Biz Hopa’nın çocuklarıyız. Felaket sırasında köylüye yardım eden Kürt işçinin de, AKP’li belediye başkanının da neler yaptığını gördük. Günü gelir, hesabı sorulur Sessizlik. Hem de öyle bir sessizlik ki dere durmuş sanki ses çıkarmamak için. Bize her gün açık hava konserleri veren kuşlar ortada yoklar. Doğa sanki eski insanların sözlerini doğruluyor. Balkondan etrafı seyrederken bulutlar […]
Biz Hopa’nın çocuklarıyız. Felaket sırasında köylüye yardım eden Kürt işçinin de, AKP’li belediye başkanının da neler yaptığını gördük. Günü gelir, hesabı sorulur
Sessizlik. Hem de öyle bir sessizlik ki dere durmuş sanki ses çıkarmamak için. Bize her gün açık hava konserleri veren kuşlar ortada yoklar. Doğa sanki eski insanların sözlerini doğruluyor. Balkondan etrafı seyrederken bulutlar çise atmaya başladı. “Keşke biraz yağsa da serinlesek” diye geçirdim içimden. Geçirmez olaydım…
Yağmur başladı, şiddeti giderek arttı. Hem de öyle bir arttı ki normalde ayak bileklerime gelen dere 30 dakika içinde asma köprüyü görünmez yaptı. Öyle bir büyüdü ki 100-150 metre kadar uzaktaki evimizin altına kadar geldi. Evin altında ne varsa aldı götürdü. O kadar korktum ki dere evi de götürecek sandım. Sonra dereden ağaçlar geçmeye başladı, tüpler geçti, birkaç tane araba gördüm suyun içinde. Dere ne alırsa götürüyordu. Yağmur durmak bilmiyordu…
1-2 saat bu şekilde sürdü yağış. Artık evde duramazdık, yola çıktık. Yakınımızdaki evlerde kalanlar da çıkmıştı. Herkesin gözünde korku vardı. Çocuklar sürekli ağlıyordu. Islanıyorduk ama eve girmeye de korkuyorduk. Sonunda yağmur yavaşladı, o anda dayımın aldığı derin nefesin sesi hala kulaklarımda.
Yağmur durduğunda Artvin yolu kapanmıştı. İş makinelerinin yolu açtığını gördüm. Köyde yardıma ihtiyacı olan birileri olabilir diye yol boyu yürümeye başladım. Yürüdükçe selin etkisini daha belirgin bir şekilde görebiliyordum. Dağdan aşağı doğru akan ırmak, etrafındaki toprağı öbek öbek kopartarak suya katıyordu.
İki ev gördüm; altı, yanı hep toprakla dolmuştu. İçimden umarım kimseye bir şey olmamıştır diye geçirdim. Tam o anda yolda gördüğüm bir abla “İleride bir kadın kaybolmuş diyorlar gidin yardım edin!” dedi. Bir daha içimden bir şey geçirmeyeceğim. Yanımda köyden bir arkadaş vardı. Koşmaya başladık. Bütün gücümüzle koşsak da çok hızlı gidemiyorduk. Her yer çamurdu. Öyle yerler vardı ki belime kadar balçığa girdim. Yol 5-6 yerden kapanmıştı. Enkazın olduğu yere vardığımızda bir ürperti hissettim. Toprak 1 km kadar yukarıdan kopmuş direk eve vurmuş. Ev yolun altındaydı. Normalde çok uzun bir taş merdivenden yürüyerek inerdik eve. Şimdi ortada merdiven falan kalmamıştı.
Yolda 10-15 kişi vardı. Dört kişi halatı tutuyor inenler halata sarılıp iniyor. Aşağı indiğimde nefesim kesildi. Ellerim titremeye başladı. Daha önce Soma katliamını okumuştum haberlerde. Televizyonda cansız bedenlerin toprak altından çıkarıldığını görmüştüm. Üzülmüştüm. Gerçekten çok üzülmüştüm. Ama birinin toprak altında canını verdiğini birebir görmek çok daha acıttı canımı. Haberlerden okumakla birebir yaşamak arasındaki farkı gördüm. Toprak, evin üstünden geçen yolu iki taraftan kapatmıştı. Ambulans eve yaklaşamıyordu. Çamurların üzerine tahtalar koyarak yol yapmaya çalıştık. Ama çamura batıyorduk. Derin bir nefes alıp etrafıma baktım. Olayı duyanlar yardıma gelmişti. Etrafımdaki herkes köydendi, yabancı bir yüz görmedim. Ne AKUT, ne AFAD, ne jandarma ne de polis… Köylülerden başka yardım eden yoktu. Enkazdan çıkardığımız insanları ambulansa götürmeye başladık. Cansu ablayı götürürken gözlerimin içine öyle bir baktı ki bu bakışları ömrüm boyunca unutamam. Evden 5 kişi çıkardık. 3’ü yaşıyordu. Tate yani Erdal Eren hala enkazın altındaydı. O sırada AFAD geldi. “Bir şey yaparlar herhalde, çocuğu hemen bulurlar” diye düşünürken ekip liderinin başını sağa sola salladığını gördüm. “Çocuğun sağ çıkma ihtimali yok” dedi birine alçak sesle. Acil yardım lazım olan yerler varmış. Buraya Trabzon’dan gelen ekibi yönlendirecekmiş. Fındıklıyı geçmişler birazdan gelirlermiş. Yapacak bir şey yoktu. Çocuğu yine biz aramaya başladık. Ellerimle toprağı kazarken yağmur yeniden başladı. İliklerime kadar korku işledi. Ya yine toprak düşerse? Korka korka aramaya devam ettim. Sonra ‘aha’ diye bir ses duydum. Az yukarıda bir abi bulmuştu çocuğu. İşte o an her gece aklıma giren görüntüyü gördüm. Çok fena sıkışmıştı çocuk. Enkazın olduğu yer çok kalabalıktı. Herkes korkarak yardım etmeye çalışıyordu.
Oradan çıkıp eve doğru yürümeye başladığımda ellerime baktım: çamurdu. Eve vardığımda vücudumda çamur olmayan yerim kalmamıştı. Evde ise ne elektrik vardı nede su. Dağdan gelen yağmur suları evin merdiveninden akıyordu. Kovaya doldurarak vücudumu yıkadım. Kurulandığım zaman yaşadıklarımı düşünmeye başladım.
Köyden çocuklar vardı yanımda. Diğer yerlerde olanlardan duyduklarını anlatıyorlardı. Köyün girişinde derenin hemen yanında eski bir marangoz vardı. Kullanılmıyordu. Dere oranın içinden akıyormuş. Bir kadınla kocası suya kapılacakken Kürt bir işçi beline halatı bağlamış atlamış marangozun içine ikisini de kurtarmış. Çocuklar anlatırken çok şaşkındı. Çocuklardan birisi “Kürtler için öyle böyle diyorsunuz. O Kürt olmasaydı kim atlardı suyun içine. Onlar kurtardı şimdi köylüyü” dedi. Bir sessizlik oldu. Bazı şeyleri anlamamız için felaket mi olması gerekiyor? Hep birlikte kardeşçe yaşamayı ne zaman öğreneceğiz?
Gece yağmur devam ediyordu. Nöbet tutmadan uyuyamazdık. Zaten uyuyacağımdan da değil. O günün akşamı nasıl uyuyabilirdim. En azından çocuklar rahat uyusun istedim. Tehlike devam ediyordu hala. Evde su yoktu. Susamıştık. Mecburen dağdan akan suyu şişelere doldurup içtik. Şimdi Hopa’da mide enfeksiyonu salgını var. Nöbet tutarken çevre köylerden haber almaya başladık. Sugören Köyü’ne ulaşılamıyor. Ölü sayısının fazla olduğunu, çok fazla hasarın olduğunu duyduk.
Hopa’ya inemiyorduk, yollar kapalıydı. Köydeki insanlar sağlam olan evlerde toplanıyordu. Nöbetteyken makine seslerini duymaya başladık yolları açmaya çalışıyorlardı. Gece 2’ye doğru bizim eve kadar açıldı yol. Belediyeden bir görevli geldi, tekrar fırtına vuracağını, evi tahliye etmemiz gerektiğini söyledi. Hemen arabalara doluştuk. Hopa’ya indik, köyden bir tanıdığın evine gittik. 10 kişi vardık.
Hopa’da yollardan sular akıyordu, her yer çamurdu. Geceyi orada geçirdik. Sonraki birkaç gün göçebe hayatı yaşadık, bir gün teyzemde, bir gün başkasında kaldık. Hiçbir yerde elektrik yoktu, su yoktu. Altı gün aynı elbiselerle çamurlu çamurlu dolaştım.
Felaketin üzerinden yaklaşık 2 hafta geçti*. İnsanlar birbirleriyle kavga ediyor, köylerine giden yolları açmak için fazladan 2 tane kepçe yollamayan devlet yüzünden… Yukarıdaki köylerde hala elektrik yok. Belediye başkan yardımcısının firması 10 liralık çizmeyi 50 liraya satıyor. Sel felaketi sırasında etrafta görünmeyen AKP’li belediye başkanıysa şimdi etrafta dolanmaya, insanlarla konuşmaya başladı. Biz Hopa’nın çocuklarıyız. Felaket sırasında köylüye yardım eden Kürt işçinin de, AKP’li belediye başkanının da neler yaptığını gördük. Günü gelir, hesabı sorulur.
*Gökhan Gedik’in yazısı savaş gündeminin yoğunluğu nedeniyle geç yayımlanmıştır.