Baskıcı ve dikta eğilimindeki iktidarlara karşı, öngörülen hukuki yolların tükenmesi durumunda özgürlüklerin korunmasının son ve biricik yolu olarak “direnme hakkı”, istisna halini ve olağanüstü durumu kalıcılaştıran ve “normal” bir hukuk rejimi olarak yürürlük kazandıran bir siyasal rejimde yeni bir anlama bürünmelidir Olağanüstü Hal ilanı ve ardından çıkarılan Kanun Hükmünde Kararname hükümleri ile öngörülen “önlemler”, eğer […]
Baskıcı ve dikta eğilimindeki iktidarlara karşı, öngörülen hukuki yolların tükenmesi durumunda özgürlüklerin korunmasının son ve biricik yolu olarak “direnme hakkı”, istisna halini ve olağanüstü durumu kalıcılaştıran ve “normal” bir hukuk rejimi olarak yürürlük kazandıran bir siyasal rejimde yeni bir anlama bürünmelidir
Olağanüstü Hal ilanı ve ardından çıkarılan Kanun Hükmünde Kararname hükümleri ile öngörülen “önlemler”, eğer yalnızca “Ne istediler de vermedik?” sorusuna muhatap örgütlenmeye ilişkin olsaydı, “hukukun egemenler arasındaki iktidar savaşında araçsallaştırılması”ndan bahsedilebilirdi. Ne var ki gerek OHAL’in amacı ve yürürlük süresi, gerekse de KHK’nin kapsamı ve yürütmeye verdiği olağanüstü yetki ve olanaklar, “düşman” olarak nitelenecek başkaca tüm toplumsal kesimlere de uygulanabilecek cinstendir. Bu konudaki “karar”ın ne olacağı, önümüzdeki günlerde görülecektir.
Durum, şu biçimde de ifade edilebilir: “Normal” hukuk düzeni içerisinde öngörülen ve Terörle Mücadele yasaları ve Olağanüstü Hal Rejimi başta olmak üzere, “istisnai” hal ve durumlarda uygulanacağı farz edilen hukuksal rejim, temel hak ve özgürlüklerin askıya alınması üzerine kuruludur. Olağan hukukun içerisine yerleştirilmiş olan bu olağan dışı ama sürekli hukuk çerçevesi, olağanüstü/ istisnai halin varlığına ve bu durumun hedeflediği amaca ilişkin verilen bir “karar”la yürürlük kazanır. Bu karar, güç ve yetki sahibi muktedirlerce alınır. Öyle olduğu için, gerek olağanüstü halin varlığına, gerekse de hedeflenen “düşman”a ilişkin tüm saptamalar, açıkça “izafi” bir nitelik taşırlar. “İzafilik” çok karakterlidir: “Karar vericiler”in kararları kısa zaman dilimlerinde değişebilir, kısa zaman dilimleri içerisinde “karar vericiler” de değişebilir, tanımlanan “düşman” değişebilir, olağanüstü hukuk çok farklı toplumsal kesimleri hedef alabilir, bugünün “karar vericileri”, yarının “düşman”ı haline gelebilir, aynı yaptırımların muhatabı olabilirler. Hukuki öngörülebilirlik ve güvenlik yok olur, hukuka yüklenebilecek tüm olumlu anlamlar (adalet, hak ve özgürlükleri korumak vs.) hızla tükenir, yitirilir.
Normal hukuk rejimi içerisindeki olağanüstü hukuk alanları ve rejimleri, her koşulda “karar vericilerin elindeki sopa” işlevi görür: Bu alan, her türlü hak ve özgürlük arayışına kapalıdır. Amacı, “düşman”ın en çabuk ve etkili biçimde imha edilmesidir. Hukuk, bu amaçla araçsallaştırılır. Bir başka ifadeyle hukuksal araçlar, “düşmanla mücadele”ye odaklanır, bunu gerçekleştirme amacına özgülenirler. Bu nedenle, ceza yargılaması pozitif-toplumsal anlamını (maddi gerçeği ortaya çıkarma) yitirir, en dar anlamıyla siyasal alanın bir parçası- türevi haline gelir, aynı zamanda siyasal olanın yeniden belirlenmesi ve örgütlenmesi amacına hizmet eder. Bu nedenle, fiille fail arasındaki ilişkiyi değil, “hedef”i ortadan kaldırmayı temel alan, her türden kötü muamele ve işkenceye kapı aralayan, ceza yargılamasının hukuksal özerkliğini sıfıra indiren soruşturma ve kovuşturma süreçleri varlık kazanır, uygulama alanı bulur.
Olağan hukuk içerisinde kalıcılaşmış olağanüstü hukuk rejimleri, sürekli bir yönetme krizinin varlığını gösterdikleri gibi, bu krizin de derinleşmesi ve süreklileşmesinden başka bir sonuç sağlamazlar. Bu rejimin yarattığı sarmal, uzun vadede hukuk alanının toplumsal meşruiyetini ortadan kaldırır. Rejim, toplumcu-ilerici taleplere sahip sınıf ve gruplara sürekli bir normalite biçiminde uygulanır ve yönetme krizinin açıkça kristalize olduğu bir alan olarak ortaya çıkar.
Olağanüstü hukuk rejimleri, tam da yukarıda belirtilen nitelikleri dolayısıyla, muktedirlerin kendi aralarındaki siyasal mücadelede işlevlenmeye de uygundurlar. Bugün örneğini yaşadığımız durum, bir yandan “sopayı elinde tutan”ın, olağanüstü hukuk rejimi araçlarını kullanarak (terörle mücadele ve OHAL ilanı) “yönetebilme” durumunu tesis etme çabasını gösterirken, öte yandan genel bir “yönetememe” halinin, artık sürdürülemez bir kriz olarak giderek derinleştiğini ortaya koymaktadır.
Tarihin eski dönemlerinden itibaren, ama özellikle 18. yüzyıldan başlayarak ortaya çıkan temel hak ve özgürlüklere ilişkin evrensel metinlerde, hak ve özgürlüklerin “direnme hakkı” yoluyla korunması düşüncesi kabul edilir. Baskıcı ve dikta eğilimindeki iktidarlara karşı, öngörülen hukuki yolların tükenmesi durumunda özgürlüklerin korunmasının son ve biricik yolu olarak “direnme hakkı”, istisna halini ve olağanüstü durumu kalıcılaştıran ve “normal” bir hukuk rejimi olarak yürürlük kazandıran bir siyasal rejimde yeni bir anlama bürünmelidir: Hak ve özgürlükleri sürekli biçimde askıya alan, ceza soruşturması ve kovuşturmasını “hak ihlali” temelinde örgütleyen, toplumun ilerici istem ve taleplerini “sürekli bir olağanüstü hal” uygulaması ile karşılayan bir siyasal rejime karşı, “direnme hakkı”, akan tarihin bir anında değil, her anında yeniden ve yeniden üretilerek varlığına kavuşmalı, demokratik ve özgür bir ülkenin inşasının temel ve sürekli bir pratiği olarak anlam bulmalıdır.