır. Dünya kapitalist siteminin geçirmekte olduğu evrenin uluslar üzerindeki değişiminin analiz edilmesi ve ulus-devletlerinde buna göre, küresel bağımlılığa göre işlevli hale getirilmesi gerektiğini bilinçli olarak ön plana çıkartılmaktadır. Özellikle küresel kapitalist sisteminin stratejik kurumları olarak bilinen Dünya Bankası, Dünya Ticaret Örgütü ve Uluslararası Para Fonu’nun ayrı kanallardan yaptıkları çalışmaların bir noktada bütünleşmesi de tesadüfü bir durum değil. Yapılan bütün araştırmalar ya da hazırlatılan raporlar, küresel sistem düzeyinde ulusların kendi içerisinde geçirdikleri evreler, ve aldığı veya alacağı yeni biçimler üzerinde dururken, aynı zamanda küresel emperyalist devletlerle, bölgesel bağımlı sömürge devletler arasındaki ilişki ve buna uygun devlet biçimlerinin oluşturulması üzerinde durmaktadırlar.
Söz konusu politikaların ana unsurunun burjuva devletlerin zayıflatılması yada etkisizleştirilmesi olmadığı tam tersine, 21.yüzyılın ihtiyaçlarına yanıt veren güçlü devletlerin kurulması gerektiği savun
ulmaktadır. Mevcut devletler içerisinde yapılan kıyaslamalarda özellikle ön plana çıkartılan nokta, bugünkü devletlerin yetersiz ve güçsüz oldukların, kapitalist sistemin ekonomik ve politik gelişme süreçlerine uyumda başarılı olamadıklarını bu nedenle, küresel sermayenin ihtiyaçlarına yanıt veren, değişim süreçlerini hızlı tamamlayabilen, bölgesel askeri gücünü kullanabilen devlet biçimlerine ihtiyaç duymaktadırlar. Özellikle bölgesel alanlarda devletin politik iç biçimlenmesinin stratejik ana unsu, küresel sistemin sömürgecilik politikalarına yanıt vermesidir. Ulus devlet biçimlerinin ortadan kaldırılması söz konusu değildir. Ancak bugünkünden farklı bir işleve sahip, ulus-devletlerin oluşturulması ve bunun bölgesel düzeyde organize edilmesi söz konusu politikalardan en önemlisini oluşturmaktadır.
Liberalizasyon politikasına dayanan, sermayenin uluslararası alanda serbest dolaşımının bütünlüklü olarak tamamlanması, devlet endeksli tekellerin özelleştirilmesi vb. etkenlerle ‘liberal devletler’ politikası, sanıldığı gibi devletin küçültülmesi ve etkisinin sınırlandırılması değildi. Bu yanılsama doğal olarak, burjuva devletinin müdahale alanının da sınırlandırılması olarak algılandı. Ancak Fukumaya, Haas, Huntington ve Barnett gibi Pentagon stratejisyenlerinin savunduğu gibi, sermayenin daha üst düzeyde küresel bir yapıya kavuşturulmasına bağlı olarak, devletin etki gücünün zayıflatılması değil aksine güçlendirilmesi, toplumsal ve politik alana daha aktif olarak müdahale edebilmesi için, söz konusu devletlerin yeniden yapılandırılmasına ihtiyaç olduğunu sürekli vurgulamaktadırlar.
Devlet biçimlerinin yeniden tanımlanması istenirken özellikle ekonomik yönetişim sistemine uygun politik yönetişimlerin oluşturulmasını, faaliyet alanlarının yeniden tanımlanması gerektiğini ve özelliklede bölgesel stratejilerde daha aktif rol alabilecek devlet biçimlerinin uygulanmaya konulmasını savunmaktadırlar. Devletin işlevli hale getirilmesi için ileri sürülen unsunlar şöyle sıralanmış:
“Minimum işlevler;
*Sadece kamu kullanımına ayrılmış malların temini
*Savunma, kanun ve nizam
*Mülkiyet hakları
*Makro ekonomik yönetim
*Kamu sağlığı
*Adaletin iyileşmesi
*Yoksulların korunması
*Orta düzeyde işlemler
Çevresel faktôrlerin dikkate alınması
*Eğitim, çevre
*Tekellerin düzenlenmesi
*Bilgilendirmedeki hatalar, eksiklikleri giderme
*Sosyal sigorta
Etkin işlevler;
*Endüstriyel politika
*Servetin yeniden dağıtımı”(7)
Küresel kapitalist devletin yeniden tanımlayan yukarıdaki alt başlıkların hayata geçirilmesinde ülkelerin sosyal, politik ve kültürel yapısına göre bir kısım farklılıklar ortaya çıkabilir. Küresel burjuva devlet biçimlerinin ana parametresini oluşturan söz konusu maddeler, devletin zayıflatılması ve küçültülmesi değil aksine müdahale alanlarının çok daha kapsamlı hale getirdiğini ortaya koymaktadır. Yukarda belirtildiği gibi, küresel sömürge uluslar ve devlet biçimleri yaratmak söz konusu olduğunda özellikle askeri güç öncelikli olarak ön plana çıkmaktadır. Küresel işgallere dayanan bir uluslaşma ve devletleşme politikası esas alınmaktadır. Balkanlarda bu strateji bir biçimiyle uygulanmaya konuldu ve Balkanlar küresel sisteme dahil edildi. Uluslar üstü sermaye bakımından öncelikli olarak ön plana çıkan Ortadoğu’da, 21. yüzyılda küresel devlet biçimlerinin inşası, askeri güç kullanılarak sağlanmaya çalışılmaktadır.
Özellikle ‘Büyük Ortadoğu Projesi’ (BOP) kapsamı içerisinde bulunan bütün ülkeler, küresel sömürge ulus-devletleri kapsamındadır. Ortadoğu ve Avrasya kıtasında bulunan ülkelerin bugünkü ulus-devlet yapılarının ‘yönetişim’ eksenli 21 yüzyıl ulus-devlet biçimlerine dönüştürülmesinde ‘zor’a dayanan değişim esas alınmaktadır. Bu nedenle bölgesel küresel işgal’in başlatılması, aynı zamanda bu sürecin hızlandırılmasıdır.
“Afganistan ve Saddam sonrası Irak, ortaya çok farklı zorluklar çıkarıyor. Afganistan modern bir devlete hiç sahip olmadı. 1970’lerdeki siyasal karmaşanın başından beri var olan monarşinin egemenliği altındaki Afganistan, başkent Kabil dışında devlet erişimi asgari olan, geniş ölçüde bir kabileler konfederasyonu olarak kaldı. Komünistlerin kötü yönetimini ve sivil savaşı takip eden yıllar da, zaten zayıf olan bu devletten geriye kalanları süpürdü. Taliban’ın ihracı sonrası ulus inşasına, tamamen dışarıdan sağlanan kaynak ve rehberlikle temelden girişilmeliydi. İşin büyüklüğü ve Birleşik Devletler ile diğer bağışçıların görece cimriliği göz önüne alındığında, modern bir devlet (hele bir demokrasi) kurma umudu, yılgınlığa düşürecek kadar azdır.
Irak ise, gerek insani gerek maddi daha bol kaynaklara sahip, çok daha gelişmiş bir ülkeydi. Buradaki sorun, işleyen kurumların ya çökmüş ya da savaşın hemen ertesinde Birleşik Devletler tarafından dağıtılmış olması ve bunların yeniden inşa edilmeleri gereğiydi. İdari kapasitenin çok büyük bir kısmı, müdahaleyi izleyen genel yağma ve kargaşa ortamında kaybedildi. Savaş sonrası Almanya, Japonya ve çok sayıda eski komünist rejimde olduğu gibi, Saddam sonrası Irak’ta da devlet inşası, eski rejim yanlılarının yeniden güçlenmesine engel olmak amacıyla sekteye uğratıldı. Totaliter rejim görmüş bir kuşak, siyasal manzarayı egemenliği altına aldı ve idari yetkinliğe ya da politik yeteneğe sahip pek az kişiyi askeriyenin ya da iktidar partisinin dışında bıraktı.”(8) ABD önderliğinden özellikle NATO eksenli askeri güçler iki stratejik ülkeyi işgal ederek buralarda kendi sistemlerine yanıt veren bir yapılandırmaya gitmeye çalışmaktadırlar. Hem Afganistan’da hem de Irak’ta, oluşturulmaya çalışılan ve tamamen gelişmiş küresel güçlerin bürokrasisi tarafından organize edilen ‘yeni’ devlet sistemi, eğer başarılırsa, bu devlet biçimleri bölge genelinde uygulanmaya konulacaktır. Söz konusu iki devlet dağıtılıp yeniden inşa edilirken, iddia edildiği gibi, ‘eski’ devlet yöneticilerinin esası saf dışı edilmedi. Almanya ve Japonya örneğinde olduğu gibi, eski kadroların önemli bir kesimi, ‘yeni’ devlette görevlendirildiler. Burada söz konusu olan insan unsurundan çok, devletin rolü ön plana çıkmaktadır. Bölgesel küresel devletlerin fonksiyonlarını belirleyen ‘minimum işler, çevresel faktörler ve etkin işler’ biçimindeki 3 ana unsurun etkin kılınarak uluslar üstü sermayenin belirlediği makro ekonomik programların uygulanması için de askeri olarak daha aktif hale getirilmesi amaçlanmaktadır. Pentagon tarafından ‘serseri devletler’ ya da ‘terörü besleyen devletler’ olarak gösterilen ve küresel sisteme uyum sağlayamayan ‘başarısız devletlerin’ çok daha hızlı bir şekilde değişime uğratılması ve 21. yüzyıl burjuva devlet modelinin uygulanması için askeri güç kullanımı esas alınmaktadır.
ABD, küresel kapitalist sistemin egemenliğine uyum sağlamayan devletlerin hangi biçimlerde olursa olsun değiştirilmesini zorunlu görmektedir. Birinci ve İkinci Dünya Savaşlarında, özellikle İngiltere ve Fransa tarafından yapay olarak kurulan ve daha sonra ABD tarafından korunan birçok Ortadoğu devletinin tarihsel işlevini tamamladığı düşünülüyor. Bunların 21.yüzyılın küresel stratejisine yanıt vermediği için zor kullanarak değiştirilmesi ve yerine ‘yeni’ tipte burjuva devlet biçimlerinin kurulması ve ulus-devletin yeniden re-organize edilmesi söz konusu stratejinin ana halkalarından birini oluşturmaktadır.
Kapitalist küresel sistemin devletin politik şekillenmesinde ‘ulus-devlet’ler, egemenliklerini ‘k
üresel yönetişime’ bırakmaktadırlar. Oluşturulan ‘yeni’ ulus-devletlerinin, Dünya Ticaret Örgütü’nün yasaları olarak bilinen ‘çok taraflı yatırım anlaşması’nı imzalamaları da bir zorunluluktur. Böylece “ulusal egemenlik yerini küresel yönetişime bırakıyor”, “küreselleşme koşullarında ulusal egemenlik ve devletlerin iç işlerine karışmama diye bir şey yoktur” söylemleriyle emperyalist güçlerin saldırı, paylaşım ve sömürgeleştirme pratiklerinin meşrulaştırılması sağlanıyor, emperyalist saldırganlığın yolu döşeniyor. (9)
Fukuyama’nın, ulusun ve devletin ‘yeniden’ inşasına verdiği iki örnek; Afganistan ve Irak, 21. yüzyılın bölgesel sömürgeci politikaların ve buna uygun devlet tiplerinin yaratılması “aynı zamanda imparatorluğun ve küresel yönetişimin tescil edilmesi pratiğidir. Çok açık ki yönetişim, ABD’nin küresel yönetiminin kurum, araç ve hukukunu ifade ediyor… Emperyalist küreselleşme döneminde devlet sorunu/konusu uluslararası burjuvazinin temel gündem maddesidir. Uluslararası kapitalizm, ‘yönetişim devleti’ formunda yeni bir ulus-devlet tipi yapılandırıyor…”(10) Bu ‘yeni’ tipten kürsel ulus-devlet modelinin pratik uygulanması bölgelerin ekonomik, sosyal ve tarihsel gelişme eğilimlerine göre bir kısım farklılıklar göstermesine rağmen, özellikle Ortadoğu bölgesinde askeri işgallerle gerçekleştirilmeye çalışılmaktadır.
dipnotlar:
1. Aktaran J. Bellamy Foster, Amerikan Emperyalizmi ve Savaş, Monthy Review-Mayıs 2003, www.Monthly Review.org
2. F. Fukuyama, age, syf: 120-121.
3. age, syf:53.
4. age, syf: 8-9
5. www.worldbank.org/wbi/gouvernance/govdata2002
6. age, syf: 9.
7. age, syf:20-21.
8. F.Fukuyama, age, syf:121
9. Zeynel Göçer, Teoride Doğrultu, syf :85, eylül-ekim 2005
10.age, 86