Hendekler arası “oyun”a, barikatlar arası “barış”a duran çocuklardı onlar. Kaldırıma bırakılmış balonlara ateşe dokunur gibi dokunan, balonların içinde bir bombayı hayal edenlerdi
Nur, Cudi, Yafes ve Sur mahallesinin her sokağında, hendekler arası “oyun”a, barikatlar arası “barış”a duran çocuklardı onlar. Her oyunun bitimine alkışlar ve ıslıklar eşliğinde “Bijî Berxwedana Cizre”leri ekleyenlerdi. “Beyaz”a işlenen renklerle “Barış güldürür, savaş öldürür. Barış istiyoruz” diyenlerdi. En ince ayrıntısına kadar çizilmiş zırhlı araçlarla devleti zulmünü resmedenlerdi. Güneş açmış, sular akmış resimlere “susuzluk olmasın”ı işleyenlerdi. Kaldırıma bırakılmış balonlara ateşe dokunur gibi dokunan, balonların içinde bir bombayı hayal edenlerdi…
İki hendek arası “oyun”a, iki barikat arası “barış”a duranlara, bakışlarında her daim gün ışığı taşıyanlara; çocuklara…
Ankara’dan Şırnak’a yol alan bir uçağın 24 ABC numaralı koltuklarında yan yana oturan, birbirini tanımayan ikisi erkek, biri kadın üç kişiydik. Pencere kenarına oturmuş, gittiğim coğrafyaya ait renkler taşıyan başımı pencereye yaslamıştım. Uçağın kalkış yapmasıyla birlikte karın boşluğundaki o tuhaf hissi atlattığını paylaşan gençler sohbete başladı:
Salih: Gardeşim, sen de mi askersin?
Serhat: Nerden anladın, tıraşımdan mı?
Salih: He ya tıraşından, bu tıraş olduktan sonra nerde olsak birbirimizi tanırız.
Serhat: Doğru diyon valla. Nerelisin sen?
Salih: Amasyalıyım ben. Sen?
Serhat: Cizreliyim.
Salih: Bayram ziyaretine mi gidiyon? Askerliğin nerde?
Serhat: He, bayrama gidiyom, askerliğim Adana. Senin askerlik nerde?
Salih: Acemiliğim Adana’ydı benim de. Şimdi buraya verdiler, Şırnak/Cizre’ye…
İşittiğim son cümleyle doğruldum ve hemen yanımda oturan Salih’e sordum.
Ben: Kulak misafiri oldum da, askerliğin Cizre’ye mi çıktı?
Salih: Evet abla, Cizre’ye çıktı. Aha bu gardeşim de oralıymış onunki de Adana’ya çıkmış; benim geldiğim yere. Aha ikimiz de askeriz. O Cizreli ama o da vatani görevini yapıyo. Gardeşi gardeşe düşman ettiler resmen. Anlamıyom ben bu nası dunya. Sen bayram ziyaretine mi gidiyon abla?
Ben: Yok, ben çocuklarla oynamaya, resim yapmaya, sohbet etmeye gidiyorum. Sen neden bayramı memlekette geçirmedin, bayram iznin yok mu?
Salih: Ne oyunu abla delirdin mi sen, savaş var. Savaşla oyun mu olur. Beni hemen çağırdılar, izin mizin yok.
Ben: Çocuklar işte, çocuklara gidiyorum. Korkuyor musun bu bölgede asker olmaktan?
Salih: Hayırlısı diyorum abla. Ama anamgile diyemedim, Adana’dan devam ediyom dedim. Buraya geleceğimi bilse kalbine inerdi, göndermezdi beni. Gerçi göndermese n’olcak, okumadık, paramız da yok, mecbur gelecektik.
Uçak iniş yaptı. Serhat, bayramımızı mübarek eyleyip aile ziyaretine gitti. Salih, hak helalliği isteyip kendisini alacak aracı beklemeye geçti. Bense evleri yakılan, bombalanan ve taranan çocuklarla oyun oynamaya gitmek üzere Cizre’ye yol alan bir dolmuşun ön koltuğuna oturdum.
Şoför: Hocam nerden geliyon, öğretmen misin?
Ben: Ankara’dan geliyorum abi, öğretmen değilim.
Şoför: Öğretmen olmayan oralardan buraya gelmez golay golay. Hatta onlar da gelmez de açlık yoksulluk işte… Ne için gelmişsin ayıp değilse?
Ben: Çocuklarla oynamaya geldim abi, beraber resim yapmaya.
Şoför: Hoş gelmişsin, başımız gözümüz üstüne. Baş tacısın. Ama işin zor valla, bizim çocuklar öyle oyun moyun pek bilmez. (Yoldan geçen zırhlı araçları göstererek) Ahan da hep bunlar yüzünden. Bak şunu görüyon mu? O delikler, sağ olsun hep bizim çocukların marifetidir. Ama şimdi bu TOMAları falan hep değiştirdiler, eskisi gibi değil; kasası geniş ve daha yüksek. Bizim eskileri de sizin oralara gönderiyolar. Yenileri hep bize, onlar da sağ olsunlar…
Yoldan geçen, saymakla bitmeyen zırhlı araçlara bakınca, aynası puslu dolmuşun kirli camından bulanık bir bakış düşürdüm sokaklara; Kobanê sınırı/ Kolik köyü…
Kolik köyüne giden yolları, oyun oynadığımız çocukları ve köy muhtarının evinde geçirdiğimiz günleri anımsadım… Geçilen her sokakta, yeni bir adrese işaret eden “Bu ev satılıktır” yazılı sıvası dökülmüş evleri, kapı önlerine park edilmiş zırhlı araçları, araçların altında kalmış çocuk ayakkabılarını. Dar sokakların uzandığı uzun caddeleri, cadde boyu direnişi simgeleyen adı Kobanê, adı Rojava, adı Suphi Nejat, adı Arîn olan çadır kentleri. Çadır önlerinde, hayal gücünü iktidara taşıyacak vakur, cesur ve hep gülen çocuklara gebe kadınları. Yeni doğmuş ve yine doğacak olan Arîn’leri, Suphi Nejat’ları, Berxwedan’ları ve Serhildan’ları. Eşlerini “heval” etmiş kadınları. Damlarına salçalar, duvarlarına biberler serilmiş evleri. Gündelik hayatın bir parçası olmuş, doğanın sesine karışmış silahları, bombaları. Seslerin hemen kenarında kışlık turşusunu, konservesini kuran kadınları. Biber tarlasına karışmış havan toplarını. Sofraları yerinden eden bombaları, göğe yükselen dumanları. Yıldızlara bakar gibi gökteki ateşi seyreden cepleri ekmek dolu çocukları. Okul bahçesinde oynanan oyunu kazanınca yükselen “Bijî Berxwedana Kobanê/YPG-J” seslerini. Her silah sesinde “ax” çeken kadınları, her bomba düşende midesi bulanan amcaları…
Mihnet dolu bir odanın ayazında örtünmediğimiz yorganı. Altımızdan çekilen zemini. Kurşun yağan köyden yükselen yardım çığlıklarını. “Baba uyan” seslerini. Yürekteki çarpıntıyı, içteki karışmayı, kabarmayı. Korkuyla karışık ağlamaklı bir duyguyu. Ne zaman sıkıldığı unutulan yumrukları. Konuştukça ağırlaşan dilleri. Sıkılmış diş aralarından düşen duaları. Savaşçısını silah sesinden tanıyanların düşenleri saymasını. Gece boyu çıldıran hayvanları. Tüm çekingenliğini yitirmiş olanların rahat uyunan uykulara çarptığı kapıları. Taş duvara yaslı, küçülmüş, itelenmiş bedenleri. Çıplak ayaklı kadınları. Baktıkça düşen, avuçlara gömülen yüzleri. Başını yitirmiş gölgelerin toprağa düşmesini. Zaman ve mekan yitimini. Izdırap, korku, dehşet ve yaşama arzusunun bitimini. Bütün bu olanlar içerisinde ‘büyümek’ isteyenleri. Geciken güne kurulmuş uzun, kalabalık sofralarda çatalından tutunmuş elleri ve güneşi doğuramayan sözcükleri, ”Kobanê gitti”leri…
Sonra, 134 gün sonra 26 Ocak’a düşen o direniş ve özgürlük dolu geceyi. Kadınların dillerinde zaferi müjdeleyen ‘bahar’ı. Yükseldikçe yükselen, zalimin zulmüne karşı yeniden doğan Kobanê’yi. “Ax Kobanê” diyen çocukların, “Kobanê cennettir” diyen amcaların dilindeki güzelliği. Gün ışığını bakışlarında taşıyanların doğurduğu güneşi ve güneşle yıkanan yüzleri…
Şoför: Hocam, seni nerde indireyim? Ben buradan Silopi’ye dönecem de…
Ben: Ha abi ben Mem-û Zîn Kültür Merkezi’ne gidecem de nerde ineyim?
Şoför: Dört yolda indireyim o zaman, inince aşağı doğru 150 metre yürüyecen hemen fırının yanında, unutursan sor oralarda, kime sorsan bilir.
Ben: Tamam abi, çok sağol, kolay gelsin…
Gösteri için İstanbul’dan gelen arkadaşım Cihan’la Mem-û Zîn Kültür Merkezi’nde buluşup, 1 haftalık programı yaptıktan sonra konaklayacağımız yere, Cudi Mahallesi’ne doğru yol aldık. Geçtiğimiz her sokakta aynı yüz ifadesi ve ses tonuyla aynı cümleydi işittiğimiz; “Ser çava, xer hatin”…Tüm mahalle gelişimizi hoş kılmış, baş üstü etmişti.
Silah sesleriyle ağırlaşan bir gece ve geciken gün; 24 Eylül. Bir ‘bayram’ sabahıydı Cizre’de. Nuri arkadaş eşliğinde çatışmanın en yoğun olduğu Nur mahallesinde çocuklara doğru yol alıyorduk.
Nuri: Hevala Xezal, hevale Cihan siz benim sağ yanımdan yürüyün, he?
Biz: Neden?
Nuri: T.C. şu tepeden vurdu bizi. Bayram falan demezler ateş ederler, belli olmaz. Siz misafirsiniz, size bir şey olmasın…
Hendeklerin kazıldığı, yüzlerce kum çuvalından, araçlardan, ev eşyalarından barikatların kurulduğu sokaklar, kapısında “Sivil savunma alanı, düşman giremez” yazılı yakılmış, yıkılmış, delik deşik edilmiş, taranmış evlere çıkıyordu. Taranmış bir evin önündeki kaldırım taşını gölge olması sebebiyle sahne yaptık. Tam oyuna başlayacaktık ki 17 yaşındaki Zeliha tuttu ellerimden ve anlatmaya başladı: “Biz böyle zulüm görmedik abla, hepimizi öldürmek istediler. İlk önce klimalarımızı vurdular. Cizre sıcaktır, bir evin hiçbir şeyi yoktur ama kliması vardır, bunu biliyorlardı. Sonra su depolarımızı vurdular. Klimadan akan suları içirdik kardeşlerimize, sonra o su bitince kuyulardan su çektik, o kötü mikroplu suyu içirdik. Sonra elektriğimizi kestiler. Bize zulüm ettiler abla. Evin içinde bile kafamızı kaldıramıyorduk. Dayımın oğlu Sait suları açmaya giderken vuruldu, kapımızın önüne düştü de çıkıp alamadık. Yasak kalktı, kapıya çıktık ve öyle korktuk ki herkes öldü de bir biz sağ kaldık sandık.”
Ellerim ellerinde terli, gözlerim gözlerinde yaşlı, öylece kaldım. Oturmam için bir minder uzattı Zeliha’nın annesi. Aklımda dönüp dolanan sonsuz bir cümleyle çöktüm o kaldırıma; “klima vurmak, su deposu vurmak, vurmak..!”
Zeliha: Abla, şeker kolonya!
Dilindeki cümleyle iklimi başka kılan Nuri ve Zeliha ve savaşın hemen kenarına düşmüş bir ’bayram’da dahi ‘misafir’ olduğu unutturulmayan bizler…
Biz: Haydi arkadaşlar oyuna!
Yükselen silah sesleri ve düşen bombalar eşliğinde, hazırlamış olduğumuz gösteriyi tamamladıktan sonra bir oyun oynamak istedik çocuklarla; adı çember. “Kim gelmek ister?” dedik, 9 yaşındaki Serhad koştu yanımıza. “Kollarını kaldır, ellerin kafandan uzak bir şekilde yumruk olsun, tamam mı Serhad?” dedik, “Tamam” dedi; fakat istemsiz bir şekilde ellerini açarak avuç içlerini arkadaşlarına döndü. Sonra kalabalıklaşarak yükselen bir ses; “Teslim olma Serhad, teslim olma..!” Oyun bitti.
Biz: Haydi arkadaşlar resim yapmaya!
Kaldırım taşlarına serildik uzunca ve kucak ettik “beyaz”ı rengârenk kalemler eşliğinde. Kimi “barış”ı çizdi bahar bahçe içinde, kimi devlet zulmünü… Resim bitti.
Bir elimizde şeker poşeti, diğer elimizde sosis balondan yaptığımız hayvanlar… Diğer mahallelere doğru yürümeye başladık. Geçtiğimiz her sokakta, gördüğümüz her çocuğa elimizdekilerle uzanmak istiyorduk. Her ne olursa olsun bugün çocuklar için ‘bayram’ diyorduk ki gaza boğuldu sokaklar. Geçen her zırhlı araç gaz atıyor, çocuklarsa ellerindeki oyuncak silahlardan havalandırdığı boncuk mermilerle karşılık veriyordu. Tam o anda; nefes alamadığımız gazın altında şaşkın bir gülüşe neden olan bir ses yükseldi: “Ço ço çoooo palyançoooo”…
Gaz dağılınca, dudağının hemen kenarında bir ‘gül’ taşıyan ağzı şekerli, bir eli balonlu, diğer eli silahlı çocuklar göründü göze. Garip bir tebessümle yürümeye devam ettik. Biraz uzağımızda, hendeklerin hemen kenarında kumla oynayan iki küçük kız çocuğunu fark ettik. Yaklaşıp elimizdeki şekeri ve balonu uzatınca anlayamadığımız bir korku belirdi yüzlerinde ve “İstemiyoruzzzz” diyerek kaçtılar. Biz adım attıkça daha da geriye düşüyordu adımları. Durduk ve seslendik: “Ama sadece şeker ve balon bu. Neden istemiyorsunuz?” Uzaktan bir soruyla yanıtladılar bizi: “O balonun, o balonun içinde ne var?”…
Kaldırım taşında terk edilen balonlar, ağırlaşan bir akıl, taş düşüren bir kalp ve yarım kalmış bir oyun…
Biz: Haydi oyuna!
Nur, Cudi, Yafes ve Sur mahallesinin her sokağında, hendekler arası “oyun”a, barikatlar arası “barış”a duran çocuklardı onlar. Her oyunun bitimine alkışlar ve ıslıklar eşliğinde “Bijî Berxwedana Cizre”leri ekleyenlerdi. “Beyaz”a işlenen renklerle “Barış güldürür, savaş öldürür. Barış istiyoruz” diyenlerdi. En ince ayrıntısına kadar çizilmiş zırhlı araçlarla devleti zulmünü resmedenlerdi. Güneş açmış, sular akmış resimlere “susuzluk olmasın”ı işleyenlerdi. Kaldırıma bırakılmış balonlara ateşe dokunur gibi dokunan, balonların içinde bir bombayı hayal edenlerdi…
Çocuk kahkahalarına karışan dualardı. Dualar eşliğinde ellerimize sarılan, avuç içlerimizden öpen analardı. “N’olur düşman bir daha saldırmasın”la göğe uzanan ellerdi. Bir bardak soğuk suda defalarca kez Cemile’yi hayal edenlerdi. Ellerinde kolonya şeker, cenazesine uzanamadığını anlatanlardı. Kapı önüne kurulmuş sofralarda yokluğu, yoksulluğu paylaşanlardı. Ve her şeye rağmen bakışlarında gün ışığı taşıyanlardı onlar. Sol yanındaki umutla, dilindeki ‘bahar’la güneşi doğuranlardı. “Tek bir kişi dahi kalsak terk etmeyeceğiz, direneceğiz ve biz kazanacağız” diyenlerdi…
Tarihselleşen bir zulüm ve tarihselleşen bir direniş… Dünyanın en güzel kelimeleri eşliğinde oyun son kez bitti.
Ve şimdi Kobanêden Cizre’ye, Cizre’den Silopi’ye, Silopi’den Sur’a, Sur’dan Silvan’a, Silvan’dan Derik’e, Derik’ten Nusaybin’e, Nusaybin’den Dargeçit’e zafer dolu, özgürlük dolu bir ‘yol’ uzanacak; düş değil, gerçek…
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.