Misal, şimdi Rakka’da ‘DNA çözüyorum’ derseniz kaç satır düşer payınıza Aziz Hocam? Kimdir peki şu kelle kesicilerin bölgedeki en sadık destekçisi? O sofraya baktınız mı hiç? Kan izlerini hiç fark etmediniz mi Allahaşkına? Naim Süleymanoğlu’nu hatırlayan var mı şimdi? Hani şu “Cep Herkülü” diye anılan dünya şampiyonu halterci? Artık iyice şişmanladı, sanırım bazı rahatsızlıkları da […]
Misal, şimdi Rakka’da ‘DNA çözüyorum’ derseniz kaç satır düşer payınıza Aziz Hocam? Kimdir peki şu kelle kesicilerin bölgedeki en sadık destekçisi? O sofraya baktınız mı hiç? Kan izlerini hiç fark etmediniz mi Allahaşkına?
Naim Süleymanoğlu’nu hatırlayan var mı şimdi? Hani şu “Cep Herkülü” diye anılan dünya şampiyonu halterci? Artık iyice şişmanladı, sanırım bazı rahatsızlıkları da var. Yeni kuşaklar pek bilmez; Naim, Bulgaristan’ın yetiştirdiği iyi bir halter sporcusuydu. 16 yaşında rekorlar kırmış, dünya şampiyonlukları elde etmişti. Sonra, 1986’da Özal’ın bir MİT operasyonuyla Türkiye’ye iltica etti ve “Türk sporcusu” oldu. Böylece, o güne kadar halterde dişe dokunur tek bir başarısı olmayan Türkiye, birdenbire başkasının yetiştirdiği bir sporcuyla dünya şampiyonalarında madalyadan madalyaya koşmaya başladı.
Ama işin en trajikomik yanı, Naim’in iltica ettikten sonra Türkiye’ye gelişiydi. Özal, bu olayı tam bir siyasi şova dönüştürmeyi başardı. Havaalanından itibaren Naim’i koltuğunun altına alan ve bakanlar kurulu toplantısına bile sokan Özal, bu işin epey bir ekmeğini yedi. Sonra Özal öldü, Naim yaşlandı, hikaye söndü gitti.
Aziz Sancar hocayı elbette ağırlık kaldırmaktan başka marifeti olmayan bir adamla kıyaslayacak değiliz; kendisinin yaptığı çalışmalar tartışma götürmez biçimde önemli, bunu biliyoruz. Ama siyasetle bilimin ilişkisi bakımından düşündüğümüzde söylenecek çok şey var. Yok, sanıldığı gibi Ülkü Ocakları üyeliğinden filan söz edecek değiliz. Geçmiş gitmiş onlar. MHP’nin ona bakıp yeni bir Ekmeleddin tasarlaması da komik ama önemli değil.
Asıl önemli olan, postmodern sürecin bize armağan ettiği bu yeni türden “bilim insanı olmayan teknolojik araştırmacı” tipinin bizzat kendisi. Sadece kendi dar alanıyla ilgilenen, dünyanın bütün diğer dertlerini umursamayan, muktedirler karşısında itiraz değil itaat konumunda olan, bilimin insana, doğaya kurda kuşa karşı yüklediği sorumluluğu laboratuvara kapanarak unutan bir insandan söz ediyoruz. Bu açıdan bakılınca, Saray’ın davetine icabet etmesi değil sorun; asıl sorun, “Cumhurbaşkanı çağırınca gitmemek olmaz” cümlesinde yatıyor. Çünkü bilim insanı, çağrıldığı yere giden insan değildir; zorunda da değildir. Krallar, imparatorlar, başkanların davetleri, ancak emir kulu memurlar için bir mecburiyettir. Ayrıca, bilim insanı, sofrasında oturduğu adama övgüler düzmek zorunda da değildir.
Gençlere “Yersiz sosyal ve politik kavgalara girmeyin, kendinizi matematik, fizik, biyoloji, mühendislik gibi konulara verin” gibi babaannemden kalma tavsiyelerde bulunan Aziz Hoca’nın asıl anlamadığı da bu zaten. Siyaset, o oturduğun sofradır aslında; o sofranın temsil ettiği anlamdır. Sen o sofrada otururken, Amed sokaklarında (en az senin kadar okuma ve bilim insanı olma hakkına sahip olan) gencecik iki çocuk kafasından kurşunlanıyorsa ve sofranın sahibi, “Son eve kadar temizleyeceğiz” diye gürlemeye devam ediyorsa, orada oturmak da siyasettir. Nobel ödülünü teslim edecek kadar güvendiğin Genelkurmay’ın şu sıralar Cizre’de tankla çocuk avlıyor olmasını görmezden gelmek de siyasettir. Can Dündar’a “geçmiş olsun” derken, onu hapseden adamın sofrasında oturup Dündar’ın hapse girmesine neden olan TIR’larda ne olduğunu merak etmemek de siyasettir.
Daha da önemlisi, gençlere “bilime sarılın” derken, sofra sahibinin 90 yıllık cumhuriyetin bilimi en çok katleden, eğitimi dinselleştirerek cemaatlerin av alanı haline getiren ve canı sıkıldıkça alanlarda öğretmen dövdüren bir şahsiyet olduğunu bilmemek de biraz ayıptır ama öğrenmemek kesinlikle çok çok ayıptır!
Naim’deki kaslar Aziz Hoca’da yok, kabul ama onun da kafası var ve o kafadan bir şeyler beklemek, hakkımız olsa gerek. “Beni bu memleket yetiştirdi” sözünün karşılığı, diktatörlere değil, memlekete hizmet değil midir?
Rivayettir, günahı boynuna Sultan Abdülhamit, Osmanlı’nın son döneminde yüz ağartan ünlü Plevne Kahramanı Gazi Osman Paşa’yı Cuma selamlıklarında yanına alırmış hep; halkın çok sevdiği bu kahraman askerin arabasında bulunmasının suikastçıları caydıracağını düşünürmüş. Ne yazık!
DNA çözücüsü Aziz Hoca’ya da yazık değil mi? Yarın, seçim otobüsüne de çıkarmazlar mı adamı?
Ve en önemli soru: Bilim bu mu? Bu kadar mı yani?