Türkiye devleti ve sermayesi, soykırım sürecinden hemen önce Filistin’den çalınan doğal kaynaklar üzerinden ekonomik çıkar elde edeceği büyük çaplı enerji anlaşmaları imzalamak üzereydi. Aslında, Filistin’e yakılıyormuş gibi görünen ağıtlar, bu anlaşma sürecinin sekteye uğramasına. Ve şu anda Filistin’e dayatılan “barış planı”na Türkiye’nin verdiği siyasi destek, o anlaşmaların imzalanıp yürürlüğe gireceği bir ortamın yaratılması için
Bir yolunu bulabilirsek eğer
Hayatı seviyoruz
Ve iki şehidin ortasında dans ediyoruz
Bir minare dikiyoruz aralarına menekşeler için
Ya da hurma ağacı
Bu dizeler, Filistin halkının büyük şairi Mahmud Derviş’e ait. Derviş, katliamcı bir rejime karşı on yıllardır “ölümüne” direniş sergileyen halkının yaşama olan bağlılığını, nesilden nesle geçen özgür bir ülkede yaşama hayalini ve iradesini böyle ifade ediyor. İki yıldır binlerce ton bombanın atıldığı, iki milyondan fazla insanın abluka altında kıtlıkla boğuştuğu, bebeklerin açlıktan hayatını kaybettiği, kemikleri sayılan küçük bedenlerin fotoğraflarının geldiği Gazze’de, nadir de olsa, insanların yaylım ateşi altında muhtemelen şans eseri hayatta kaldıkları yardım noktalarından ulaştıkları sınırlı gıdayla, yıkıntılar arasında -belki son öğünleri olan- mütevazı sofraların fotoğraflarını sosyal medyada paylaşması da dünyaya bu mesajı veriyor: Bir yolunu bulabilirsek eğer, hayatı seviyoruz.
Filistin’de sömürgecilik, ırkçılık, etnik temizlik ve Siyonist işgal ile Filistin halkının özgürlüğe ısrarlı tutkusu arasındaki karşıtlığın uzun bir geçmişi var.
Siyonizm’in henüz kurucu metinlerinde, müstakbel İsrail “devleti”nin barbar saldırılara karşı Batı’nın “duvar”ı olarak işlev göreceği belirtilmiş, emperyalizmin himayesine karşılık bu “devlet”in emperyalizmin bir aparatı olacağı öngörülmüştü. Ve tarih öyle de aktı.
1917’de, dönemin Britanya Dışişleri Bakanı Arthur Balfour, Britanya hükümeti adına Siyonist Federasyon’a iletilmek üzere yazdığı deklarasyonda, Siyonistlerin Filistin’de bir devlet kurması için ellerinden gelen kolaylıkları sağlamayı taahhüt etmişti. Ve o günlerde tohumları atılan Siyonist devlet projesi, 800 bin Filistinlinin yerinden edilip Filistin toprağının yarıdan fazlasının işgal edilmesiyle 1948’de ilan edildi. Bu işgal rejimi, emperyalizmin bölgedeki çıkarlarını korumak ve hegemonyasını genişletmek için bugüne kadar geldi.
Balfour’dan yaklaşık bir asır sonra, bu kez ABD’nin girişimiyle bölgedeki kimi Arap monarşileriyle (Fas, Sudan, BAE, Suudi Arabistan) İsrail arasında “normalleşme” anlaşmaları imzalanarak İsrail “devlet”ine bölgede meşruiyet kazandırılmaya çalışılmış, ABD, işgal altındaki Kudüs’ü işgal devletinin başkenti olarak tanımış, aynı günlerde “yüzyılın anlaşması” adıyla da Batı Şeria’nın ilhak edildiği ve Gazze’nin para karşılığında satın alınarak Gazzelilerin sürüldüğü bir plan ortaya sürülmüştü. Filistin toprağındaki bu uzun yüzyılda her biri döneminin en büyük emperyalist gücü olan iki devlet, Siyonizm’i büyütmeye ve tahkim etmeye odaklanmıştı.
Siyonizm, Filistin’de bir devlet kurma hedefine meşruiyet kazandırmak için, Filistin’de bir “halk” olmadığını, kendi halkının da “yurtsuz” olduğu öne sürmüş; daha vahimi, “seküler” bir hareket olarak tarif edilmesine rağmen, Tanrı’nın üç bin yıl kadar önce Filistin ve çevresindeki coğrafyayı kendilerine vadettiği şeklinde “teolojik” argümanlara sarılmıştı. Oysa bu uzun yüzyılın gösterdiği gibi; Filistin toprakları Siyonizm’e Tanrı tarafından değil emperyalizm tarafından vadediliyordu.
Ve Siyonizm, Britanya’nın kanatları altında yerleştiği Filistin toprağında, ilk günden itibaren sistematik biçimde şiddet uygulayarak, yerli halkın bir kısmını öldürerek ve önemli bir kısmını da katliamların yarattığı dehşeti kullanarak anayurdunu terk etmeye zorladı. Anti-siyonist Yahudi tarihçi Ilan Pappé’nin belgelerle ortaya koyduğu üzere, Filistinlileri öldürerek nüfuslarını seyreltmek bir savaşın neticesi değil, aksine Siyonist lider David Ben-Gurion tarafından onaylanan ve Dalet Planı olarak adlandırılan bir stratejiydi. İsrail “devlet”inin kuruluşuna giden günlerde işlenen Deyr Yasin ve Tantura’daki katliamlar, 1982’de Sabra ve Şatilla kamplarında, 2002’de Cenin’de, 2008’de Gazze’de ve daha birçok yerde yeniden sahnelendi.
Bu yıllar boyunca, Filistinliler hem kendi toprağında hem de sürgünde mücadeleyi elden bırakmadı. Emperyalizm destekli kitlesel katliamlar silsilesine ve sürgünlere karşı, toprağını sömürgeden özgürleştirme ve anayurduna geri dönüş hakkı için mümkün olan her türlü direniş yöntemini kullandı: Silahlı eylemler, kitlesel gösteriler, grevler… Özgür bir Filistin’e uyanmak için, ölümü göze alarak uçaklar kaçırıldı, tanklara taş atıldı, dikenli teller kesildi, tam teçhizatlı işgal askerlerine bıçaklarla saldırıldı. Yapılanlar ölmek için değil, “yaşamanın bir yolunu bulmak için”di. Ve bu kararlılık; sömürgeciliğe ve ırkçılığa karşı tüm dünya halklarına ilham verdi; Japonya’dan Kolombiya’ya Güney Afrika’dan Meksika’ya halkların özgürlük mücadelesi Filistin halkının direnişinde kendi yansımasını gördü.
Dünyada sosyalizmin gerilediği ve ulusal kurtuluş hareketlerinin görece yalıtıldığı bir dönemde Filistin’e yönelik saldırılar da şiddetlendi. Oslo Anlaşmaları’ndan “Yüzyılın Anlaşması” planına kadar geçen sürede, tek kutuplu dünya siyasetinin etkisiyle Filistin’in parçalandığı ve giderek toptan ilhakına varacak projeler dillendirilmeye başlandı ve kısmen de hayata geçirildi. Batı Şeria’nın her yerine Siyonist yerleşimler kuruldu ve kurulmaya devam ediyor. Arkasından Batı Şeria’yı çevreleyen bir duvar inşa edildi. Filistin, halkın sadece dünyadan değil, birbirinden de koparıldığı dev bir hapishaneye dönüştü. Son yirmi yılda, Doğu Akdeniz’deki doğalgaz kaynaklarının keşfi küresel kapitalizmin iştahını daha da kabarttı ve yukarıda değinilen “normalleşme” yani Filistin’deki işgal ve sömürüyü normalleştirme anlaşmaları peş peşe gelmeye başladı. Türkiye dahil bölgedeki yönetimler, işgal altındaki Filistin’in kaynaklarının sömürüsüne dayalı bu yeni ranttan pay almak için sıraya girdiler. Filistin direnişinin buna cevabı ise çok görkemli oldu. 7 Ekim 2023’te tarihi bir operasyonla, abluka altındaki Gazze’den binlerce direnişçi havadan-karadan ablukayı kırdı ve yüksek askeri teknolojiye sahip işgal devleti ordusunu küçük düşürdü. Filistin, ‘Yüzyılın Anlaşması’na yüzyılın direnişiyle karşılık verdi. Aksa Tufanı operasyonu, sömürgeciliğe ve işbirlikçiliğe karşı Filistin halkının tarihsel haklarını tüm dünyaya yeniden hatırlattı. Tufan; unutulmaya, normalleşmeye, ablukaya ezilenlerin muhteşem reddiyesi, eşitlik nidasıydı.
İşgal devleti İsrail, Aksa Tufanı’nın hemen ardından, 77 yıldır işlediği yüzlerce suça karşılık bir yaptırım görmediği uluslararası hukuk düzenine ve kapsamlı çıkar ilişkilerine sahip olduğu devletlere güvenerek Filistin halkına karşı modern zamanların en barbar saldırılarından birini başlattı. Tüm bir Gazze Şeridi’ni yaşanamaz hale gelene kadar bombaladı, tüm yaşamsal altyapıyı yok etti. Hâla yoğun şekilde süren askeri saldırılara, temel ihtiyaçların girişini dahi engelleyen ve iki milyon insanı ölüme zorlayan ağır abluka eşlik ediyor.
Hakkını verelim ki Türkiye devleti bu süreçte, soykırımı lanetlemekten hiç geri durmadı. Neredeyse her gün yaşanan kitlesel katliamlar tekrar tekrar kınandı hatta İsrail “terör devleti” olarak bile tanımlandı ama soykırım faili devlete etkili yaptırımlar uygulamak akıllara gelmedi! Ta ki kitleler Türkiye’nin soykırım makinesini besleyen ilişkilerini hedef alıp sokaklara çıkıncaya ve bu protestoların iktidarın tabanında karşılık bulduğu görülünceye dek. Ancak buna rağmen, askıya alındığı söylenen ticari ilişkilerin başka ülkeler üzerinden devam ettiği, limanlardan işgal devleti limanlarına her gün onlarca geminin gittiği, işgal devleti kayıtlarında hâlâ Türkiye menşeli ürünlerin ithal edildiği açıkça görülüyor. Türkiye topraklarından geçen BTC boru hattının soykırım ordusunun kullandığı petrolü taşıdığı biliniyor. Türkiye’de bulunan ABD ve NATO üslerinin soykırımcı devlete askeri istihbarat sağladığı, işgal devleti yetkililerince teyit ediliyor. Türkiye devleti ve sermayesi, soykırım sürecinden hemen önce Filistin’den çalınan doğal kaynaklar üzerinden ekonomik çıkar elde edeceği büyük çaplı enerji anlaşmaları imzalamak üzereydi. Aslında, Filistin’e yakılıyormuş gibi görünen ağıtlar, bu anlaşma sürecinin sekteye uğramasına. Ve şu anda Filistin’e dayatılan “barış planı”na Türkiye’nin verdiği siyasi destek, o anlaşmaların imzalanıp yürürlüğe gireceği bir ortamın yaratılması için.
Bugün Gazze’deki çocuklar her an ölebileceklerini bilerek kendi cenaze törenlerini tasarlıyor, hayatta kalan Filistinli sağlık çalışanları, antibiyotik bulamadıkları için uzuv kesmek zorunda kalıyor, sınırlı gıdaya erişmek için toplanan Filistinliler silahlarla taranıyor. Yaşanan soykırım karşısında, uluslararası kuruluşların isimlerinin büyüklüğüyle ters orantılı bir etkiye sahip olduğu da herkes tarafından görüldü. Ve dünyanın her köşesinde, soykırıma direnen Filistin halkıyla dayanışmayı tarihsel bir görev addeden halklar inisiyatif alarak ayağa kalktı. İşçiler, siyahiler, kadınlar, eşcinseller ve tüm ezilenler; insanlığın düşmanının kim olduğunu görüyor ve kendi mücadelesini Filistin halkının mücadelesiyle buluşturuyor. Görüldü ki soykırımcı İsrail’e destek nereden gidiyorsa Filistin halkının dostları da orada direnecek! İşgal tanklarına taş atarken öldürülen 14 yaşındaki Faris’in, son nefesinde elindeki sopayı düşmanına fırlatan komutan Yahya Sinvar’ın iradesiyle direnecek. O taş ve o sopa, emperyalizm dünyadan silinene dek hedefine doğru süzülmeye devam edecek.
Filistin halkının dostları, dünyanın her yerinde sokakları dolduruyor, özgür Filistin için hayatı durduruyor. Türkiye’de Filistin’le hakiki bir dayanışmayı örme hedefiyle yola çıkan Filistin Eylem Komitesi de Aksa Tufanı’nın 2. yıldönümünde herkesi meydanlara çağırıyor. Komite, Türkiye’deki siyasi iktidarı soykırımcı rejimle irtibatını kesmeye ve ona tam ambargo ilan etmeye zorlamak için 5 Ekim’de saat 15.00’te Taksim AKM önünde buluşuyor. Sesini Filistin halkının sesine katmak isteyen herkes orada olmalı. Son sözü yeniden Mahmud Derviş’e bırakalım:
Akan kanımda öleceksen
Yeniden doğmak için
Un çuvallarından.
Geleceğiz ses vermek için sesine
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.