Türkiye’deki solun bu konuda yalnızca kınama açıklamalarıyla yetinmesi mümkün değildir. Özellikle, sonuna kadar direneceklerini ve topraklarını terk etmeyeceklerini ısrarla gösteren Filistin halkıyla dayanışmayı örgütlü, sürekli ve sahici bir çizgide büyütmek hem tarihsel bir sorumluluk hem de güncel bir zorunluluktur
Filistin halkı, işgal devleti İsrail’in on yıllardır süren kıyım, abluka ve sömürü uygulamalarına karşı 77 yıldır direniyor. Bugünse Gazze’de yaşanan soykırımla birlikte Filistin direnişi iki yıldır türlü şiddet, katliam ve aşağılama karşısında onurlu direnişini sürdürüyor. Zira bu soykırım ve on yıllardır süren yerleşimci sömürgeci oluşumun işgali tüm insanlığa karşı işlenmiş bir suç; sömürüye direnen tüm halklara karşı yürütülen toplam saldırının bir parçasıdır. Tam da bu nedenle Filistin direnişi, bugün her zamankinden daha fazla tarihsel, devrimci ve güncel bir önem taşıyor; Türkiye solu için enternasyonal, emek eksenli ve örgütlü bir mücadele hattının yeniden kurulacağı bir devrimci okul niteliği barındırıyor ve soykırımın ikinci yılı biterken kararlı bir direnişe çağırıyor. Bu çağrı; mücadeleyi, işgalci, baskıcı ve apartheid rejimlerin yıkılmasının temini ve geri dönüş hakkının (yerele uyarlanarak) örgütlendiği bir programla bütünleştirme çağrısı olarak görülebilir.
Zira bugün, 1948’den bu yana apartheid rejimi ve sömürgeci yerleşimci işgaliyle genişleyen İsrail’in Filistin halkına dayattığı zorunlu göç, katliam ve toprak gaspı, soykırımın en ileri aşamalarına vararak sürüyor. “Büyük Felaket”in günümüze uzanan devamı, bitmeyen bir Nakba yaşanıyor. 1948’de İsrail’in işgal devleti olarak kuruluşu; İkinci Dünya Savaşı sonrasında sömürgeci güçlerin yarattığı meşruiyet boşluğunun ve 1936–39 Büyük Filistin Ayaklanmasının bastırılmasının ardından hız kazanan Siyonist yerleşimci hareketin bir sonucuydu. Hemen ardından Türkiye’nin 1949’da de facto, 1950’de ise resmen tanıdığı İsrail’le gelişen diplomatik ilişkiler ve giderek derinleşen askeri-ticari işbirliği de bu tarihsel sürecin ayrılmaz bir parçasını oluşturdu. Bugün Gazze’de tanık olduğumuz soykırım tablosu, emperyalist-Siyonist makinenin işleyişindeki sürekliliğinin doğrudan bir sonucudur.
Aynı zamanda bu tablo, enternasyonal bir direniş ekseninin yeniden inşasını zorunlu kılmaktadır. Bu gerçek karşısında dünyanın dört bir yanında halklar sokaklara dökülürken, Türkiye devrimcilerinin sorumluluğu dayanışma mesajlarıyla sınırlı kalamayacak kadar büyüktür. Hele ki bu tarihsel hat boyunca Filistin direnişi, Türkiye sol ve sosyalist hareketi açısından dayanışmanın ötesinde, fiilen bir direniş biçiminin ve devrimci bir okulun adresi olmuşken.
18 Mayıs 1971 Tercüman Gazetesi manşeti, İsrail Başkonsolosu Efraim Elrom’un İstanbul’da Mahir Çayan, Ulaş Bardakçı ve Hüseyin Cevahir tarafından kaçırılışını duyuruyor.
Filistin Kurtuluş Örgütü lideri Yaser Arafat’ın Ankara ziyareti sonrası Bülent Ecevit’le birlikte görüntüsü bulunan gazete manşeti.
Deniz Gezmiş adına Filistin Kurtuluş Örgütü’ne ait resmi kimlik kartı
Bu okulun öğrettiği direniş, güncel bir yoruma ihtiyaç duyuyor. Bu yazıyla, Filistin direnişinin Türkiye’deki sol-sosyalist hareketi hangi yönde ilerletebileceğini tartışmaya açarak direnişle devrimci bağ arasındaki ilişkiye dair yorumu geliştirmeyi amaçlıyorum. Bu nedenle Filistin’le dayanışma üzerine ve direnişle devrimci bağın kopuşu üzerine düşünmemi tarihsel bir gözden geçirme ile açmak istiyorum.
Özellikle 12 Eylül darbesi öncesi yıllarda, Filistin topraklarının işgali karşısında Türkiye’deki mücadele hattının, Dolmabahçe’deki Altıncı Filo’ya yönelik anti-emperyalist söylemlerden beslenen eylemlerden Filistin kamplarında edinilen gerilla tecrübesine kadar geniş bir yelpazede geliştiğini hatırlarız. Bu yelpaze içinde, örneğin, CHP’nin laik-seküler tabanı, El Fetih’in ulusal kurtuluş mücadelesindeki seküler karakteriyle ortak zeminlerde buluştu; Ecevit döneminde Ankara’da FKÖ ofisinin açılması bu hattın somut bir göstergesi oldu. Mahir Çayan’dan Deniz Gezmiş’e kadar pek çok devrimcinin militan eylemleri bu enternasyonal hattı güçlendirdi; İsrail Başkonsolosu’nun kaçırılması eylemi ise Filistin direnişinin Türkiye’deki karşılığının en çarpıcı simgelerinden biri haline geldi. Esasında bu eylemin amacı Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan’ın idamlarını engellemek ya da en azından onları kurtarmaktı. Bu anlamda tıpkı Filistinli direnişçilerin anlaşma masalarına ısrarla koyduğu gibi işgal devletinin rehin aldığı direnişçileri geri alma mücadelesiydi. Tüm bu mücadeleler, geçmişin kahramanlık hikâyeleri olarak anılıp geçilecek dersler değil; bugün hala sürmekte olan direnişe ışık tutacak derslerdir. Dolayısıyla bu mirası yeniden hatırlamak, derslerini günümüze taşımak tarihsel bir zorunluluk ve sorumluluk olarak karşımızda duruyor.
Özellikle 7 Ekim’den bu yana süren ağır soykırım şartları karşısında Türkiye’deki dayanışma çoğu zaman açıklamalarla sürdü. Kuşkusuz bu açıklamalar, işgal ve soykırıma karşı direnişin sokaktaki mücadele örnekleri açısından her daim önemli bir yer tutuyor. Özellikle 7 Ekim’in hemen ardından yapılan basın açıklamaları, Hamas üzerinden medya eliyle yürütülen itibarsızlaştırma kampanyalarına karşı Filistin halkının direnişini sahiplenmek ve işgalin ve soykırımın derhal sona ermesi talebini sokakta ısrarla yükseltmek bakımından ilerici bir tutum olarak tarihe not düşüldü.
Ancak sokağın ötesinde, Filistin direnişinin en hayati hatlarından biri olan tam ambargo talebi, BDS hareketiyle birleştiğinde geniş ve etkili bir mücadele hattı açabilecek bir imkan sunmasına rağmen yeterince değerlendirilemedi ve kimi zaman ortak mücadele zemini yaratacak kritik ivmeler dahi kaçırıldı. 19 Mart sonrası boykotların kitleselleşme ihtimali doğsa da bu hat iç siyasetteki demokratik taleplerle ve bölgedeki savaş dinamikleriyle etkin bir şekilde ilişkilendirilemedi. Böylece pasif ama kitlesel ve etkili bir eylem biçimi olabilecek boykot, dağınık birkaç kampanyanın ötesine geçemedi.
BDS Hareketi’nin 20. yılı (2005–2025) için hazırlanan afişte, Filistinli karikatürist Naji al-Ali’nin simgesel karakteri Hanzala kullanılmıştır.
BDS Türkiye logosu
Bugüne kadar gelişen eylem biçimleri, apartheid rejiminin yıkılmasına dayanak olabilecek devrimci bir programa dönüşme potansiyelini taşısa da yönünü net biçimde çizememektedir. Oysa bu ihtimalin devrimci bir hatta evrilmesi mümkündür; zira sona ermesi gereken bir soykırım yaşanmaktadır. Soykırımın sona erdirilmesinden başlayarak işgale karşı mücadelenin devrimci bir hatta taşınması, BDS hareketinin Türkiye’deki mücadelesi açısından da olanaklıdır. Özellikle kuruluş sürecinde sosyalistlerin aktif rolü hatırlanarak, hareketin emek ve sınıf mücadelesinin bir parçası kılınacağı bir örgütlenme hattı geliştirilebilir. Böyle bir yön belirlenmediği müddetçe, mevcut mücadelenin eksiklikleri Filistin davasının genel bir kanaat olarak İslami bir mesele şeklinde kavranmasını güçlendirmekte; onun enternasyonal antiemperyalist bir mücadele olduğunu vurgulayan perspektifin ise zayıf kalmasına yol açmaktadır.
Şimdiye kadar kimi şirketlerin anlaşmaları sonlandırması, bazı markaların ürünleri raflardan çekmesi, belediyelerin ve sendikaların işbirliklerini bitirmesi, kültür-sanat alanında etkinlik iptalleri ve akademik boykot girişimleri önemli kazanımlar olarak kaydedildi. Ancak bu örnekler parçalı kaldı; örgütlü ve sürekli bir hatta bağlanmadıkları için işgal devletini gerçek anlamda tecrit edecek bir ambargo hattına dönüşemediler. Somut olarak, İsrail’le askeri işbirliği sürdüren şirketlerin teşhiri ve bu şirketlere dönük eylemler geri planda kalırken, öne çıkan kampanyalar çoğunlukla kahve zincirleri ve gıda markalarıyla sınırlı kaldı. Üniversitelerin İsrail’le yürüttüğü ortak projeler daha güçlü şekilde gündemleştirilemedi, öğrencilerin ve akademisyenlerin örgütlü baskısı yaratılamadı. Sendikal alanda ise liman ve nakliye işçilerinin İsrail’e giden sevkiyatları durdurması için daha kapsamlı ambargo çağrıları örülemedi.
Buna karşılık Filistin halkıyla dayanışma iddiası çoğunlukla tüketim alışkanlıklarıyla sınırlı kaldı; böylece antiemperyalist hattı güçlendirecek devrimci müdahaleler yerine daha çok kültürel bağlama sıkışan, ümmetçi bir çizginin öne çıktığı bir siyaset alanı oluştu[1].
Ne var ki, iç siyasette yoğunlaşan baskılar; hak gasplarına karşı sendikal ve toplumsal mücadele yürütenlere dönük saldırılar, devrimci örgütlü güçlerin zayıflatılması ve kadro eksilmeleri, Filistin meselesinin ele alınış biçimini yıllar içinde daralttı. Bu daralma, 2009 Davos Dünya Ekonomik Forumu’nda Erdoğan’ın yaptığı “One minute” çıkışı gibi popülist hamlelerle beslenerek işgalin yalnızca devletler arası diplomasi ve dış politika başlığı altında tartışılmasına yol açtı. Böylece Filistin’le dayanışmanın Türkiye’deki sınıf mücadelesi, emek talepleri ve demokratik hak arayışlarıyla bağı geri plana itildi. Oysa Türkiye’nin İsrail’i tanımasından bu yana süregelen askeri ve ticari işbirliği doğrudan iç siyasetin bir konusudur; bu ilişkiyi ve işbirliklerini teşhir etmek, iktidarın bugünkü rejimi şekillendirme adımlarına karşı mücadele dahil, geniş kitlelerin farklı ve ortak bir tutum geliştirmelerinin önünü açabilirdi, halen açabilir.
Örneğin İsrail’in Filistin topraklarında yürüttüğü yerleşimci sömürgeci gasp politikaları ile Türkiye’nin 2018’de Afrin’de kurduğu işgal rejimi arasında paralellik kurmak (ya da Fas’ın Batı Sahra’daki işgalini hatırlatmak), mücadeleyi derinleştiren bambaşka bir siyasal hattı açığa çıkarır. Elbette bu, Filistin’deki sömürgeci uygulamaları diğer işgal biçimleriyle eşitlemek değil; tersine, İsrail’in baskı rejimleri arasındaki özel yerini görünür kılarak, ilişkisel bir siyasal hattı kurmaktır. Bu hat emperyalizme karşı bir duruşla sınırlı değildir. Bölgedeki tüm sömürgeci işgal uygulamalarını teşhir eden, Filistin’le dayanışmayı halkların ortak direnişi ve bölgesel mücadelesi olarak birleştiren bir hattır. Böyle bir siyasal yönelim, halkların ortak çıkarlarını savunan enternasyonal bir mücadeleyi mümkün kılar. Hem Filistin’e hem de Türkiye’deki emekçi sınıflara, demokratik taleplerini ve insanlık adına vazgeçilmez şartlarını -işgale ve soykırıma ortak olunmaması gibi- inandırıcı ve uygulanabilir bir antiemperyalist çizgiye bağlama olanağı sunar.
Üstelik bugün artık bu bağlar, toplum nezdinde farklı biçimlerde görünür hale gelmektedir. Örneğin 2024 yerel seçimlerinde, Filistin yanlısı Müslüman tabanın yoğun olduğu İstanbul’un Fatih gibi ilçelerinde yapılan röportajlar, AKP seçmeninin iktidarın hamasi söylemlerini gördüğünü ve İsrail’le sürdürülen işbirliğine tepkisini sandıkta dile getirdiğini göstermektedir. Soykırıma karşı duruşun “din kardeşliği” söylemiyle sömürülmesine ve yoksul muhafazakar emekçilerin dini duygularının istismar edilmesine karşı gelişen bu tepki, aynı zamanda derinleşen ekonomik kriz, hayat pahalılığı ve iktidarın ekonomi politikalarına yönelik hoşnutsuzluktan da beslenmektedir.
Elbette daha önce de hamasi söylemler mevcuttu; ancak İsrail’le işbirliğinden beslenen sermaye gruplarıyla yoksul Müslüman emekçiler arasındaki sınıfsal çelişki, son yıllarda hiç olmadığı kadar belirginleşti. Ortaya çıkan tablo, ezilen sınıfların çelişkisini açıkça göstermektedir: Kimi yoksul ve emekçi kesimler artık kendi çıkarlarının, İslami sermayenin çıkarlarıyla Filistin davası etrafında örtüşmediğini kabul etmektedir. Zira İslami sermaye, “din kardeşliği” söylemiyle muhafazakar emekçiyi kendi safına çekse de, fiilen kazançları kendine aktarmakta; bedeli ise yoksullaşan emekçilere ve halka ödetmektedir.
Tam da bu nedenle, Gazze’de yaşanan soykırıma karşı tepki ile ekonomik-sosyal itirazların kesişmesi, meselenin iç siyasetin dinamiklerini beklenmedik biçimde bozabilecek ve dönüştürebilecek bir sorun olarak kavranabileceğini ortaya koymaktadır. Çünkü iç siyaset bakımından bu tepkiyi kuran mesafe, Saray’ın kendi tabanından kopuşunun yansımalarıdır: Sultanahmet’te Filistin yürüyüşlerinde görünmekle yetinen, teşhir edilen lüks harcamalarıyla öne çıkan Saray eşrafı; açlık ve işgal ile yok edilmek istenen Filistin halkının yanında saf tuttuğunu iddia etse de, İsrail’e karşı yaptırım uygulayan fiili adımlar atmamaktadır.
Dönemin Diyanet İşleri Başkanı Erbaş Sultanahmet’te Filistin’le dayanışma yürüyüşünde.
Filistin direnişinin Türkiye iç siyasetindeki ağırlığı ve sol muhalefete katacağı imkanlar bakımından mesele Suriye savaşıyla birlikte yeni bir boyut kazanmıştır. 2011 sonrasında yaşanan göç dalgası, seküler kesimler arasında Arap karşıtı milliyetçi tepkileri güçlendirdi; bu ise Filistin meselesinin kimi zaman “Arap düşmanlığı”nın gölgesinde kalmasına yol açtı. Medya eliyle dolaşıma sokulan Hamas karşıtı söylemler de bu önyargıyla birleşerek, direnişi anti-emperyalist ve sömürgecilik karşıtı bir mücadele olmaktan çok dar bir “ümmetçilik” çerçevesine sıkıştırmaya çalıştı.
İç siyasetin kefelerinden birine de elbette “İslam düşmanlığı”nı eklemek gerekir. Ancak burada sadece İslam karşıtlığından değil, din üzerinden üretilen tüm ötekileştirme biçimlerinden söz etmek mümkün. Antisemitizm de keza bu çerçevenin ayrılmaz bir parçasıdır; tıpkı İslamofobi gibi toplumsal barışı zedeleyen, siyasette ve hatta soykırıma karşı direnişte kutuplaştırıcı işlev gören bir nefret söylemi biçimi olarak karşımıza çıkar.
Oysa Filistin direnişinin tarihsel ve güncel karakteri bundan çok daha zengindir. Ulusal kurtuluş mücadelesi boyutuyla Filistin, sömürgeciliğe ve emperyalizme karşı halkların kendi kaderini tayin hakkını temsil eder. Bu hat, 1970’lerde Türkiye solunun Filistin direnişiyle kurduğu bağda da somutlaşmış; Türkiye’deki devrimci hareket, kendi kurtuluş perspektifini Filistin halkının mücadelesiyle birleştirerek Amerikan emperyalizmine karşı daha doğrudan bir mücadele hattı örmüştür.
Aynı zamanda bu mücadele, kadınların özgürleşmesi açısından simgesel bir önem taşır ve bu yönüyle Türkiye soluna güçlü biçimde hitap eder. Filistinli kadın gerillaların direnişteki rolleri, özellikle Leyla Halid’in hem ulusal kurtuluş hem de kadın özgürlük mücadelesinin sembol isimlerinden biri olarak tesir alanı, bu direnişin “ümmetçi” bir çerçeveye sığamayacağını; toplumsal özgürleşmenin farklı cepheleriyle kendiliğinden birleştiğini gösterir.
Bu nedenle, direnişe dair bilginin çoğaltılması kritik bir önem taşımaktadır. Örneğin 12 Eylül darbe öncesi dönemde seküler çevrelerce sahiplenilen Filistin mücadelesi solun enternasyonal birikiminin parçası olmuştu. Bugün bu tarihsel ilişkilerin ayrıntılarını yeniden hatırlamak ve değerlendirmek, Filistin direnişini bir ümmet ya da millet meselesi değil, antiemperyalist, enternasyonal ve sömürgecilik karşıtı devrimci bir mücadele olarak kavramak açısından hayati bir yerde duruyor.
Filistin halkı, apartheid rejiminin politikaları altında on yıllardır her türden sömürü biçimine maruz bırakılıyor. İşgal altındaki topraklarda ucuz işgücü olarak çalışmaya zorlanan Filistinli emekçiler, İsrail ekonomisinin en güvencesiz kesiminde yer alıyor. İnşaat sektöründe çalışanların önemli bir kısmı, zorlu izin prosedürleriyle karşı karşıya bırakılan Filistinlilerden oluşuyor; ağır denetimler altında düşük ücretlerle istihdam ediliyor. Soykırım koşullarında ağırlaşan saldırılar, emeğin sömürüsünü daha da derinleştirmiş durumda.
Tarım arazilerinin gaspı devam ediyor, Filistin köylüsü topraksızlaştırılıyor, yerleşimci tarım kooperatifleri (kibbutzlar) Filistinli üreticiyi üretimin dışına itmeye devam ediyor. Üretim, işgal ve soykırım uygulamalarıyla farklı biçimlerde engelleniyor: Gazze’de balıkçılık kısıtlanıyor, Batı Şeria’da zeytinlikler ve haneler gasp ediliyor, seralar bombalanıyor ve sınırın askeri kontrolü sömürüyü derinleştiriyor.
Bu sömürü biçimleri, tarihselliği içinde Filistin halkının kendi içindeki sınıfsal çatışmayı da derinleştirmiştir. İsrail’in “güvenlik duvarı” projelerinde, kimi zaman Filistinli zenginler veya paravan şirketler taşeronluk üstlenmiş; işsiz bırakılan Filistinli emekçiler ise bu projelerde en ağır koşullarda çalışmaya mecbur bırakılmıştır. Böylece işgal, hem dışarıdan hem de içeriden işbirlikçi sınıflar eliyle pekiştirilen bir sömürü düzenine dönüşmüştür.
Bu noktada İsrail’in “Histadrut” adını taşıyan devlet-sendikasının da yerini hatırlamak gerekir. Uzun yıllar boyunca yalnızca İsrailli işçileri temsil eden bu sendika, hem Filistinli işçileri sendikal faaliyetlerin dışına itmiş, hem de işgalin askeri lojistik altyapısına doğrudan destek vermiştir. Bu nedenle uluslararası sendikal hareket içinde, Filistin halkıyla dayanışma göstergesi olarak Histadrut’un boykot edilmesi çağrıları yapılmış, emek mücadelesinin de doğrudan BDS hattına eklemlenmesi gerektiği vurgulanmıştır[2].
Bu boyutuyla Filistin direnişinin bugün Gazze ile sınırlı olmadığını da eklemek gerekir. Gazze’de yaşanan soykırım; Batı Sahra’dan Sudan’a, Kongo’dan Afrin’e uzanan sömürünün küresel zincirinin bir parçasıdır. İşgal edilen her zeytinlik karşısındaki direniş dahi bu mücadele ekseninde kavranabilir. Başka bir ifadeyle, İsrail’in 77 yıllık apartheid rejimi, sömürünün en çıplak biçimini bugün Gazze’de sergileyerek küresel emperyalist sömürgeci zincirin en uç halkasını oluşturmuş ve devrimci bir tavra duyulan ihtiyacın kitleler nezdinde meşruiyetini güçlendirmektedir. Ve bu meşruiyet, işgalci, sömürgeci ve emperyal güçlerin karşısında ortak bir mücadelenin emek, doğa ve yaşam ekseninde yeniden kurulabileceğini hatırlatmaktadır.
Tam da bu nedenle Filistin davasını yalnızca dini ya da etnik bir meseleye indirgemek yerine, emeğin ve sömürü karşıtlığının evrensel zeminiyle buluşturmak gerekir. Böyle bir yönelim, Türkiye’de ortak direnişi tıkayan milliyetçi ve ümmetçi eğilimleri aşmayı ve mücadeleyi yeniden devrimci bir eksende kurmayı mümkün kılacaktır. Bu sayede, devrimci hareketler açısından önemli bir sınav niteliği taşıyan Filistin davasının ortaya çıkardığı çelişkiler de daha ilerici biçimde kavranabilir. Bu çelişkilerin en görünür olduğu alanlardan biri, direnişin parçalı yapısıdır. Hamas ve Hizbullah gibi örgütler işgal karşısında güçlü bir direnç odağı olurken, Filistin yanlısı seküler, halkçı veya sol sosyalist kanatla çeşitli gerilimler yaşamıştır. Dolayısıyla Filistin devrimci hareketlerinin İslamcı eğilimlerle kurduğu ilişkiden çıkarılacak dersleri dikkatle incelemek, Türkiye sosyalist hareketi açısından ertelenemez bir görevdir.
Burada eklemek gerek; emeği ve yaşamı birlikte direnişin bir ekseni olarak savunmak İslami hareketlere karşı temkinli yaklaşımı anlaşılır kılar. Soykırım sürerken değerlendirmenin de devrimci bir imkan olarak mümkün olduğu bir noktadan tartışmayı şu şekilde bağlamak isterim: Her direniş kendi iç sorgulamasını yapacaktır, buna güvenmek gerekir. Ancak soykırıma ve işgale karşı mücadele ile dayanışmada Filistin direnişinin soykırımın ve işgalin son bulması, halkların kendi kaderini tayin ve geri dönüş hakkı mücadelesi gibi tarihsel taleplerini güçlendirmek gerekir.
Bunu feminist bir yöntemle, sermaye sınıfının ve emperyal çıkarların teşhiri üzerinden yapmak mümkündür. Kadın özgürleşmesi mücadelesi açısından da bu kritik bir hattır. Afganistan’da Amerikan emperyalizminin “kadınlara özgürlük” vaatleri nasıl ağır sonuçlar doğurduysa; bugün Trump’ın “kurtuluş bahşetme” söylemleri de kadınların isyanıyla karşılanmaktadır.
Bu açıdan bölgede de emperyalizmin ve sermayenin kadınlar ve emekçiler üzerindeki yıkıcı etkilerine karşı birleşik bir direniş hattı örülmek zorundadır. Direnişi tüm bu katmanlarıyla emek ekseniyle buluşturmak, işgale ve sömürüye karşı en güçlü yanıtı üretmektir. Filistin halkı, yerleşimci sömürgeci apartheid rejimine karşı geliştirdiği özgün direniş deneyimiyle yol gösterirken; sermayedar azınlıkların ve emperyal çıkarların yarattığı yıkım, farklı coğrafyalarda emekçilerin ve yoksul halkların mücadelelerini birbirine bağlayan ortak bir hattın kurulmasına imkân tanımaktadır.
Batı Sahra ve Filistin bayraklarıyla yan yana yürüyen kadınlar.
Bu noktada, Filistin halkı için mücadeleyi Türkiye’de yükseltecek; iç siyasette ve emek ekseninde emperyalizme ve sömürgeciliğe karşı toplam bir program üreterek mücadele yürütebilecek olanlar, Filistin’le dayanışma içinde oldukları için baskıyla karşı karşıya kalıyor. Son iki yılda Filistin için düzenlenen eylemlerde çok sayıda öğrenci ve eylemci ters kelepçeyle gözaltına alındı; tutuklamalar, uzun süreli gözaltılar ve gözaltında kötü muamele açıklamaları gündeme geldi. AKP’nin İsrail ile işbirliğini teşhir eden “Katil İsrail, işbirlikçi Erdoğan” sloganı gerekçesiyle hâlâ tutuklu bulunan İsmail Çelik ve aynı suçtan tutuksuz yargılanan Filistin dostları, iktidarın ikiyüzlülüğünü ortaya koyduğu için cezalandırılıyor. (İsmail Çelik, dün tahliye edildi. Bir sonraki duruşma 7 Ocak 2026 saat 09.30’da.)
Bu tedbirli baskı pratiği, dayanışmanın kendisini hedef alarak hareketi pasifleştirmeyi amaçlıyor. “Tedbirli” diyorum, çünkü iktidar, sokakta Filistin’le dayanışma yürüyüşleri düzenleyen devrimci, sosyalist ve sol bileşenlerin eylemlerinde bile açık bir polis müdahalesi görüntüsü vermekten kaçınıyor. Bizzat bu baskı ve denetim uygulamaları, Filistin meselesinin Türkiye iç siyaseti açısından taşıdığı ağırlığı ve iktidar açısından meselenin hassasiyetini net biçimde ortaya koyuyor. Bu sebeple de “işbirlikçi” kelimesini içeren sloganın tesir alanından devrimci bir ısrarla devam etmek gerekir.
Bu ısrarın ilk adımı teşhirdir. Teşhir, tepkiyi ve eylemi beraberinde getirme imkanına sahiptir. Filistin’le dayanışma açısında teşhir eylemleri sayesinde İsrail’e tam ambargo uygulanması talebinin somutlaştırılması mümkün olabilir. Örneğin; SOCAR’ın (İsrail’in önemli tedarikçilerinden Azerbaycan devleti petrol ve doğalgaz şirketi) adı her yerde zikredilmelidir. Bu şirketin, Türkiye’deki faaliyetlerinin derhal incelenmesi ve Filistin’e yönelik dayanışma gereği bu yatırımların sorgulanması talebi tekrar edilmelidir. Basın açıklamaları, hedefli tüketici boykotları, sendika dayanışması, hukuki başvurular, uluslararası kurumlara çağrılar ve kimi zaman sabotaj, grev, işgal gibi eylemlerle baskı arttırılmalıdır. Buna ek olarak, limanlarda görülen uluslararası dayanışma örnekleri somut bir eylem hattı sunuyor: Yunan liman işçilerinin bazı sevkiyatları durdurması, İtalyan liman işçilerinin Gazze’deki soykırıma dikkat çekmek ve ablukayı kırmak üzere yola çıkan Sumud Filosu’na kitlesel destek eylemleri ve Limter-İş gibi sendikaların Türkiye limanlarından soykırıma sevkiyat yapılmasına karşı açıklamaları, bu eylemlerin genişleyip büyütülebileceğini gösteriyor. Bu nedenle tüm liman ve deniz işçileri ile balıkçılar ve ilgili sendikalarla koordineli olarak; örgütlü biçimde direnişi gündemine alabilir.
SOCAR binası önünde protesto
Mavi Marmara saldırısı bu noktada özel bir yere sahip. Eylemin öncülüğünü İslamcı çevreler üstlenmiş olsa da, geminin yola çıkışında ve gemiye yönelik saldırı sonrasında devrimci örgütlerin oluşturduğu ortak eylemlerden anlamlı dayanışma ve çağrılar yükselmişti. Bugünse, Gazze’ye deniz yoluyla insani yardım ve dayanışma götürmek isteyen sivil girişimlere dahil olmak isteyen devrimci eylemcilerin önünde kimi zaman farklı çevrelerden gelen siyasi ve örgütsel engellerin çıktığına dair açıklamalar var. Her ne olursa olsun, bu tür girişimlere devrimci aktörlerin örgütsel, stratejik ve toplumsal bir hat içinde birleşik olarak yaklaşması üzerine şu soru sorulabilir: Böylesi militan, kitlesel ve sembolik bir girişime neden doğrudan devrimci bir önderlik sağlanamamıştır? Bu tartışmada, maddi ve örgütlü imkanların sınırlılıklarıyla birlikte siyasal bakış açılarındaki tereddütleri tartışmak gerekir. Türkiye limanlarından çıkmak isteyen gemilerin yıllardır güvenlik gerekçeleriyle engellendiği bir gerçekken, bu engelleri aşmak için meşru zemine dayalı yollar aramak zorunludur. “Sumud Filosu” örneğinde devrimci katılımın sınırlı kalması, bu tartışmanın hala güncel olduğunu ve kimi tartışmalı konuların kamuya açılması gerektiğini göstermektedir.
Mavi Marmara olayını Saray iktidarı açısından yeniden ele almak da elzemdir. 10 sivilin ölümüyle sonuçlanan saldırının etrafında kurulan retorik, iktidarın dış politikada kendi stratejik hedeflerini toplumsal muhalefeti de biçimlendirerek inşa etme çabasının bir parçası işlevi görmüştür. İslamcı çevrelerin öncülüğünde gelişen bu girişime devrimci güçlerin sınırlı ve çoğu zaman eleştirel mesafeli katılımı ise, esasen iktidarın bu stratejik oyunlarına dair farkındalıkla ilişkiliydi. Dolayısıyla bugün tartışılması gereken sorulardan biri devrimci önderlik eksikliği, diğeri de iktidarın böylesi sembolik eylemleri kendi bölgesel politik çıkarlarının malzemesi haline getirmesine karşı nasıl bağımsız bir devrimci hattın kurulabileceğidir.
Limter-İş Sendikası üyeleri, Gazze’ye yönelik Küresel Sumud Filosu’na destek eyleminde.
Bütün bu tablo, Filistin’in dünya devrimcileri için neden bir okul olduğunu yeniden hatırlatıyor. Sömürgecilik, emperyalizm, direniş, enternasyonal dayanışma ve örgütlenme biçimleri vaktiyle intifada fikriyle sınandı, geliştirildi. Bu okulun dersleri hala geçerliliğini koruyor: Filistin direnişini ulusal sınırların ötesine taşan bir mücadele olarak kavramak, bildirilerin ötesine geçip eylem ve örgütlenme pratiğini öne çıkarmak ve devrimci hattı, emekten yana ve işgalin karşısında konumuyla güncel koşullar içinde yeniden inşa etmek. Türkiye’nin devrimci mirası açısından da Mahirlerin ve Denizlerin çizgisi, Leyla Halidlerin tesiri tam da burada anlam kazanıyor.
Soykırımın ikinci yılı dolarken, Filistin direnişini büyütmekte ısrar edenler açısından mesele, baskının ve iç politik atmosferin karanlığına rağmen devrimci müdahalenin kapısını aralamaktır. Bu kapının anahtarı ise, yersiz-yurtsuz bırakılan halkların gasp edilen topraklarına geri dönüş hakkıdır. 1948’den bu yana evlerine dönemeyen Filistinlilerin mücadelesi, bu hakkın somutlaştığı tarihsel zemini temsil etmektedir. Bugün, tüm bölgeyi “Filistinsizleştirme”ye çalışan İsrail ve ABD karşısında, İsrail’in tecrit edilmesi ve varlığının ortadan kalkması dışında bir seçenek kalmamıştır. Tek devletli çözümün artık ertelenemez olduğu; geri dönüş hakkının ise 1948’den bugüne süren bir tarihsel hakikat olarak değerlendirilmesi, tüm bu baskı rejiminin iç siyasetteki karşılıklarıyla yerel direnişlerin konusu haline getirilmesi gerekmektedir.
Türkiye’deki solun bu konuda yalnızca kınama açıklamalarıyla yetinmesi mümkün değildir. Özellikle, sonuna kadar direneceklerini ve topraklarını terk etmeyeceklerini ısrarla gösteren Filistin halkıyla dayanışmayı örgütlü, sürekli ve sahici bir çizgide büyütmek hem tarihsel bir sorumluluk hem de güncel bir zorunluluktur. Soykırımın sonuçları ortada, İsrail işgal devleti etnik temizliği ilhakı tamamlamada ısrarcı. Soykırımın askeri boyutunun gidişatını Amerikan emperyalizmi belirleyecek, yani bir nevi son sözü Trump söyleyecek İsrail’e. Ancak Filistin direnişini güçlendirmek için halklar da sokakta sözünü büyütmekte ısrarcı, işgal devletinin anlaşmalara uymadığını defalarca kez gördükten sonra izole edilmesi gerekir. Dolayısıyla direnişin slogan düzeyinde kalmaması; intifada ruhunu da içeren bir politik çizgiyle ambargo talebinin toplumsallaştırılması ve iktidarın ikiyüzlü politikalarının her alanda teşhir edilmesi gerekmektedir.
Bununla birlikte, iç siyasetin ve bölgenin yeniden kurulması tartışılırken gözümüzü Gazze’ye ve Filistin’e çevirmek, enternasyonal bir eksende yeniden inşa fikrini gündeme getirme fırsatı sunuyor. Beş Deniz’in ortasında, savaşların ve soykırımın yol açtığı göçlere de bu saldırılara karşı direnişe de sahne olan Akdeniz’den yükselen Sumud (Kararlılık) filosu ve en önemlisi, topraklarını terk etmeme kararlılığıyla mücadele eden Filistinli direnişçiler, dünyanın tüm devrimcilerine bugünün mücadelesinin yanında geleceğe de iradeyle bakmayı hatırlatıyor.
Birinci İntifada (1987–1993) yıllarında Filistinli kadınlar direniyor.
Beş Deniz’de yaşanan tüm gelişmeler, hem toplumsal yaşamın, emeğin ve siyasal öznelliğin nasıl yeniden ayağa kaldırılacağını; hem de tarımın, su kaynaklarının ve doğanın uğradığı tahribatın nasıl onarılacağını da bugünden düşünmeye başlamamız gerektiğini gösteriyor. Emperyalist-Siyonist yıkım sürerken, aynı anda hem nasıl direneceğimizi hem de direnişin geleceğini nasıl kuracağımızı tartışmak zorundayız. Soykırıma ve işgale karşı eylemleri büyütürken, özgür toprakların hayalini kurmak ertelenemez. ‘Nehirden denize özgür Filistin’ sloganının Türkiye’de değilse de, Avrupa’nın kimi ülkelerinde (örneğin Almanya’da) “suç unsuru” sayılması, Filistin özgürlük mücadelesinin küresel ölçekte nasıl bastırılmaya çalışıldığını açıkça gösteriyor.
Direniş ve yeniden kurma iradesini yükselten devrimci, solcu ve dayanışmacı bilinç; 6 Şubat depremleri sonrası kurulan dayanışma yollarında görüldüğü gibi, bize hep aynı gerçeği hatırlatıyor: Yıkım, aynı zamanda yeniden kurma iradesini de dayatmaktadır. Bu iradenin hayata geçmesi ise ancak örgütlü bir dayanışmayla mümkündür. Bütün bu değerlendirmeler, Türkiye solunun ve sosyalistlerin önüne koyması gereken görevleri ivedilikle belirlemesini ve bir zamanlar “okul” olan Filistin’den çıkarılan dersleri yeniden sahiplenmesini zorunlu kılıyor. Bu görevler ve olası eylemler hem Filistin halkıyla dayanışma hem de dünya solunun ortak ufku açısından hayati bir ihtiyaçtır.
Not: Bugünün hızlı gündemleri, Gazze’ye yaklaşan Küresel Özgürlük Filosu, İsrail işgal devletinin engelleme girişimleri, BM’deki tartışmalar ve açıklamalar, Erdoğan–Trump görüşmeleri ve “Trump planı” gibi girişimler, Filistin meselesinin ertelenemezliğini bir kez daha ortaya koyuyor. Tam da bu koşullar altında, 5 Ekim’de Dolmabahçe yürüyüşü yalnızca sembolik bir eylem olmanın ötesinde tarihsel bir sorumluluk çağrısıdır. Mahallelerde, işyerlerinde, dayanışmanın ve direnişin devrimci yüzünü büyütmenin; soykırıma ve işgale karşı tam ambargo talebini yükseltmenin zamanıdır.
[1] Bu yazıya son düzeltmeyi gözünüzün önüne bir resim olarak gelebilecek şu ana tanıklığımızın hemen ardından yapıyorum: Netanyahu’nun BM konuşmasında –“boş salona konuştu” retoriğinin arkasında, bütün dünyaya izlettiği konuşmasında- yediğimiz domatesin dahi İsrail’den gelmiş olabileceğini hatırlattığı an… O çeri domatesleri yemeyeceğiz!)
[2] Tüm sendikalar bu işbirlikleri konusunda şeffaf açıklamalar yapmak zorundadır.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.