Memed Fuat’ın ta 1962’de yazdığı “aç kalmalı sanatçı, ölmeli” dizeleri tekrardan dikkate alınmalı! Sanat ve aslında meta haline gelen her şey için bir çare var: topluca radikalleşmek zorundayız
Memed Fuat’ın ta 1962’de yazdığı “aç kalmalı sanatçı, ölmeli” dizeleri tekrardan dikkate alınmalı! Sanat ve aslında meta haline gelen her şey için bir çare var: topluca radikalleşmek zorundayız
Aslında bu yazıyı yazma sebebim Praksis’in #halksponsorluğu çağrısı. Sosyal medya üzerinden çağrılarını gördüm.Yeterince iyi ifade edilmemiş bir çağrı ama alternatif bir kaynak yaratma biçimi arayışı var besbelli. Yani herkes 3-5 kuruş atacak kavanoza ve böylelikle toplumun ihtiyacı olan bir sanat eserinin maddi yükünü, toplum birlikte yüklenecek. Fikir çok iyi, pratiğe de dökülüyor galiba ama destek olanlar bu bilinci kazanarak mı destek olacaklar? Göreceğiz!
Praksis iyi bir bağlantı yakalamış: ‘HalkSponsorluğu-Copyleft‘. Bildiğiniz gibi copyleft, telif hakları literatüründe, eserin belirli haklarının topluma devredilmesi anlamına geliyor. Politik bir zeminde konuşursak eserin özgürleştirilmesiyle bağlantılar kurabiliriz. Praksis bunu “CopyLeft olsun, bizim olsun” diye sloganlaştırmış. Ticarileştirilmeme şartının altını çizmiş ve kalan her hakkı halka aittir demiş! Yani bağlantının toplamı şöyle olmuş:
“Bu albüm hepimizin ortak toplumsal ihtiyacı olan şarkıları içeriyor. Şarkıların hepsi eylemlerin, mitinglerin, sokakların ve insanların süzgecinden geçerek albüme taşındı. Dolayısıyla ne mutlu ki, kolektif üretimimizin sınırları genişledi. Bu albüm için hiçbir şirket ile görüşmedik, gerek yakın çevremiz gerek yeni tanıştıklarımız tarafından önerilen “sponsor niye almıyorsunuz, bak hiçbir şeye karışmıyorlar” ya da “şu albümü şöyle iyi bir firmadan çıkarsanız” türünden önerilerin hiçbirine kulak asmadık! Şimdi bu albümün maddi yükünü beraber çekeceğiz. Yine tüm şarkılar CopyLeft; hepsi bizim, hepimizin.”
Bu çabayı önemsemek, destek olmak çok değerli ama ben daha çok bunun düşünsel altyapısına dair düşünmek, ilgilisi varsa onu da bu konuda düşünmeye ve tartışmaya itmek istiyorum.
Giriş olacak bölümü Ali Artun güzel anlatıyor: “Sanat işletmesinin (establishment) yaydığı hegemonya, modernist sanatın ve avangardın siyasal direncini ve ütopyasını değersizleştiren, rızaya, diyaloga, temsile dayalı “pozitif” bir sanat diline yol açar. Bu dil, embedded ve complicit olmayı zamanın gereği saymakla kalmaz, aykırı bir sanat hayal etmenin ‘tatlı bir düş’ olduğunu savunur.”
Kavramsal olarak Gramsci’den bugüne kalır denebilecek hegemonya-ikna-rıza üçlemesi zemininde tartışıyoruz. Alışılır hale getirme harekatlarının pek çoğu kültür üzerinden gidiyor ve aslında yazı-çizi mecralarındaki bu çabamız bile bir şekilde kültürel-hegemonya kurma gerekliliğine dayanıyor: Ama bir farkla, ‘Karşı-hegemonya!’ Yani Praksis’in yapmaya çalıştığı şey, toplamda bir karşı-hegemonya!
Söz vurucu ama vurduğu ne?
Egemenlerin halen meşruiyete ihtiyacı var. Uluslarüstü bir benzin şirketinin PR uzmanlarından biri, şirketinin sanatı desteklemesi konusunda şöyle diyor: “Bu programlar bize, daha dişe dokunur meselelerde saldırgan olabilmemizi sağlayan bir onaylanmışlık kazandırıyor.” Sermayenin ihtiyacı olan bu meşruiyet zemininin ve hegemoyanın, karşı-hegemonya ile çarpışma alanı hemen hemen tamamiyle kültür düzleminde oluyor. Yani sermayenin, kültürün bütünen belirleyicisi olma niyeti boşa değil. Ve işte onun için de bankaların yayınevleri var, ‘iyi kitaplar’ basarak toplumun güvenini kazanıyorlar. O özgüvenle de bütün toplum ‘güvenle’ borçlandırılıyor, artanla da sömürücü sınıfa daha fazla hareket alanı ortaya çıkıyor.
Öte tarafıyla da Türkiye devrimci hareketinin en önemli şairlerinden Nazım Hikmet’in eserleri bir bankaya ait hale geliyor. Finans kapitalin acilen yıkılması gereken egemenliğinden lütufla “Akrep gibisin”i okuyoruz. Bir bakıyorsunuz Brecht’in “Banka kurmanın yanında banka soymak nedir ki?” sözü, bankası olan bir sermaye grubunun sponsor olduğu bienale başlık oluyor. Söz vurucu! Brecht herhalde şunu sorardı: “Ama vurduğu ne?” Aslında yapılan şey en genelde bu düzeyde -toplumsal anlamda- iddialı bir sözün, yalnızca bir ‘söz’, tek başına bir ‘söz’ haline getirilmesi.
Tehlike nerede?
Peki, bir söz olarak da olsa sermayenin egemenliği açısından tehlikeli değil mi? Tehlike yaratacağı düzeyde bir devrimci bilinç ve hareket yoksa tabii ki değil! Kapitalist hegemonya odakları bu tersine çevirmeyi başarabildiği oranda Che tişörtü piyasaya çıkıyor. Yani devrimci olmayı, kültürel bir tercihler bütününe indirgeyerek ya da ütopyayı zeki bir nükte şekline yozlaştırarak! Hiç kimse de çıkıp bahsettiğim bienal sponsoru şirketin bankasını soyup, ardından da “siz söylediniz, ben de yaptım” nüktesini yap(a)madığına göre, bu tip sözlerin/sembollerin anlamını/bağlamını değiştirme çalışması pek de başarısız olmuyor demek ki! Sözcükleri kazanmak zorundayız! Praksis’in “sözcüklerle silahlarla kavga devam ediyor” sözünü böyle okumak daha doğru galiba.
İzmir’deki AKP sermayesinin ana temsilcilerinden biri olan bir inşaat firması, gecekondu mahallerini, yeşil alanları yok edip yerine gökdelen plazalar inşa ediyor. Hatta şimdi de gözü kentin ortasındaki tek büyük yeşil alan olan Kültürpark’ta. Buraya kadar anlatınca nefret oluşuyor ama sonra şöyle bir el ilanı geçebiliyor elinize: “Dünyaca ünlü fotoğraf sanatçısı Salgado’dan ‘İşçiler’ isimli sergi”. Tabii ki, o inşaat firmasının gökdeleninin sergi salonunda.
Yoksul halkın zorla yerinden edilmesi ve işçi sömürüsü üzerinde yükselen onlarca katın zemininde, hep birlikte ezilen işçilerin fotoğraflarına ‘vauv’lanıyoruz. Salgado’nun ‘gerçekten daha gerçek’ çalışmalarını övüyoruz, belki de buradan bir sınıf bilinci oluşur diye umanlarımız bile oluyor. Ama şu kesin: “İyi ki geldik!” diyoruz. Salgado’nun -ya da inşaat firmasının mı?- sergisinden şu iki bilgiyle ayrılıyoruz: Salgado güzel fotoğraflar çekiyor, inşaat firması çok kalite sergiler yapıyor. Bizim “sanattan anlamayan” gecekondu mahallesinin akıbeti böylece konu dışı! Ve elbette sanat dışı! #Kültürpark?
Bulutsuzluk Özlemi’nin nakaratından bu meseleye kadar aynı soru: “Bir çıkar yol yok mu?”
“Aç kalmalı sanatçı, ölmeli”
Memed Fuat’ın ta 1962’de yazdığı “aç kalmalı sanatçı, ölmeli” dizeleri tekrardan dikkate alınmalı! Sanat ve aslında meta haline gelen her şey için bir çare var: topluca radikalleşmek zorundayız. “(Sanatçı) aç kalmıyorsa, ölmüyorsa, kendisini istemeyenlerin, kendisine yer göstermeyenlerin çevresinde dönüp sıkışacak bir yer arıyor demektir. Pazarlık ediyor, anlaşıyor demektir” diye devam ediyor Memed Fuat.
Sanatın bir ticari malzeme/araç olarak, adı konmamış bir kullanım nesnesine dönüşme durumuna karşı, dinleyiciye/izleyiciye ulaşmak konusunda alternatif yöntemlerimiz olmalı, hareket etme biçimimiz yıkıcı olmalı, ortak mekanlar üretmeliyiz, kendi dayanışmacı kaynak üretme biçimlerimizi bulmalıyız. Sanatın ve hayatın başındaki belaların en büyüğü bu şirket toplumsallığıysa, bununla uzlaşmayacak noktalar bulmak, buraları görünür ve herkes tarafından yapılabilir kılmak konusunda daha kararlı olmak gerekiyor. Bütün bunlar büyük laflar geliyorsa daha somut bir şey: Praksis’in yeni albümüne destek olmakla başlanabilir.