malum, her döneme bir müzisyen damgasını vurur, türkiye’de 1980 sonrası günlerde devrimciler, solcular için bu isim zülfü livaneli olmuştu. ahmet kaya öncesi dönemdi, “zülfü”nün şarkılarının yer aldığı çekme kasetler kırık dökük kasetçalarlarda kısık sesle dinlenir, dilden dile dolaşır, cezaevine girenler, “yiğidim aslanım’ın ikinci nakarattan sonrası ezberinde mi?” gibi sorularla karşılaşırdı. bu şarkıların içinde en sevilenlerden […]
malum, her döneme bir müzisyen damgasını vurur, türkiye’de 1980 sonrası günlerde devrimciler, solcular için bu isim zülfü livaneli olmuştu. ahmet kaya öncesi dönemdi, “zülfü”nün şarkılarının yer aldığı çekme kasetler kırık dökük kasetçalarlarda kısık sesle dinlenir, dilden dile dolaşır, cezaevine girenler, “yiğidim aslanım’ın ikinci nakarattan sonrası ezberinde mi?” gibi sorularla karşılaşırdı. bu şarkıların içinde en sevilenlerden biri nakaratı, “bak çocukların gözlerine, umudu kesme yurdundan…” olandı. yenilmiştik, ülke bir kış mevsiminden geçiyordu, eziyet görenlerin ciddi bir kısmı çocukluktan henüz çıkmıştı, çocuklarla bir yetişkin gözüyle ilişki kuran azdı ama yurdumuzdan ve dünyadan umudu kesmeye niyetimiz yoktu ve o benzetme içimizi rahatlatıyordu. içini rahatlatmanın dünyayı değiştirmek isteyenler için hiç de uygun olmadığını bilmiyorduk.
şimdiki aklımla çocukların gözlerine baktığımda en çok korkuyu görüyorum, polis amcalara, asker abilere duyulan korkuyu… tacizci, dayakçı bile olmasalar otoriterlikleriyle yıldıran öğretmenlere, bir türlü çocuklarını sevmeyi öğrenememiş babalara, hayatın sırtlarına vurduğu yükün acısını evlatlarından çıkartan annelere duyulan korkuyu. bütün çocuklar bu kadar talihsiz mi, hayır. kimisi ailesinin önüne koyduğu hedeflere ulaşamama, başarısız olma korkusu yaşıyor. gelin olma, evlenme hayalinin iteklene iteklene hayatlarının merkezine konulduğu kızların gözlerinde gelecekteki mutsuz kadının izlerini buluyorsunuz. ailesinin gözbebeği oğlanlarda da bir ev dolusu kadına hayatı dar edebilecek adamın işaretlerini.
çocuklar gelecek demek ve hepimiz gelecekten umutlanmak istiyoruz. bugün halledemediğimiz meselelerin zamanın nedense iyileştirici olduğu varsayılan etkisiyle gelecekte düzeleceğine inanmak istiyoruz. oysa zamanın ruhu her zaman sağaltıcı değil, zaman bazen kötünün pekişmesine, alışıldık hale gelmesine de sebep olabilir.
çocukların gözlerinde umut falan yok, zaten ne çocukların ne başka kimsenin bize umut borcu yok. tam aksine bizim onlara borcumuz var; onları hırpalamadan büyütüp yetiştirmek, içinden geçtiğimiz şu yangından onları korumak, şımartmadan özgüven vermek ve mutlu olmalarını sağlamak. umut hayatın bizlere habire ve her yerde sunduğu, bol bulup çarçur edebileceğimiz bir kaynak değil kazanabileceğimiz bir hak ancak.
1980’lerde yurdundan umudunu kesmeyenler haksız çıkmadı, birkaç yıl içinde, cezaevi direnişleri, kürt hareketi, öğrenci eylemleri, feminizmin tomurcuklanması falan derken baharın işaretleri belirmeye başladı. o işaretler umuttan değil, mücadeleden, kırık iğnelerle kazılan kuyulardan çıktı. yarından umutlanmak istiyorsak, o iğneleri kuşanma, o günlerden, başka günlerden öğrenmenin tam sırası. livaneli, “ışık yener karanlığı” derken haklıydı ama toplumların ne gecesi ne de sabahı tabiat eliyle geliyor. umudu bir an önce kesip işe koyulmazsak en güçlü fikri ve duygusu “allahtan umut kesilmez,” olan ateistler, agnostikler, laikler topluluğu olarak tarihe geçme ihtimalimiz yüksek.