Yaklaşık bir hafta sonra, son zamanlarda IŞİD terörüyle defalarca sarsılmış ve şu anda sokaklarında grevdeki işçilerin eylemine tanık olduğumuz Fransa’da başlayacak Euro 2016. “Milli” futbol topu dönmeye başlayacak, biz bir müddet daha kirli savaşta ölen gençleri, Kilis’e düşen roketleri, Reza’nın milyon dolar rüşvetlerini, kadın katliamlarını, çocuklara tecavüz haberlerini unutacağız Televizyona bakan bir çocuğun yüzü beni […]
Yaklaşık bir hafta sonra, son zamanlarda IŞİD terörüyle defalarca sarsılmış ve şu anda sokaklarında grevdeki işçilerin eylemine tanık olduğumuz Fransa’da başlayacak Euro 2016. “Milli” futbol topu dönmeye başlayacak, biz bir müddet daha kirli savaşta ölen gençleri, Kilis’e düşen roketleri, Reza’nın milyon dolar rüşvetlerini, kadın katliamlarını, çocuklara tecavüz haberlerini unutacağız
Televizyona bakan bir çocuğun yüzü beni korkutuyor.
Daha doğrusu, küçük ya da büyük, televizyona bakan herkesin yüzü beni korkutuyor;
totemin karşısında hareketsiz, pasif ama çocuklarda beni daha çok etkiliyor.
Yarı açık ağız, hipnotize gözler:
Onunla konuştuğunda seni duymuyor; dokunduğunda fark etmiyor.
Trans halinde, uyumuyor ama uyanık da değil;
seri olarak, üretilmiş heyecanları tüketiyor.”
Eduardo Galeano
’90’lı yılların başlarında, bu ülkenin batısında çocuk olanların henüz aklının eremediği bazı şeyler vardı. Televizyonların Kürt illerinde ve dağlarında yaşanan kirli savaşla alakalı bol bol yalanlarla milliyetçilik pompaladığı yıllardı. Özel televizyonlar yeni yeni yayınlarına başlıyor, yalan yarışında devletin TRT’sini geride bırakıyordu. Faili meçhul cinayetlerin olduğu, JİTEM’in Kürt coğrafyasında işkence ve katliam yaptığı dönemde, oğlunu askerde ziyaret eden gözü yaşlı annelerin anlatıldığı Mehmetçik programları revaçta idi. Biz çocukların ise bu ortamda sokakta oynarken kutsadığımız olgulardan birisiydi askerlik ve milli takım. Çocukluk düşlerimiz de bizlere, televizyonlardan öğrendiğimiz kadarıyla “kahramanlık” yolunun ancak ve ancak askerlikten ve milli takımdan geçtiğini gösteriyordu.
Kimi ülkelerin aksine bizdeki milli takım anlayışı; ülkedeki yoksulluğu, adaletsizliği, hırsızlığı, faşizmi, milliyetçiliği besleyen cila kıvamındaydı. Nasıl olmasın ki? Çocuk yaşımızda elimize aldığımız coğrafya kitabında bile, “Komşularımızı Tanıyalım” bölümünde tüm komşuların “ülkemiz” üzerinde gizli emellerinin olduğu anlatılırdı. Tarih kitaplarının içeriğini saymıyorum bile. İşte bu “ahval ve şerait” içinde milli takım, egemen ideolojinin hüküm sürdüğü, burjuvazinin her anlamda kutsadığı unsurların toplamıydı.
Milli maç önceleri askerli-milli futbolculu bol miktarda pop-arabesk-fantezi müzik karışımı klipler yayınlanır, milli maçın “heyecanını” tüm ülke derinden yaşardı. Mustafa Yıldızdoğan’ın “Irmağının akışına öldüğü” ama onu dinleyen güruhun ırmaklara HES yapılmasını umursamadığı türden bir sevgi gösterisiydi. Mithat Körler’in tüm şehirleri tek tek sayarak Türkiye’ye nasıl “aşık” olduğunu anlattığı, adının geçmediği şehirlerin alındığı evladiyelik “Aşığım Sana Türkiye’m” şarkısı hâlâ aklımdadır. Şarkının sözlerini yazıp size zulmetmeyeceğim. Üstüne bir de rakip Ermenistan, Yunanistan ise varın siz hesap edin milliyetçiliğin boyutunu.
Aynı yıllarda Kürtler de çift çanakla tanışıyordu; Batı medyasından doğru ve tarafsız haberleri alamayan Kürtler, Avrupa’da yaşayan Kürtlerin girişimiyle kurulan kanalları takip ederek yalan ve inkar politikasına karşı duruyorlardı. Kürtlerin sesinin yükseldiği yıllarda, Türkiye Milli Takımı’nın Avrupa’da oynadığı maçlarda sahaya girip, yaşanan savaşa dikkat çeken eylemlerin sayısı da az değildi. Bu gibi durumlarda TV’de maçı anlatan spikerin eli ayağına dolaşır ve neredeyse İstiklal Marşı’nı okuyacak kıvama gelirdi.
Tüm bunların ortasında, tarihinde ilk defa Avrupa Şampiyonası’na katılıyordu milli takım. Euro ’96 Panini albümü için bakkal önünde futbolcu çıkartması biriktirip albümü tamamlamaya çalışıyorduk tüm çocuklar gibi. Ülkede o esnada zamlar peş peşe gelirdi, tüm reklamlar milli takıma endeksliydi. Reklamlarda “milli takıma başarılar” demeyen markalar belki de “hain” ilan edilecekti. En çok akılda kalan da Tadelle reklamıydı. “Türkiye bu tadı seviyor” diye akıllara kazınmıştı. Gerçekten “sevdiğimiz tat” neydi bilmiyoruz. Yapılan zamlar, ırkçılık, milliyetçilik, faşizm, katliamlar, faili meçhul cinayetler, Susurluk kazası, Mehmet Ağar’lı Tansu Çiller’li derin devlet örgütlenmeleri, İstanbul’da RTE’nin belediye başkanlığı dönemi, Erbakan’ın kayıp trilyonları, Aczmendi zikir görüntüleri, “laikliğin” bekçisi TSK, 28 Şubat ve 90’lı yıllara dair en çok hatırladığım futbol-magazin programı TELEVOLE; hepsi o zamanki Türkiye’nin zehirli “tat”larıydı.
Yıllar geçti, bazı şeyler hala değişmedi. Değişen; paranın daha da büyümesi oldu. Vatan-millet-Sakarya üçgeni asgari ücretle çalışan milyonları, aylık 300.000 avro maaş alan “İmparator” Fatih Terim’in “milli” heyecanı ortaklaştırdı.
En son katıldığımız Avrupa Şampiyonası Euro 2008 idi. O dönemde öğrenciydim ve yazın bir otelde çalışıyordum. Otelin sahibi tüm personele giymesi için bir tişört yaptırdı. Tişörtte Euro 2008’e atıfta bulunarak “Siz hiç Osmanlı tokadı yediniz mi?” denilmeye çalışarak, saçma sapan bir İngilizce ile “Have you ever eaten Osmanlı slap?” yazıyordu. Düşünün, adam turizm işi yapıyor, bir oteli var, bir sürü Avrupalı turist gelmiş, onlara bu tişörtle mesaj verip kendince “mizah” yaptığına inanıyordu. Tişörtü giymeyi reddettim ve doğal olarak ertesi gün kovuldum. Şimdi bu patronla benim ortak sevincim nasıl olabilir? Aynı milli takımın golüne nasıl sevinebiliriz?
Şimdilerde yeniden ülkece Euro 2016 “heyecanı” içerisindeyiz. Yaklaşık bir hafta sonra, son zamanlarda IŞİD terörüyle defalarca sarsılmış ve şu anda sokaklarında grevdeki işçilerin eylemine tanık olduğumuz Fransa’da başlayacak Euro 2016. “Milli” futbol topu dönmeye başlayacak, biz bir müddet daha kirli savaşta ölen gençleri, Kilis’e düşen roketleri, Reza’nın milyon dolar rüşvetlerini, kadın katliamlarını, çocuklara tecavüz haberlerini unutacağız.
Bu ülkede Saray’ın, Saray’ın dalkavuklarının, Koçların, Sabancıların, Ensar Vakfı’nı palazlayan Turkcell’in, Bilallerin, hırsızların, Binalilerin, Mehmet Ağar’ların, Neo Osmanlıcı savaş çığırtkanlarının milli takımı bizleri neden heyecanlandırsın? Üstelik bu milli takımı destekleyen büyük çoğunluğun stadyumda, Suruç ve Ankara katliamında hayatını kaybeden insanlarımız için yapılan saygı duruşunu nasıl ıslıkladıklarını utanarak ve kahrolarak izledik. Rakip takımın ulusal marşını da ıslıklamayı es geçmeyen bu zihniyetle nasıl bir ortaklık kurulabilir?
Sokaklarda Panini futbolcu kartlarıyla albüm tamamlamaya çalıştığımdan beri milli takımla ilgili bir aidiyet hissetmiyorum. İlla bir aitlik hissedeceksek, Nevzat Çelik’in “İtirazın iki şartı” şiirine kulak verelim. Zira heyecan yaratacak öteki çok şu hayatta…
çok olmadığımız kesin
çok olan tarafta değiliz
çok olan tarafta olmayacağız
Türkiye’de Kürt olacağız
Kürtlerde Ermeni
Ermenilerde Süryani
gidip Almanya’da Türk olacağız
Hollanda’da Surinamlı
Fransa’da Cezayirli
İran’da Azeri
Amerika’da zifiri zenci olacağız
çoğalan zencide mutlaka Kızılderili
İsrail’de Filistinli
köpeğin karşısında kedi
kedinin karşısında kuş olacağız
kuşun karşısında börtü böcek
hakemler hep karşı takımı tutacak
ve biz hep yedi kişiyle tamamlayacağız maçı
çiçeklerden kamelya olacağız
az kolumuzun tarafında
solda olacağız
bu itirazın ilk şartı
solda da az olacağız
devrimi çoğaltırken çünkü
bir başka devrime hızla azalacağız
bu da itirazın ikinci şartı!