Tarih boyunca zorbalar yaklaşan sonlarını önceden fark etseler hem onların sonları hem de tarihin akışı daha farklı olur muydu? Elbette tarih böyle yorumlanamaz. Ancak kesin olan bir şey var ki mevcut sonlarını önceden görmeleri kirli iktidarlarını ancak bir süre daha uzatabilirdi. Zora dayalı hiçbir iktidarın halkın haklı ve meşru direnişi karşısında ilelebet dayanamayacağı muhakkak. Dünyada […]
Tarih boyunca zorbalar yaklaşan sonlarını önceden fark etseler hem onların sonları hem de tarihin akışı daha farklı olur muydu? Elbette tarih böyle yorumlanamaz. Ancak kesin olan bir şey var ki mevcut sonlarını önceden görmeleri kirli iktidarlarını ancak bir süre daha uzatabilirdi. Zora dayalı hiçbir iktidarın halkın haklı ve meşru direnişi karşısında ilelebet dayanamayacağı muhakkak. Dünyada da bizim topraklarda da bu böyle. Ne Dehak’ın zulmü ne Batista’nın işkence tezgahları onları yaşatmaya yetmedi.
Küba’dan kaçmak için uçağa binmeden yarım saat öncesine kadar bir baloda eğlenen Batista arkasındaki ABD desteğine rağmen Castro önderliğindeki gerilla direnişinin amansız mücadelesine yenildi. İdi Amin 13 Nisan 1979’da ülkesinden kaçtığında zindanlar muhalifleriyle doluydu. Kaddafi saklandığı bölgeyi değiştirirken yolunu kesen Fransız askerleri tarafından yakalanmadan birkaç ay önce Paris Elysees Sarayı’nın bahçesine kurduğu çadırında ağırlanmıştı. 2010 aralık ayında Tunus’ta insanlar sokağa döküldüğünde insan hakları ihlalleri, basın özgürlüğüne yönelik kısıtlamalar ve muhaliflere yönelik şiddete yaslanan Bin Ali iktidar ışıltısı tüm bu suçları örter sanıyordu. 14 Ocak 2011’de ülkeden kaçmak zorunda kaldı.
Sadece sonları değil daha birçok ortak yönleri vardı. Acımasızca şiddet uygularken hukuku tanımıyorlar ve kamu mallarını kendi malları sayıyorlardı. Devlet hazinesini kişisel servetlerinin bir parçası haline getirmişlerdi. Rüşvet kişisel servetlerini büyütmenin en kestirme yoluydu.
İçlerinde askeri darbelerle iktidarı ele geçirip böyle sürdürenler olduğu gibi seçimle iktidara gelmiş, diktatörlüğünü seçimlerle pekiştirerek sürdürenler de vardı. Ancak hepsinin sonu aynı oldu. Bu diktatörlerin kimi kendi halklarının mücadelesi ile kimi uluslararası güçlerin desteklediği yerli hareketler tarafından alaşağı edildi. Kimi bir hırsız gibi ülkesinden kaçtı, kimi kontrolden çıkmış bir öfkenin gazabına uğradı.
Bu yüzden ikinci kategoriye giren Tayyip Erdoğan’ın izlediği rota yeni değil. Erdoğan kurulduğu günden bu yana demokratikleşemeyen cumhuriyetin bir ürünü. Gangrenleşen mevcut sistem sorununun bir sonucu. Kötü kirli pespaye bir sonucu.
1960 askeri darbesi siyaseti dizayn ederken en köklü müdahalesini Demokrat Parti’de kümelenen yüzde ellinin üzerindeki oy potansiyelini programatik olarak birbirinin aynı sadece tabelaları farklı sağ siyasal partiler arasında bölüştürerek yaptı. Böylelikle seçmeni sağ siyaset üzerinden kontrol altında tutma yoluna gitti. Kısmen de başarılı oldu.
Bu nedenle 60 darbesinin bildirisini radyoda okuyan albay eskisi Alparslan Türkeş’in Adalet Partisi’ne davet edildiği halde bunu reddedip kısa süre önce katıldığı Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi’ni feshedip MHP’yi kurması bir tesadüf değildi. Yine 50’ler 60’larda Demokrat Parti ve Adalet Partisi’nde siyaset yapan “İslamcı” kadronun Necmettin Erbakan önderliğinde 26 Ocak 1970’te Milli Nizam Partisi’ni kurmaları bu siyaset dizaynının bir parçası olarak değerlendirilebilir.
Bugün AKP ve Erdoğan etrafında kümelenen yüzde elliyi aşan oyun 60 askeri darbesi ile parçalanan seçmen eğiliminin yeniden “hortlaması” olduğu açık. 60 darbesinin hesabını bozan tek unsur Kürt Özgürlük Hareketi’nin Kürdistan’da yarattığı iktidar karşıtı, tersinden siyasallaşma sürecidir. Bugün Erdoğan ve AKP’nin diktatörleşme eğilimleri önündeki en büyük gücün de Özgürlük Hareketi olduğu ortada. Öyle ki Erdoğan son olarak Kürdistan’da savaşan güçlerini kast ederek kumanya olarak, “gerekirse havyar gönderin” talimatı vermiş. Direnen halkı açlığa mahkum edilen Cizre’ye havyar göndererek savaşı kazanamayacak. Sonunu değiştirmeyecek ama Erdoğan savaşı kaybettiği Kürdistan’da artık havyardan bile medet umuyor.
Batı illerinde ise siyasal tercihleri askeri vesayet ve siyaset bezirganlarının kıskacında kalan kitlelerin demokrasi mücadelesi içine dahil edilmesi görünenden ve indirgemeci devrim teorilerinden çok daha ciddi bir mücadeleyi gerektiriyor. Hele Erdoğan ve AKP gibi hangi siyasal tabana yaslandığının fazlasıyla farkında olan bir otoriter kadro karşısında. Bu nedenle Erdoğan ve AKP iktidarının kendi içinden doğduğu krize dayalı dengeler nedeni ile devrileceğini, bölüneceğini ve yenileceğini düşünmek sadece ucuzculuk olur. Bu iktidarın konjonktürel olarak ters düştüğü uluslararası çevreler tarafından devrileceği hesapları ise yeni ve büyük hüsranların yaşanmasından başka hiçbir sona hizmet etmez.
Kürdistan’da sürmekte olan mücadele bu zorba kadronun halkların kendi örgütlü gücü ile alaşağı edilebileceğini göstermekle kalmadı açıkça kanıtladı. Siyasal olarak Kürdistan’da tamamen etkisiz hale gelen egemen iktidar varlığını ancak askeri zorla sağlamak durumunda bırakıldı. Öyle ki TSK Kürdistan’ı yeniden işgal edebilmek için bugün sürmekte olan bu yeni seferi başlattı. Bu örgütlü mücadelenin Batı metropollerine taşınması halkların ortak kurtuluşunun yegane fırsatı olarak görünüyor. Son derece haklı ve yerinde olan çevre mücadelelerini “sistem karşıtı bir halk hareketi” olarak adlandırıp kendi mecrasının dışında ele alarak onun arkasına gizlenip “devrim” planları yapmak sadece ucuz hayal olarak kalmaya mahkum görünüyor.
Evet Erdoğan ve AKP iktidarı yıkılacak. Bu kaçınılmaz. Ancak bu örgütlü halk mücadelesiyle inşa edilecek demokratik halk iktidarının kurulması ile mümkün olacak.