Dünya nasıl olursa olsun, ülke ne hale gelirse gelsin bu debdebenin, bu gericiliğin katran gibi bulaştığı gündelik hayatların içinden birileri insanlığın yükünü cılız omuzlarına vurup kendini dağlara vuracak, okyanus dalgalarıyla hesaplaşacak “Yazdıkça yalnızlaştım yalnızlaştıkça yazdım.” Herkesin hayatının bir paradoksu varsa Aslı Erdoğan’ınki de buydu galiba. Yalnız Aslı Erdoğan mı, yaşadığı küçük İsviçre köyünden Alplerin sarp, […]
Dünya nasıl olursa olsun, ülke ne hale gelirse gelsin bu debdebenin, bu gericiliğin katran gibi bulaştığı gündelik hayatların içinden birileri insanlığın yükünü cılız omuzlarına vurup kendini dağlara vuracak, okyanus dalgalarıyla hesaplaşacak
“Yazdıkça yalnızlaştım yalnızlaştıkça yazdım.” Herkesin hayatının bir paradoksu varsa Aslı Erdoğan’ınki de buydu galiba. Yalnız Aslı Erdoğan mı, yaşadığı küçük İsviçre köyünden Alplerin sarp, karlı zirvelerine bakan, her yeni güne sırtındaki insanlığın yükünü bir sisphos gibi o sarp zirvelere çıkarıp indiren Nietzche’nin, Küba kıyılarından her gün binlerce kölenin gemilerde açlıktan, hastalıktan kırıldığı, yüzlercesinin derin sularına gömüldüğü Atlantik’in büyük dalgalarına bakan Hemingway’in, Melville’in, kendi ülkesinden daha da önemlisi dilinden sürgün edilmiş Mehmed Uzun’un, Zweig’in dev ağaç kümelerine, sarp dağlara, Avrupa metropollerinin büyük kalabalıklarına bakarken hep omuzlarında, yüreklerinde hissettiği bu ağır yük yalnızlığın yüküydü. Yazmanın, okumanın sizi götürdüğü yolun bir ucu eninde sonunda yalnızlığa çıkar. Ya da tersi. Büyük kalabalıklarla görkemli imza günleri yapan, televizyonlarda çıkıp konuşan yazarlar için de, mütevazı bir okur kitlesi olanlar için de, yazdıklarını hiç yayımlama şansı bulamamış olanlar için de aynıdır bu durum. Zamanla o kavga ettiğiniz, sizi sakat bıraktığını, zavallılaştırdığını sandığınız küçük yalnızlığınız sizin biricikliğiniz oluverir bebeklerin vücutlarında kalan doğum lekeleri gibi.
İşte büyük kalabalıkların diliyle konuşanların, o kalabalıkların büyüklüğüyle büyüdüğünü zannedip kendi yüzüne bakamayanların korktukları, uykularını kaçıran, yalnızlıklarıyla yaşamaya alışmış küçücük insanların o biriciklikleri, o yalınlıkları, o ayrıksılıklarıdır. Kalabalıklar büyüdükçe bütün o insanı birey yapan ayrıksılıklar, arızalar, eksiklikler kaybolur. İnsan kümeleri büyük balıkların bir süzgeç darbesiyle bir o yana bir bu yana savrulan sardalya sürülerine ya da göç mevsimlerinde yüzlercesi bir anda kalkıp bir anda inen kuş sürülerine döner. Bireyselliğin kaybolduğu, bireyin o kalabalığa sokuldukça kendini güvende hissettiği bir irade yitimidir aslında bu. Buradan bir yalnızlık güzellemesi yaptığım anlaşılmasın, özgürlük diye, eşitlik diye, dayanışma diye diye kıyama durmuş büyük kalabalıkların bir yerlerinde olmak, hep bir ağızdan bunları haykırmak hepimizin içinde sıcak tuttuğu bir umut, bir özlem. Ama modern bir toplum tahayyülünün tam da bireyi bu arızaları, eksiklikleri ile birlikte büyük kurumlara, organizasyonlara hatta devletin kendisine karşı korumak üzere bir hukuk düzeni, yasalar ve kurumlar toplamı olması gerekliliği unutulmasın. Nazım’ın dediği üzere “Bir ağaç gibi tek ve hür/ ve bir orman gibi kardeşçesine.”
Yazan insanın yalnızlaşması başlangıçta onu hırpalayan, buhranlara iten, yüreğinde gittikçe büyüyen bir sancıyken, zamanla barıştığı, beraber yaşamaya alıştığı giderek kendi biricikliğinin, bütün arıza ve aksaklıklarıyla biricikliğinin ifade bulduğu bir mikro-kozmos haline gelir. Okur da bu insanı insan yapan arızaları, aksaklıklar üzerinden yazarla, dünyayla kendisiyle bağ kurar, kendisini ve başkalarını sevmeyi, kabullenmeyi öğrenir. Edebiyatın, felsefenin, yazının evrenine girdikçe kalabalıklardan, genel-geçer değerlerden, güncelin sığlığından uzaklaşıp başka bir iklimde kendisiyle ve onu birey yapan olgularla karşı karşıya gelir. Aslı Erdoğan’ın yazarlık serüvenine yakından baktığımızda onu yazmaya götüren ayrıksılığının, yalnızlığının ve kendini içine kapatan yoksunluklarının, arızalarının zamanla nasıl alamet-i farikası haline geldiğini görürsünüz. Öykülerine, romanlarına yansıyan Aslı Erdoğan çelimsiz, pek de güzel sayılmayacak, girdiği ortamlarda öne çıkamayan, dikkat çekemeyen, içine kapalı, çabuk sıkılan, konuşmayı sevmeyen pek de becerikli sayılamayacak bir figür. Sıcaktan bunalıyor, açlığa dayanamıyor, sigarasız duramıyor vs. vs. Ama kendisini Aslı Erdoğan yapan bütün bu arızalarıyla öylesine yalın, öylesine içten hesaplaşıyor ki, işte onu iyi yazar yapan bu. Kendi hayatının en yakası açılmadık yerlerine, mesela cinselliğine bile, işkence olgusuna bile bu yalınlık ve samimiyetle dalıyor, cesaretle hesaplaşıyor. Bula bula bu çelimsiz, sessiz kızcağızı mı buldunuz tutuklayacak diye düşünüyor insan ama totaliter bir kafanın uykularını kaçıracak bir cesaret değil mi bu? Hele ki bir halkın, aynı kendisi gibi çelimsiz, içine kapalı, kendini ifade imkanı bulamayan bir halkın/halkların acısına değince… Bir zenci asla bir zenci değildir Aslı Erdoğan’ın dünyasında, Kürt kürt, Çingene çingene, Hispanik hispanik değildir. Kırık dişleriyle, kurumuş elleriyle, yağlı saçlarıyla, cahillikleriyle, hoyratlıklarıyla yoksulluklarıyla vücut bulurlar bütün bu ötekiler. Ama onları oldukları gibi severiz. Ataları köle olan bir zencinin Anglo-Saxon bir Amerikalı ile, bir Türk’ün bir diaspora Ermenisi ile, Kürt bir gerilla kızın Ege’nin köylüklerinden gelmiş bir asker delikanlıyla göz hizasında karşı karşıya gelebileceği, hasb-ı hal edebileceği yer kitaplar değil midir? Bundan korkuyorlar işte, tekilliklerimizden, sevgili yalnızlıklarımızdan, arızalarımızdan korkuyorlar ki korksunlar. Kürtlerin, Alevilerin, sığınmacıların, emekçilerin, yoksulların, bu toprakların bütün renklerinin devlet gözlükleriyle dünyaya bakmasını, resmi argümanlarla düşünmesini, tepki vermesini istiyorlar. Hatta kendi küçük çıkarları için halkın sokaklara dökülmesini, savaşlarda ölmesini… Bu arızalarımız, çatlak seslerimiz, ayrıksılıklarımız bu yüzden önemli. İnsanı insanlığından eden, aydınlığa, barışa, felsefeye, sanata, insanlığa düşman bu faşist heyulaya gelecek yüksek tonda bir itiraz, bu tekillikleriden, bu arızalardan kozasını örüp büyüyecek, kanatlanacak.
Şimdi yaşadığım gerçeklerden farklı olan kendi gerçeğim, derin bir uykuda olan Doğu, karanlıklara doğru çekilmiş İslam alemi, sert, haşin aşiret geleneği, acımasız ve saldırgan bir totaliter rejim, anti-demokratik değer yargıları, yaratıcılıktan uzak, dar, izole ve bölünmüş bir dünya, yasaklanmış dil ve kimlik, yaşanan acılar, yok olan özlemlerin burukluğu, hayatın ayrılmaz bir parçası olan çaresizlik, totaliter bir rejimin ayrılmaz parçası olan sansür, engel, yargılama, hapishane, sürgün ve sürgünlüğün yarattığı yabancılık, keder, eziklik, hasret (…) Satie’nin müziğiyle Kürt aşiretlerinin destanları nerelerde buluşabilirdi? Proust’un Joyce’un yoğun bir yaratıcılıkla kurulmuş görkemli üslubu ve anlatı tekniğiyle Kürt dengbejlerinin insanda hiç bitmeyecekmiş duygusu uyandıran doğal ve sade sözlü anlatıları nasıl birleştirilebilirdi? Mann, Benjamin, Adorno’nun estetiği, doğulu bir modern anlatıyla nasıl bütünleştirilebilirdi? Batının felsefe geleneği Doğu kültür mirasının neresindeydi, neresine yerleştirilebilirdi? Yazar olmaya karar vermiş ancak kendi cehaletinin farkında olan, Batı’daki hayatıyla yenilenmesinin zorunlu olduğunu bilen Doğulu, sürgün bir gencin, tüm o mutluluğu ve heyecanı yaşarken, ruhunda şekillenen sorular bunlardı işte.
(…)
Bu gün Türkiye’de yayınlanan “Aşk gibi aydınlık- Ölüm gibi karanlık romanım tam da bu kaygıyla, bu soruya roman sanatı olarak cevap verebilmek için yazdığım bir roman. Ama bu kaygılar, bu sorular ve cevap verebilmek için harcanan bunca emek ve çaba DGM savcılarının sorunu değil, onların sorunu romanın sayfaları arasında “terörist, bölücü” bulmak! Edebi kaygı ve çabayı anlamak değil, yargılamak, cezalandırmak, binbir güçlükle yaratılmış eseri yok etmek!
(Mehmed Uzun- Ruhun Gökkuşağı sf. 78- 79)
Mehmed Uzun, 2001 yılında İsviçre’de iken yayıncısından aldığı bir telefonla öğrendiği, hakkında açılan dava üzerine günlüğüne yazıyor yukarıda alıntıladığım bu uzunca paragrafı. O tarihlerde, yine Fransa’da “Ermeni Soykırımı” yasası parlamentoda tartışılırken yaygın medya kanalları, dünyaya bu konuda ayar veren Harvard’lı, Sorbonne’lu genç kızları, genç çocukları çıkarıyordu ana haber bültenlerine, tartışma programlarına. Yine sonradan sonradan AKP iktidarını pekiştirdikçe gazetelerin, dergilerin köşelerini Wallerstein’dan, Horkheimer’dan, Adorno’dan dem vuran başörtülü kızlar, imam hatipli oğlanlar kaplamaya başladı. Devletin kafasıyla dünyaya ayar vermek serbest, modern batılı düşünceden İslam’a doğru giden yollar hep açık. Ama Türkiye’nin, batının görkemli üniversitelerinden çıkmış, bütün dünyanın merakla izlediği akademilerde, enstitülerde çalışmalar yapmış bir yazarın yazınının onu getirdiği yol beyaz başörtülü bir cumartesi annesinin yanına çıkarsa, bütün önyargıların ötesinde oğlunu kaybetmiş bir anneyi anlamaya çalışırsa aman! Gettolardaki, varoşlardaki kaçak göçmenlerin, sığınmacıların dünyalarına bakmaya çalışırsa haşa! Tıkın hemen içeri.
Karanlık bir İslam gericiliği, koyu bir milliyetçilik, kendini sevme hastalığı, dünyadaki ve ülkedeki bütün farklılıklara bir tepeden bakma, bir küçümseme… Yıllardır devlet kafasının bu ülkede yaşayan insanların kafasına zorla, cebirle sokmaya çalıştığı her ne kadar AKP iktidarıyla tam karşılığını bulsa da aslında belki de yüz yıldan fazladır üstümüze geçirmeye çalıştıkları elbise bu. Bu yüzden tekilliklerimiz, yalnızlıklarımız, bütün o genel- geçer sığ değerlerin ötesine geçip hayata, insana başka gözlerle bakma çabalarımız önemli.
İşyerlerimizde, okullarımızda, sokaklarımızda bize dayatılmaya çalışılan hayata karşı cılız itirazlarımız, çatlak seslerimiz, ayrıksı duruşlarımız önemli. Bütün bu ayrıksılıklarımız birbirine değdikçe, yalnızlıklarımız birbirine değdikçe tekilliklerimiz de rengarenk çoğulluklara dönüşecek. Dünya nasıl olursa olsun, ülke ne hale gelirse gelsin bu debdebenin, bu gericiliğin katran gibi bulaştığı gündelik hayatların içinden birileri insanlığın yükünü cılız omuzlarına vurup kendini dağlara vuracak, okyanus dalgalarıyla hesaplaşacak. Bundandır içimizdeki umudun sımsıcak durması, bundandır sokaklardaki cılız bağırtılarımız, inatla yazmak, okumak sevdamız. Korkun tekilliklerimizden!
ozgurderya@gmail.com