Her ne olursa olsun, çevresel, kültürel ve sosyal alanlarda yapılması vaat edilenler dahi heyecanlandıran gelişmeler olmuştur. Bundan da önemlisi, darbe sonrası ortaya çıkan, doksanlı yılların boşluğunda CIA desteği ile palazlanan siyasal İslam’ın, başladığı yer olan belediyeleri ilk kez kaybetmiş olması güven verici, umut aşılayıcı, nefes aldıran gelişmelerdir
Seçimlerden bu yana bir ay, mazbata teslim edileli ise yaklaşık iki hafta oldu. Bu sürede, bir yandan tarım başta olmak üzere neredeyse tüm ekonomi politikalarının yanlışlığının sonuçlarını, öte yandan da burjuva demokratik seçimlerine dahi tahammülsüzlüğün, dinci-faşist ideolojinin ne kadar da çirkinleşebileceğini gördük. Öncesinin aşırı gergin, sonrasının gerginlikten uzak, fakat şaibe iddiaları ve mazbata tartışmaları gölgesinde geçtiği günlerde, toplum nezdinde herhangi bir gerilimin olmaması, hatta İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ni (İBB) kazanan Ekrem İmamoğlu’nun gittiği yerlerde başkan olarak karşılanması, toplumun bu gerilimden ne kadar bıktığına bir işaret olarak okunabilir. Her ne kadar bu, bizler için, Türkiye Cumhuriyeti Devleti vatandaşları için, çok uzun bir süre sonra paha biçilemez olsa da bu yazının konusu olmayacak. Seçimi değerlendirirken ilk çıkabilecek sonuçların şunlar olduğunu düşünüyorum:
1) Kürt Hareketi de dâhil artık salt sandığa kilitlenmiş bir demokrasi ve mücadele anlayışı var gibi duruyor önümüzde. Fakat ister sandık, isterse sokak olsun, Kürt varlığının kabulü olmadan bir hareket ol(a)mayacağı aşikâr. Yine benzer bir şekilde, kendisini Kemalist-Atatürkçü olarak niteleyen kesimlerin de “faşist” damgası vurularak dışlanmasının mümkün olmadığı kanısındayım. Kürt Hareketi’nin temsil partisi Halkların Demokratik Partisi (HDP) özelinde baktığımızda, oy verenlerinin büyük çoğunluğu laik, sosyalist, sosyal demokrat ve kısmen milliyetçi Kürtler ile toplumun ‘ötekilerinden’ oluştuğunu biliyoruz. Atatürkçü/laik/sosyal demokrat kesime baktığımızda ise, Cumhuriyet Halk Partisi’ne oy verenlerin büyük çoğunluğunun Alevilerden (bunu bir başka şekilde Türkmenler veya laik Türkler olarak okumak mümkün), kısmen sosyalistlerden ve genelde laik kesimlerden teşekkül olduğu da bilinen bir gerçek. Aslında, bu iki kesimin yani büyük bir şekilde genelleştirmek gerekirse ön plana dini koymayan, görece eğitim seviyesi yüksek ve seküler bir hayatı kabul eden bu iki kesim bir araya geldiği her anda bir güç oluşturabiliyor. Buna daha önceki seçimlerde ve/veya tarihimizdeki çoğu toplumsal olayda şahit olduk.
2) Kürt gerçekliği ile birlikte kabul edilen bir diğer gerçek ise artık ulusolcu veya aşırı laik gibi ifadelerle tanımlayabileceğimiz, başı kapalı insanları dışlayacak veya onlar üzerinden siyaset yapacak, “Türkiye laiktir laik kalacak” sloganından öte bir argümanı olmayan kesimlerin bunu yapmaya bir daha cesaret edemeyecekleridir. Yine aynı kesimin seçim dönemlerinde kısıtlı bile olsa HDP ile bir oy alışverişinde bulunduğu gerçeği her zaman hafızalarda bir yerde taşınacaktır. Bunda, elbette ki mevcut iktidarın payı-katkısı büyüktür. Fakat aynı mevcut iktidar, yani neoliberalizme göbekten bağlı, kapitalizm soslu Siyasal İslam iktidarı çok uzun süreden beri gelen düşüşünü burada yere çakılarak vermiştir. Toplum üzerinde zamanında -ki bence tamamen suni olan- görece birleştiriciliğini de kaybettiği bu seçimde ortaya çıkmıştır. Bu anlamda, tam olarak ne olacağını bilemesek de, sosyal belediyecilik vaadinin kazanmış olması dahi bir başarıdır.
3) “Sosyal belediyeciliğin” kazandığı belediyelerin en başında gelen ve ülkenin en büyük bütçelerinden birisine sahip olan İBB’nin hâlihazırdaki projelerinin ne olacağı ise dikkatle takip edilmelidir. Kanal İstanbul gibi, kuvvetle muhtemel çok büyük sermaye ve mafyatik oluşumlara sözlerin verilmiş olduğu, sıradan yatırımcının dahi çevresinde projeler çizip arsalar aldığı daha birçok rant projesi, nice ülkede yaşamlara mal olan çatışmalara, suikastlara, krizlere sebebiyet vermiştir. Her ne kadar AKP belediyesi devam etmiş dahi olsa kredi sıkıntısı nedeniyle belki de çoktan rafa kalkmış bir proje olsa da, mazbatanın veril(e)mediği iki hafta boyunca pazarlık mı oldu şüphesi de gözden kaçırılmamalıdır. Kanal İstanbul akıbetinin ne olacağını kestirmek zor, fakat olmayacaksa “ikame” rant alanlarının yaratılıp yaratılmayacağını bekleyip göreceğiz. Nihayette, geleneksel burjuvanın ve özelde İstanbul burjuvazisinin artık bu kadar ranta ve baskıcı bir yönetim anlayışına dur dediği ve Batı tipi, kapitalizmin kadife kumaş ardına saklandığı ve beyaz yakalı, orta sınıfı güçlü bir topluma geçmenin arzulandığı bir döneme gireli çok oldu. Bu geçişin nasıl yaşanacağına şahit olacağız.
4) Her ne olursa olsun, çevresel, kültürel ve sosyal alanlarda yapılması vaat edilenler dahi heyecanlandıran gelişmeler olmuştur. Bundan da önemlisi, darbe sonrası ortaya çıkan, doksanlı yılların boşluğunda CIA desteği ile palazlanan siyasal İslam’ın, başladığı yer olan belediyeleri ilk kez kaybetmiş olması güven verici, umut aşılayıcı, nefes aldıran gelişmelerdir.
5) Son bir maddeyi ise sosyalist sola ayırmak istedim. Aslında İstanbul başta olmak üzere (Canan Kaftancıoğlu, Alper Taş vs.), Artvin, Tunceli ve daha birçok ve de özelikle beklenmedik yerde sosyalist solun etkili olabileceğini bir kez daha gördük. Sıkıntımız çok ama çok az olmamız. Bu azlığı nicel değil, niteliksel olarak belirtiyorum ve bu şekilde ele almalıyız düşüncesindeyim. Konuşmalar, tartışmalar, halka dokunan kazanımlar, gelecek için güven veren oluşumları ve her şeyden önemlisi bir kesimin soldan tam manasıyla nefret edişinin önüne geçecek politikaları var edecek üretkenlikten yoksunluk anlamında azız dedim. Tekrar tekrar okumaların yapıldığı, yirmi birinci yüzyılın değerlerinin tekrar gözden geçirildiği, teknolojinin reddedildiği değil tam tersi etkin kullanıldığı, yeni yöntemlerin ve araçların kullanımının tartışıldığı vs. bir sürecin olması gerektiğini düşünüyorum.
Tüm bunlarla beraber, özelde ve genelde gündeme de değinmek de fayda var. Şu an, ister Türkiye’nin her tarafa oynayan günlük politikası, isterseniz “aslında” hedeflediği yol deyin S-400 ve F35 krizi çok büyük bedellere yol açabilecek bir kriz. Dolara karşı hiçbir gücü olmayan, tüm borsası “yabancı” bankalara emanet, işçi ve orta sınıfı güçsüz, neoliberal politikalara tamamen teslim edilmiş, bilim ve teknikten uzak bir durumda Türkiye. Buna rağmen bütün bu kırılganlığı ile Deli Dumrul misali, küçük emperyalist kardeş, büyük emperyalist ağabeylerine kafa tutmanın yollarını arıyor. Dünya kapitalizminin, bundan on sene önce girdiği kriz halen daha aşılamadığı için süreçten bunca zamandır güzel faydalanan bir konumda. Ama bu, krizin aşılmayacağı ve o sürede yaptığı hamlelerin Türkiye’ye ödetilmeyeceği anlamına gelmesin. Yine yeri gelmişken hatırlatalım, David Harvey’in geçen günlerde sendika.org’da yayımlanan röportajında da belirttiği gibi “bu sistem, devrimci bir sistem ve bir şekilde kendisini yenileyip krizden çıkabiliyor”. Daha önce hizmet sektörünü sınıf mücadelesi ile ilişkilendiremeyen sol, bu kez de treni teknolojiyi bu mücadele ile ilişkilendiremeyerek kaçırmak üzere yorumunu da ilave etti Harvey. Kısacası, tüm bu koşullar altında, hem özelde günlük politikalara hem de genelde dünya sisteminin etkilerine karşı kapsayıcı bir mücadele yürütülmek zorunda. Bunun en önemli ayağının ise bilim ve sanat ile oluştuğunu düşünüyorum.
Sosyal belediyecilik kazandı dediğimiz anda, hepimizin aklında daha kapsayıcı, kucaklayıcı, yoksullukla savaşan, rant projeleri yerine yeşil alan uygulamaları, heykel, resim, müzik, tiyatro gibi kültürel planlar, teknik ve yaz okulları gibi bilimsel aktivite örgütleyen belediyecilik anlayışı akla geliyor. Bu bağlamda, özellikle genel kabulün aksine, dinin karşıtlığında sanat karşımıza çıkıyor. Bu belki başka bir tartışma konusu ama çok önemli. Bilim, bir şekliyle, özelikle teknolojik anlamda din ile pekâlâ beraber hareket edebiliyor. Fakat sanat ki, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın da birçok kez itiraf ettiği gibi, dinin veya bizim için siyasal İslam’ın hâkim olduğu yerde yeşeremiyor, gelişemiyor. Bu aslında çok normal. Çünkü tekrar vurgulamak gerekirse, aslında, keşfetmekten ziyade yaratma işlemi içeren sanat, kapitalist toplumlarda dinin varlığını sorgulatırken, aynı zamanda da dinin çekildiği alanlardaki boşluğu doldurma görevi görüyor. Eskişehir, İzmir veya Kadıköy gibi yerlerden hareketle sanatın ve sanatın icra edileceği alanların yaygınlaştırılması elimizdeki en büyük silahlardan birisi olacak kanaatindeyim. Çünkü aynı sanat, sistem çelişkilerini oraya dökebilme açısından da vurucu bir etkiye sahip. Herkesin güldüğü, hani nerede diyerek bir anlamda dalga geçtiği “millet kıraathanelerinden” bahsederek konuyu kapatayım. O kıraathaneler halen var. Ama kenar mahallerde ve kırsalda. Çünkü sosyal medyanın gücü ile kabuğunu kırıp o “İslami” etki alanından çıkmak isteyen, üstelik de AKP’nin yetiştirdiği kafa tokuşturan bu dindar nesil, dışarı çıkıyor, merkeze geliyor ve değişim talep ediyor. Bunu görerek ve bilerek hareket etmemizde büyük yarar görüyorum.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.