Ölmediğimize utanmamız yetmiyormuş gibi memlekette umutlu olmak da utanç sebebi sanki… Sakal-bıyık meselesi gibi… Sağa bakıp umutsuzluğa kapılıyoruz, sola bakıp umutsuzluğa kapılıyoruz. Sağ, yarayı deşiyor, sol kabuğunu kaldırıyor. Sağdan yumruk yiyorsak soldan da sille geliyor. “Yatacak yeri yok” derler ya… Bizimki de o hesap. Umutlanacak yer yok. Düştüğümüz kuyunun dibi delik sanki. Yere vursak da […]
Ölmediğimize utanmamız yetmiyormuş gibi memlekette umutlu olmak da utanç sebebi sanki…
Sakal-bıyık meselesi gibi… Sağa bakıp umutsuzluğa kapılıyoruz, sola bakıp umutsuzluğa kapılıyoruz. Sağ, yarayı deşiyor, sol kabuğunu kaldırıyor. Sağdan yumruk yiyorsak soldan da sille geliyor.
“Yatacak yeri yok” derler ya… Bizimki de o hesap. Umutlanacak yer yok. Düştüğümüz kuyunun dibi delik sanki. Yere vursak da kurtulsak diye düşünüyoruz ama midemizin pırpırı hiç geçmiyor. Düşüyor ha düşüyoruz…
Yakın bir arkadaşım gözlerini kısarak “Nasıl bu kadar umutlu olabiliyorsun” diye sorduğunda beklediği şey sorunun ağırlığı karşısında utanarak, gözlerimi özür dilercesine yere indirmemdi. İndirdim.
Öyle ya, hele Ankara’da… Bombalardan seksek oynuyoruz adeta. Ya bir mitingde yürüyüşe başladığımız ya bir buluşmaya geç kaldığımız için kurtuluyoruz ölümden. Kırmızıda bekleyen serviste olabileceğimizi, o durakta yüzlerce sefer otobüs beklediğimizi çıkaramıyoruz düşüncemizden.
Ne var umutlu olacak… İşler mi iyi gidiyor sanki havalar mı düzeldi dostlar mı çok barış mı geldi…
…
Göz acısı başka acıya benzemez. Kolun acısa geçer dersin ama gözün acısa kolayına öyle diyemezsin. Göz acısı kör olacağın korkusunu da taşır içinde çünkü. Ya acısı geçer de körlüğü kalırsa arkada…
Umutsuzluk da göz acısına benzer. Kendisi geçer de çaresizliği kalırsa ya…
İşte, umutsuzluk çaresizlikle karışır hep. Göz acısının körlükle karıştığı gibi.
Hatta umutsuzluk aslında, en mümkünsüz şeydir hayatta.
Yalnız hissedebilir insan. Çaresiz, kırgın ve kızgın da. Umutsuz hissedemez asla.
Çünkü umutsuzluk mümkün bir şey değildir.
Neden?
Çünkü umut bir benzerinin daha varlığına inanmaktır. Bir benzerinin varlığını bilmek değil yalnızca, varlığına inanmaktır.
Biliyorum ki pek çokları var benim gibi. Benim gibi çalışan, benim gibi seven, benim gibi öfkelenen, benim gibi üzülen.
Bilmekle kalmıyor inanıyorum, benim gibi çalıştıklarına, benim gibi sevdiklerine, benim gibi öfkelendiklerine ve üzüldüklerine.
Biliyorum ki benim gibi bombalardan seken çok. İnanıyorum ki onlar da korktular benim gibi.
Biliyorum ki adalete inanlar var benim gibi, eşitliğe, barışa ve özgürlüğe.
Güçlüler bizi aynı şekilde ezdiklerinden hepimiz birbirimize benzeriz çünkü. Onlar bizi biz olduğumuz için değil onlar onlar olduğu için ezer, sömürür, kovar, öldürür. Onlar hep kendileriyken bize bizliği çok görür.
Siz hepiniz ayrı ve teksiniz, birbirinize benzemezsiniz derler. Bize, “herkesin acısı ve asılacağı bacağı kendine” diye seslenirler.
Kapat kapını, komşunu unut, işte kimseyle konuşma, okulda herkese düşman ol, barışı da sadece kendinden olanla barış. Eşitlik isteyecek olursan da tanrı katını bekle…
Niye komşuma, iş arkadaşıma, sıradaşıma, eşit olalım diyene, bana benzeyene değil de bizi ezene sömürüne kovana öldürene inanayım.
Niye kendime ve dahi kendim gibilere değil de onlara inanayım.
Yani gözüme, gözümle gördüğüme değil de gözüme çöp batıranlara, niye inanayım.
Biliyor ve inanıyorum ki bizim gibiler karınca onlar fil bizim ülkemizde ve de her yerde.
Evet, karıncalar yani bizimkiler pek akılsız bazen. Bizimkiler pek vurdumduymaz, bencil ve bana dokunmayan yılan diyorlar çoklukla. Bazen o çöpü gözüme batıran ve sonra kendi gözünü çöple karıştıran bizzat bizimkiler oluyor.
Lakin gözümü kendimden, kedim gibilerden, bizimkilerden ayırmak ve hep öbürlerine, onlara, sömüren ve öldürenlere bakmak asıl kör edecek olan.
Şimdi mesela Nazım. Mahpusluğunda onu hiç yalnız bırakmayan, ona yoldaşlığı dokunan biri var: Toprak… Nazım’ın oturduğunda “bu anda ne kavga ne hürriyet ne karım” dediği toprak.
O toprak bile kafi gelmiyor Nazım’a. Kendi söylüyor:
“Ve dışında bu saffın/toprak ve sen/bana kafi gelmiyorsunuz/Halbuki sen harikulade güzelsin/toprak sıcak ve güzeldir.”
“Dışında bu saffın”…
Evet, Nazım dönüp, “akrep gibisin” de diyor “kardeş”lerine, yani kendi gibilere…
Yani akrep gibisin demekle ondan umudu kesmek aynı şey değilmiş, oluyor. Yani kabahatin çoğunu ona yüklemek hakkımızmış ama “ağır ellerini toprağa basıp doğrulduklarında” bahtımızı değiştirecek olanın da “onlar” olduğunu bilmek, onlardan umut kesmemek de bizmişiz.
Tarihten öğrenip tarih yaratmaktır, işte bu. Evet, tarihi yapanlar ile yazanlar, şimdilik aynı olmayabilir. Olsun, bugün kazmanın sapını tutan eller bir gün o kalemi de ele geçirir.
İşte bu yüzden “umutsuz” insan aslında benzerlerini göremeyen, nereye bakacağını bilemeyen insandır. İnsan umutsuzluğu, birbirine benzeyenlerin çokluğundan mümkün değildir işte.
Bunca benzeri, bunca hemhali varken umutsuz olmaya çalışmak için verdiği korkunç çaba bile insanın isteyince neler yapabileceğini bize gösterir.
Ben benim gibilerin varlığına ve “birliğine” inanıyorum. O yüzden mutlu değil belki ama umutluyum.
Gözün acısını alan göz, aklın acısını alan sözdür. Gözü, sözü benim gibi milyonlara mı inanayım bir avuç kalmış canavara mı… Maviliklere mi inanayım, karalıklara mı…
Fillere mi inanayım, karıncalara mı…
Karıncalara inanıyorum. Maviliklere inanıyorum. Toprağa ve saffa inanıyorum. Gözünün acısını gözümde hissettiklerime ve gözünün gözüm gibi acıdığını bildiklerime inanıyorum.
Kendim gibilere, size, bize, bizimkilere inanıyorum.
Utanmıyorum, inanıyorum.