İki sözcüğü yani odayı ve başı toplarsanız, olur size Yılmaz Odabaşı. Gelin görün ki şairin odası ve başı toplanamayacak kadar darmadağın. Zaten birisinin başı dağınıksa aldığı kararlardan, hayatının yol haritasını belirleyecek seçimlere kadar her şey bundan etkilenir. Fırtınalı bir denizde yönünü yitirmiş kaptan gibi, gemisini ya batırır ya da kayalıklara sürükler, başı dağınık şairler. Özgür […]
İki sözcüğü yani odayı ve başı toplarsanız, olur size Yılmaz Odabaşı.
Gelin görün ki şairin odası ve başı toplanamayacak kadar darmadağın. Zaten birisinin başı dağınıksa aldığı kararlardan, hayatının yol haritasını belirleyecek seçimlere kadar her şey bundan etkilenir.
Fırtınalı bir denizde yönünü yitirmiş kaptan gibi, gemisini ya batırır ya da kayalıklara sürükler, başı dağınık şairler.
Özgür ruhlu şairimiz 1 Kasım seçimlerinin hemen ertesi günü ortaya çıkan tabloya tepki amacıyla Türkiye’yi terk ettiğini ve Fransa’ya yerleşme kararı aldığını açıklamış ve demiş ki:
‘’Yılgınlık yok. Ama 1970’lerden beri politik mücadele veren, 4 yıl cezaevinde yatmış bir şair olarak, benim böyle bir tepki göstermeye hakkım yok mu?’’
Var, kuşkusuz var.
Herkes düşünceleriyle uyuşmayan iktidara kafa göz yarmadan tepki gösterme, dilediği yerde ve dilediği biçimde yaşama hakkına sahip olmalıdır. Ama politik mücadele verdiğini, 4 yıl içerde yattığını övünerek söyleyen birisinin şairliğin de ötesinde, aydın olmanın sorumluluğunu üzerinde hissetmesi ve böylesi kritik bir süreçte ağzından çıkanı kulağının duyması gerekmez mi? İşte ağızla kulak arasındaki mesafe açıldıkça, ortaya böyle şeyler çıkıyor.
İktidarın 13 yıldır süren demokrasi dışı uygulamalarına, baskıyla harmanlanmış yönetim biçimine başından bu yana hayır diye yüzde 50’lik kitlenin son seçimlerde bir kez daha dibe vuran ruh halini, içini kavuran umutsuzluğunu, kıstırılmışlık duygusunu umuruna sallamadan, hatta alay edercesine Türkiye’yi terk ettim açıklaması, en hafifinden ayıp değilse, nedir? Gideceksen git kardeşim. Ama bunu böyle bir aşamada davul zurna eşliğinde, düğün bayram havasında duyurmanın akla mantığa, vicdana sığan bir yanı olabilir mi?
Fazıl Say’ın ‘’Onlar kazandı, ben ülkeyi terk ediyorum.’’ demesinin üzerinden 8 yıl geçti. Ünlü piyanist Türkiye’de yaşamaya, sanat hayatını burada sürdürmeye, üstüne üstlük muhalif duruşunu korumaya ve yazmaya devam ediyor. Vicdan, akıl sahibi kimsenin bir yere gittiği mittiği yok yani.
Şimdi hayatla şiiri birbirine bu kadar karıştırınca, yani gerçeklerle imgeleri mikserleyince yönünü epeyce şaşırmış şairimizin, ülkeyi terk etme kararının, en azından benim açımdan zerre kadar değerinin olmadığını hemen belirtmeliyim. Ama bu yazıyı da özünde, 1 Kasım’dan bu yana gözlediğim tabloyu tarihe not düşmek, görünürdeyse şairimizin sanki büyük iş başarmışçasına yaptığı açıklama bağlamında, yani aydın sorumluluğunun izini sürerek yazmalıyım.
Sanki 1980 darbesine giden süreçte Milliyetçi Cephe hükümetlerinin faşizan uygulamalarını bu ülke yaşamadı. O günlerde sarkık bıyıklılar ülkenin dört bir yanında katliamlar gerçekleştirirken ‘’Bana sağcılar adam öldürüyor dedirtemezsiniz.’’ diyen Demirel sanki Pakistan Başbakanı’ydı.
Şimdi Cumhuriyet Gazetesi’ne bakıyorum. Yaşları 80’lere dayanmış köşeli yazarlar koro halinde, 1 Kasım seçimlerinin kaybedenlerini anlatırmış gibi yapıp aslında kendi korkularını haykırıyorlar. Sanki korkuyla yeni tanışıyorlarmış gibi, sanki MC dönemini yaşamamışlar gibi, sanki beyaz toroslar hiç onların sokaklarından geçmemiş gibi, sanki 80 darbesi Hindistan’da yapılmış gibi.
1980 darbesi benim üniversite yıllarıma denk düşüyor. 11 eylül günü yani darbeden bir gün önce Kızılay’daydım. Meydanın dört bir yanında kutlama yaparcasına ses ve sis bombaları patlıyordu. İzmir Caddesi’ne çıkan köşede, Faik Türün’ün kolları iki yana açık yerleştirilmiş kuklasının üzerinde, armut biçiminde bombalar sallanıyordu. Çorum, Kahramanmaraş, Bahçelievler katliamları çoktan yapılmış, yani darbeye haklılık kazandıracak korku ve kaos unsuru dibine kadar kullanılmış, geriye sadece postallı, miğferli kurtarıcılarımızı coşkuyla karşılamak kalmıştı. İşte 11 eylül günü Kızılay’da gördüğüm ‘’coşkulu’’ tablo bunun ifadesiydi.
7 haziran seçimlerinden sonra 1 Kasım’a kadar geçen süre içerisinde gerçekleştirilen katliamların, 1980 öncesinde yaşadıklarımızla taşıdığı paralelliği belirtmeme bilmem gerek var mı? Hatta 1980 öncesi uygulanan senaryoların çok daha profesyonelce hazırlandığını söylemek bile mümkün. 10 yıla yaydırılmış sağ-sol çatışması altında uygulanan terör eylemlerinde korkutmaya, kabullendirmeye, boyun eğdirmeye odaklı kurgunun, insan zekâsını önemseyen bir yanı vardı. Darbeye giden süreçte kitleler 4 ayda değil 10 yılda ortaya çıkacak sonuca hazırlanmıştı.
7 haziranda 13 yılın ardından, tek başına iktidar olma yüzdesini kaybeden kadroların en yetkili ağızlarından ‘’Biz gittik istikrarsızlık başladı.’’ söylemlerini haklı kılacak, korku ve yılgınlık yaratmaya odaklı katliamların hangisi tesadüftür, inandırıcıdır, şaşırtıcıdır? Dağda PKK’nın, kentte IŞİD’ın gerçekleştirdiği katliamlar rastlantısal olamayacak kadar kör gözüm parmağına bir kurguydu. İnsanı aptal yerine koyan kötü, hatta çok kötü senaryolardı bunlar. 4 ay önce iktidarı kaybetmenize neden olan 5 milyon kayıp oyu, 4 ay sonra toptan geri alıyorsunuz. Hoop yeniden tek başınıza iktidarsınız. Alt yapısı 4 ay boyunca hazırlanmış gerekçeleriniz de çantada keklik: HDP terörün ortağı, koalisyona hayır diyen MHP’den bir halt olmaz. Bu iki argümanı 4 ay boyunca, arka planda katliam görüntüleri eşliğinde, askeri disiplin altında çalışan medyada binlerce, milyonlarca defa işliyorsunuz.
1 Kasım akşamı sandıklar yıldırım hızıyla açılıp, saatler 21’i gösterdiğinde zaferini çoktan ilân etmiş iktidarın peşgircileri ekranda derin analizler yapıyorlardı. Örneğin gücü tartışılmaz ‘’büyüğümüz’’ televizyonlarda ne zaman ruhunu yelpazelemeye kalkışsa, karşısına ibrik gibi dizdiği araştırmacı, bilim adamı, gazetecilerin başında yer alan Hasan Bülent Kahraman utanmadan yeniden tek başına iktidar olmanın haklı gerekçelerini, aralara serpiştirdiği yabancı terimlerle anlatıyordu; doğrusu midem bulandı. Ali Bayramoğlu ve Akif Beki ‘’Halk koalisyon istemedi’’ diyorlardı diğer tarafta. Diğer taraftayı sözün gelişi söylüyorum. Tabii ki diğer taraf maraf yok: Tek ekran, tek gazete, tek söz, tek düşünce, tek adam ve yaşasın çoğulcu demokrasinin bizlere sağladığı güzellikler.
Odası ve başı dağınık şairimizin eşi benzeri görülmemiş imgelerini toplayıp ülkeden tüymesi ve aydın sorumluğu üzerinden tarihe not karalamaya çalışırken, geçmiş yazılarımı anımsıyorum. Tekrara düşeceğimi bilsem de bir daha vurgulamak zorundayım. 2002’de bugünlere ulaşmak üzere yola çıkanların ayaklarına kırmızı halılar seren ne aydınlar gördük biz. Çünkü ve bir daha ısrarla, kuvvetle çünkü: Koşulsuz, amasız secdeye durmuş yandaşın desteğinden çok daha etkili, çok daha vurucudur, bir zamanlar devrimci oldukları söylenen aydınların demokrasi, insan hakları, özgürlükler adına baskıya alkış tutmaları. Bu alkış geniş kitlelerin gözünde baskıyı uygulayanları öyle bir meşrulaştırır, öyle bir yüceltir ki, hiçbir yandaş bunu becerecek zekâya, inandırıcılığa sahip değildir. Ama gelin görün ki ‘’Ellerim kırılaydı da bunlara evet demeseydim.’’ diyen Adalet Ağaoğlu’ndan, ‘’Bizi yanıltan bir şey olduğu besbelli.’’ diyen hızlı ‘’yetmez ama evet’’çi Murat Belge’ye; 2009’larda ‘’Erdoğan, Türkiye’de rakipsiz. Ama artık sadece Türkiye’de değil dünyada da önemli liderlerden biri.’’ diyen Ahmet-Mehmet Altan’lardan, ‘’ Yetmez ama evet tavrı gösterenler için bu, ömür boyu aşağılanmayı ve alay edilmeyi kabullenmek anlamına gelir.’’ diyen Cengiz Çandar’a kadar, bugün ‘’Biz ne halt yedik?’’ diye kendini yargılayan bir sürü aydınımız var şimdi. Hatta bunlara yandaş kadrosundan ‘’Erdoğan’ı hiç tanımamışım.’’ diyen Fehmi Koru’yu, ‘’Biz de solcu arkadaşlar gibi direnmeyi öğreniyoruz.’’ diyen Nazlı Ilıcak’ı da ekleyelim.
Zaman çok çabuk geçiyor.
Zaman ‘’Biz ne halt yemişiz’’ diyen aydınların yanlış tercihlerini yıllar sonraya bırakmadan ‘’Şırakk’’ diye yüzlerine vuruyor. O nedenle ‘’Erdoğan üst düzey, dâhi seviyesinde bir stratejist. Bunu kabul edelim ve kimle aşık attığımızı iyi bilelim.’’ diyen Ali Nesin’in müthiş analizini de bu kategoride değerlendiriyorum.
Tabii tüm bunlar ne Suruç’ta, ne de Ankara Garı’nda katledilen canlarımızı geriye getirecek sözler değil. Yine tüm bunlar bir 4 yıl daha demirden yumrukla yönetileceğimiz gerçeğini de değiştirmeyecek. Yalnızca zamanın ne kadar çabuk aktığını, kralların ve soytarıların ne kadar çabuk eskidiklerini kanıtlarıyla beraber ortaya koymaya çalışan bir yaklaşım bu.
Bırakın odası ve başı dağınık şairler sıkıyı gördüler mi imgelerini toplayıp tüysünler.
Biz, siz buradayız.
En azından bugün eskisinden daha çok katillerimizi, soytarılarımızı ve kahramanlarımızı bilmenin özgüveniyle ülkemizdeyiz, yuvamızdayız.