Zonguldaklı şair Behçet Kalaycı kentindeki yabancılaşmayı, acıların içinden süzülüp gelen duygu yükü, şair duyarlığı ve tertemiz bir Türkçe ile ne güzel anlatıyor. Metaforların büyüsüne kapılıp, sözü eğip bükmeye gerek duymadan hem de… “… ‘Altı da birdir yerin üstü de bir’ diyen şair Öğüdün bir başka konuya dair / İki katlı kentimizin çarpıcı ikilemidir Alttakiler katarken […]
Zonguldaklı şair Behçet Kalaycı kentindeki yabancılaşmayı, acıların içinden süzülüp gelen duygu yükü, şair duyarlığı ve tertemiz bir Türkçe ile ne güzel anlatıyor. Metaforların büyüsüne kapılıp, sözü eğip bükmeye gerek duymadan hem de…
“… ‘Altı da birdir yerin üstü de bir’ diyen şair
Öğüdün bir başka konuya dair / İki katlı kentimizin çarpıcı ikilemidir
Alttakiler katarken kömüre kanlarını, üsttekiler gülüp eğlenmektedir”
Ürettiği değerlere, insanına, en çok da kendine yabancılaşan bu kentin, “Emeğin başkenti” gibi iddialıları da olmak üzere, birçok adı var dillerde. Hem şiirsel, hem de gerçekçi bulduğumdan, “İki katlı, hüzün dolu kent” tanımı daha çok hoşuma gider benim. Hüzün ki şairlere en çok ilham veren sözcüktür, en çok bu kente yakışır. İsyan çıkaranı da, aciz bırakanı da… Fahrettin Koyuncu boşuna dememiş:
“Bir hüzün akar Zonguldak’tan içimize
Kampanalar zamansız çalınır
Zamansız kopar kıyamet…”
“Kazma”, Zonguldaklı köylü işçilerin yalnızca alet olarak değil, eylem olarak da kaderi galiba. Hayat denilen o büyük sahnede, ocakta kömür,”boş grup”larda tarla kazmaktan başka rol düşmüyor ki garibanlara. Künyeleri, ta Dilâver Paşa’lı yıllarda yapılan tertiple yazılı, ya “Domuzdamcı” oluyorlar, ya da “Kazmacı”. Kavramlar dünyası da farklı bu kentte, kömür karasının her yanına bulaştığı isli bir dil kullanılır bu yüzden… Başka illerde yalnızca vergi ile ilgili bir kavramken, iki katlı kentte “mükellefiyet”; bir de kör karanlıklarda dipçik zoru ile çalıştırılmanın adıdır. O çalıştırma ki; İrfan Yalçın’a “Bir gün acının tarihi yazılırsa, İkinci Dünya Savaşı yıllarında Zonguldak kömür havzasında uygulanan mükellefiyetten de, söz edilir elbet” yazdıracak kadar zulüm ve gözyaşı doludur.
Bu coğrafyada cehennemi karanlıklarla savaşmak, antik çağlardan kalma kötü bir miras galiba… Mitoloji bu ya; insanın doğaya karşı yenilmezliğini ve dayanma gücünü simgeleyen Herakles’e, hepsi de birbirinden zor, tam on iki görev verir tanrılar. Sonuncusu ve en güç olanı da, tanrı Hades’in Ölüler Ülkesi’nden, cehennem köpeği Kerberus’u kaçırmasıdır. O Ölüler ülkesi ki, içine giren hiçbir fani canlı çıkmamıştır daha. Olmazı olur yapar Herakles, üç başlı ve yılan kuyruklu Kerberus’u, zorlu bir kavga sonucunda yeryüzüne çıkarır. Bilir misiniz; kavganın geçtiği Acheron Vadisi bu coğrafyadadır. Ve “Hiç değişmeyen yaman bir yazgıyla” Hades’in ülkesinde, doğaya karşı yenilmezlik ve dayanma mücadelesi, Herakles’in torunları Uzun Mehmetler tarafından verilmektedir…
Ekmeğin can pahasına kazanıldığı Zonguldak’ta 180 yıllık üretim tarihinin her günü, her saati, -belki de her anı- bir başka acının, biten bir hayatın, yıkılan hayalin, sönen umudun da adıdır aynı zamanda… Ama bir de Mart var ki; Zonguldaklının dilinde acının başka türlüsünün, en onulmazının, katmerlisinin adı olup çıkmıştır. Birkaç saat önce yaşananların ağızda kalan tadı, iç burkan hüznü, kederi, neşesiyle, birer birer girilen ocaklarda; onar, yüzer ölünen zamanın kahrolası adıdır Mart…
7 Mart 1983 Armutçuk… 3 Mart 1992 Kozlu… Birinde 103, diğerinde 263 kişi; yani 366 insan, 366 baba, 366 yar, velhasıl 366 sürme gözlü madenci, arkasında 366 yarım kalmış öykü bırakarak, yitip gittiler bu dünyadan. Ölümlerin nedeni “Grizu patlaması” olarak açıklandı ilgililerce. Hamasi nutuklar, resmi raporlar birbirine karıştı. Her şey denildi de, ne “Daha çok üretim” aç gözlüğünden söz eden oldu, ne de insan yaşamını hiçe sayan vurdumduymazlıktan… “Kaçınılmaz kaza” raporuyla kapanıverdi defter. Lamba numarasından ancak tanınabilen, paramparça cesetlerin teslim edilmesiyle derin bir sessizlik sardı her yanı…
“O kadar çok ki ölümüz
Ve o kadar çok ki kızıl güneş önünde setler
Ve o kadar çok ki çarpık kabuklu başlar
Ve o kadar çok ki öpücüklerimizi engelleyenler / Ve o kadar çok ki unutmak istediklerim” diyor Aragon bir şirinde.
Allah kahretsin, gerçekten o kadar çok ki ölüler, ne yapsak unutulmuyor bir türlü…. Geceyi delen bir siren sesi, mahzun bakışlı bir çocuk, ocak başlarından yükselen bir duman, alıp götürüyor, onulmaz acıların ateşiyle dağlıyor yürekleri… Kulağında çınlıyor insanın; “Ağlama demiyorum, ama fazla ağlama. Boğum, boğum ağla. Geçmişte ağladık, şimdi de ağlıyoruz. Gene ağlayacağız” diye gelinine öğüt veren acılı ananın sesi…