Etat de Siege; hem dönemin Uruguay’ını ve Tupamaroların mücadelesini görmek hem bu bağlamda ABD’nin Latin Amerika ve solun yükselişe geçtiği diğer ülkelerde kontrgerilla faaliyetlerini anlamak hem de yaşanılanların ülkemizle de benzerliklerini düşünerek mutlaka izlenmesi gereken bir başyapıttır Tupamaro gerillası: “Washington’da eğittiğiniz adamlarınız aracılığıyla ülkelerine ihanet etmeyi öğretiyorsunuz. Özgürlük ve demokrasiyi savunduğunuzu söylüyorsunuz. Oysa yöntemleriniz savaşlar, […]
Etat de Siege; hem dönemin Uruguay’ını ve Tupamaroların mücadelesini görmek hem bu bağlamda ABD’nin Latin Amerika ve solun yükselişe geçtiği diğer ülkelerde kontrgerilla faaliyetlerini anlamak hem de yaşanılanların ülkemizle de benzerliklerini düşünerek mutlaka izlenmesi gereken bir başyapıttır
Tupamaro gerillası: “Washington’da eğittiğiniz adamlarınız aracılığıyla ülkelerine ihanet etmeyi öğretiyorsunuz. Özgürlük ve demokrasiyi savunduğunuzu söylüyorsunuz. Oysa yöntemleriniz savaşlar, faşizm, işkence.”
Philip Santore: “Asiler. Komünistler. Tüm toplumu yok etmeyi istiyorsunuz. Medeniyetimizi, ahlaki değerlerimizi ve özgürlüğümü yok etmek. Sizinle her türlü şekilde mücadele etmek gerek.”
Philip Santore: “Uygarlığın dostu olan savaşmayı seçer mi?”
Tupamaro gerillası: “Bu bir zayıflık fakat sizin hiç bilmediğiniz bir uygarlık için…”
1970 Uruguay. Başka bir uygarlığın savaşını verenlerle, baskıya ve sömürüye dayanan bir düzenin savunucuları arasındaki gerçek öyküyü anlatır bize Costa Gavras. ABD ile işbirliği içindeki oligarşinin yarı askeri yönetimle yönettiği 1960 ve 70’lerin Uruguay’ı solcu öğrenciler, sendika liderleri, medya ve aktivistlere karşı yoğun bir baskı ve terör dalgasına tanık olur. Bu gerici terör dalgasına karşı direnmeyi seçen Tupamarolar, silahlı direnişi başlatır ve toplumu etkileyen eylemlere imza atmaya başlar. Bu eylemlerin arasında en çok yankı uyandıranlardan biri 1970 yılında Uluslararası Gelişme Örgütü adına Uruguay’da faaliyet yürüten bir Amerikalı olan Dan Mitrione’nin Tupamaro gerillaları tarafından kaçırılarak öldürülmesidir. Bu olayı iki yıllık araştırmadan sonra beyaz perdeye taşımaya karar veren Gavras, 1972’de Etat de Siege’i (Sıkıyönetim) çekerek hem kariyerinin en önemli eserlerinden birini ortaya koyar hem de politik sinema tarihine bir başyapıt kazandırır.
Askeri aramalar, araç çevirmeleri, kimlik kontrolleri görüntüleriyle dönemin Uruguay’ını resmederek başlayan film henüz ilk sahnede Philip Santore’nin arabada ölü bulunması ve ardından kilisede yapılan cenaze töreniyle de filmin başında sonunda ne olacağını açıklar. Kilisedeki cenaze törenine başpiskoposun katılmamasıysa dönemin etkili akımı Kurtuluş Teolojisi’ne dair bir göndermedir. Filmin ilerleyen sahnelerinde de bu tarz göndermeler tekrar işlenecektir. Ters kurgu akışıyla başlayan film, cenaze töreninin ardından olayların başlangıcına dönerek ABD’li Santore’nin Tupamora gerillalarınca ele geçiriliş öyküsünü anlatır. ABD’li Richard Santore görünürde AID (Kalkınma Birliği) adında Latin Amerika ülkelerine teknik yardım götüren bir yapının iletişim uzmanıdır. Sağcı bir askeri diktatörlükle yönetilen Brezilya’nın Uruguay konsolosu ve ABD elçisiyle birlikte (ABD elçisini polis takibine takılan gerillalar serbest bırakır) kaçırılması başlarda çok anlaşılmayan Santore’nin gerçekte yaptığı işler filmin akışında gitgide açığa çıkar. Öncelikle görünürde Latin Amerika ülkelerine ekonomik alanlarda teknik yardım sağlayan ABD’li bir örgüt olan AID’in bunun çok daha ötesinde bir kontrgerilla yapılanması olduğu ortaya çıkar. Polis karargahında odası bulunan bu örgüt teknik yardım görüntüsünün altında yerel polisleri Amerikan çıkarlarına ve faşist ideolojiye göre eğiten ve donanım sağlayan bir yapıdır. Richard Santore ise bir iletişim uzmanı değil, gittiği ülkelerde yerel polis ve askeri birimleri solcu öğrenci, sendika liderleri ve gerillalara karşı eğiten, işkence tekniklerini öğreten bir ABD ajanıdır. Nitekim Uruguay’dan önce gittiği iki ülke olan Brezilya ve Dominik Cumhuriyeti’nde gerçekleşen sağcı darbelerin aktif olarak örgütleyenlerinden biri olduğu açığa çıkar. Bu iki ülkedeki faaliyetinin ardından ABD’deki akademide Uruguay da dahil dünyanın her yerinden gelen polislere sabotaj, bombalama, suikast gibi devrimcilere kullanılacak teknikleri öğrettiğini ve daha sonra geldiği Uruguay’da ABD’deki akademi de eğitilen polislerle işbirliği içinde olarak hareket ettiğini görürüz. Tupamaro gerillası tarafından yapılan sorgusunda bu faaliyetleri kendisine sorulduğundaysa Santore’nin yaptığı faaliyetleri basitleştirmeye çalıştığını görürüz. Tupamaro gerillasının cevabıysa her şeyi özetler niteliktedir.
Philip Santore: “Politika ile ilgilenmem, ben teknisyenim.”
Tupamaro Gerillası: “Polis teknisyeni.”
Philip Santore: “Doğru.”
Tupamaro Gerillası: “Ve polis düzeni savunur.”
Philip Santore: “Doğru.”
Tupamaro Gerillası: “Peki demokratik düzeni mi yoksa diktatörlük düzenini mi?”
Öte yandan filmde gerilla ahlakı ve estetiğine de Gavras’ın sıkça değindiğini görürüz. Kaçırma eylemi sırasında yanlışlıkla yaraladıkları Santore’yi tedavi eden ve röntgeninin çekilmesi için gizlice hastaneye götüren gerillalar, bunun dışında da genel olarak Santore’ye karşı tavırlarında herhangi bir sertlik, bağırma ya da şiddet göstermezler. Bir gerilla tarafından yapılan sorgulamalar hiçbir müdahale ya da baskı olmadan karşılıklı konuşmaya ve Santore’nin faaliyetlerini gösteren belgeler üzerinden ne yaptığı konusunda açıklığa dayanır. Sigara ikramı, Santore mektubunu yazarken getirilen masa gibi ayrıntılar da yine gerilla ahlakına değinilen yerler arasındadır. Santore’ye onu öldürmek istemedikleri, politik mahkumların serbest bırakılması için bu eylemi yaptıkları da gerillalar tarafından belirtilir. Santore’yse sona doğru yaklaşırken düzen için bir hiç olduğunun, hükümetin onlarla uzlaşmayacağının farkına varır. Kendisi de böyle bir durumla karşılaşsa aynı şekilde davranacağını belirterek de itiraf eder bunu.
Filmde iki sahneyse çok dikkat çekicidir. Birincisi rehinelerle ilgili düzenlenen hükümet toplantısına gelen bütün bakanların biri haricinde hepsinin ABD ortaklı şirketlere, bankalara sahip milyonerler olduğunu gördüğümüz sahnedir. Milyoner olmayan tek kişiyse içişlerine bakan ordu sekreteridir. O da milyonerlerin çıkarlarını koruyan kişidir. Diğer sahneyse filmde sinemasal estetiğin en yoğun olduğu üniversite baskını sahnesidir. Gerillaların, Santore’yi elde tuttuğu süreçte operasyonlarına devam eden polis, üniversiteye arama bahanesiyle girmek ister. Polis operasyonuna karşı direnişe geçen öğrenciler üniversitelerini savunmaya çalışır. Polisin öğrencilere saldırıp, kontrol altına almaya çalıştığı bu andaysa üniversite avlusunun hoparlöründen Che Guevara’ya adanmış Hasta Siempre (Sonsuza Kadar) şarkısı duyulmaya başlar. Bunun üzerine ne yapacaklarını şaşıran polisler, öğrencileri bırakarak hoparlöre yönelirler ve hoparlörü yere indirip kırarlar. Hoparlör susturulunca bu kez tam karşı taraftaki hoparlörden aynı şarkı tekrar duyulmaya başlar ve polisler yine koşarak hoparlörü susturmaya çalışır. Polislerin Che’nin ve devrimin imgesinden bile ne kadar korktuklarını ve çaresizliklerini görürüz bu sahnede.
Velhasıl, akıcı kurgusu, Mikis Theodorakis’in enfes müzikleri ve başarılı oyunculuklarıyla Etat de Siege; hem dönemin Uruguay’ını ve Tupamaroların mücadelesini görmek hem bu bağlamda ABD’nin Latin Amerika ve solun yükselişe geçtiği diğer ülkelerde kontrgerilla faaliyetlerini anlamak hem de yaşanılanların ülkemizle de benzerliklerini düşünerek mutlaka izlenmesi gereken bir başyapıttır.