Okmeydanı Yas Evi yakın tarihimizin anahtar mekanlarından olmuş Okmeydanı’nın ruhuna dair bir kitap. Cemal Dindar bir semt yüceltmesine kapılmadan ya da değersizleştirmesine düşmeden bu semtte 1980’den beri tanık olduğu değişimin hakikatini yazıyor. Kutuplaşmalara karşı birliği – bizliği, ayrılıklara karşı buluşmaları öneren, dileyen bir anlatıyla karşı karşıyayız. Berkin ve Burakcan’ın, Uğur Kurt ve Ayhan Yılmaz’ın katledilişlerinde […]
Okmeydanı Yas Evi yakın tarihimizin anahtar mekanlarından olmuş Okmeydanı’nın ruhuna dair bir kitap. Cemal Dindar bir semt yüceltmesine kapılmadan ya da değersizleştirmesine düşmeden bu semtte 1980’den beri tanık olduğu değişimin hakikatini yazıyor. Kutuplaşmalara karşı birliği – bizliği, ayrılıklara karşı buluşmaları öneren, dileyen bir anlatıyla karşı karşıyayız.
Berkin ve Burakcan’ın, Uğur Kurt ve Ayhan Yılmaz’ın katledilişlerinde aşikar olan zulmün Okmeydanı ve benzeri semtlerde sürdürülen yaşamlarda hep var olduğunu duyuran bir kitap Okmeydanı Yas Evi.
Bir değil birkaç kuşağın bir ömre dönüşmesi sıklıkla sakatlanmış, alın yazısı eskizi olarak kalmış ortak hikâyesi…
Kitaptan seçtiğimiz üç pasajı yayınlıyoruz. Tam da bugünlerde gereksinim duyduğumuz bir değil birkaç ses var bu pasajlarda… Sami Elvan’ın sesi… Halil Karamanoğlu’nun sesi… ve Okmeydanı’nın sesi…
Kimi zaman ilenme, yer yer bir şükran bildirisiyle…
Okmeydanı Yas Evi’nden…
“Aklımda Burakcan’ın babası Halil Karamanoğlu’nun onu kaybettikten sonra söyledikleri: “Berkin ya da benim oğlum… Benim için bir farkı yoktur… O da bir evlat benimki de bir evlat. O cenaze şundan, bu bundan diye bir şey düşünemem…” Sonra, bana kalırsa bu acıların ortaklaştığı çekirdeğe dair sözler de söylüyor: “Sekiz çocuk sahibiyim. İşçi emeklisiyim. Ekmeğin peşinde bir adamım.”
Bir yana bu sözler yerleşiyor. Diğer yana, bir iki gün önce bir internet haber sitesinde okuduğum söyleşi. Gepgeniş bir ağız kelimeleri kusuyor. Berkin’in, Burakcan’ın ve nice benzerlerinin sokakta, tekstil atölyelerinde, işsizlikte ve kederde yaşayan kurbanlar haline getirildiği mahallelerin ‘terörist yatağı’ olduğunu ve bir an önce yıkılması gerektiğini söylüyor. Bekledikleri nöbet noktasında canlarına kıyılan polislerin katilleri bu mahallelerde, diyor. Arada Burakcan’ın ailesine sahip çıktığını, onlara ev aldığını da belirtiyor. Okmeydanı’nda, onun sözünü ettiği mahallelerden birinde, babamın ve kardeşlerinin emeği üzerine yükselmiş evde okuduğum bu satırlardan kan sızıyor… Birkaç gün sonra ne mi olacak? O polis noktasında bekleyen polisleri katledenlerin Dağıstan’dan gelmiş köktendinci militanlar olduğu ortaya çıkacak!..
On ikiye yakın evden çıkıyorum. Görüşmeyi ve saatini hatırlıyorum ama Halil Karamanoğlu’nun telefonunu yazdığım defteri çantamda bulamıyorum. Taksim’de büroda unutmuşum. Ahmet Usta’yı arıyorum… Usta telefon numarasını veriyor. Bir süre sonra da beni arıyor: “Hocam, Halil Ağbi okulun arkasında K. Sokağı’ndaki kahvehanedeymiş.” Yeri anlıyorum, sokağı da buluyorum, fakat kahvehane saklandıkça saklanıyor benden. Telefon ediyorum. “Ben kahvehaneden dışarıya çıktım, şimdi sokaktayım,” diyor. On beş yirmi metre ileride olduğunu fark ediyorum. Sırtı dönük ve benim onu görmemi, bu müşkülden kurtulmamı ister gibi yola doğru gövdesini düşürerek konuşuyor. Bu konuşma biçimini tanıyorum. Bir şeyi bir türlü anlatamamış, anlatmaktan vazgeçmiş, fakat o anlatma gereksinimi ile de baş başa kalmış adamların hali…
Halil Karamanoğlu gözleri ıslak bir adam. Gülerken de, tüm ciddiyetini kuşanırken de gözleri o neme takılıp kalıyor. Sanki bir sebeple göz damlası verilmiş ve o da az önce damlatmış gibi… Bir dönem mültecilerle çalışmıştım. Yerinden yurdundan edilmişlerin şimdi çok uzakta kalmış yurtlarında başlayan, yolda devam eden ve nihayet ulaştıkları yerde de sanki gelinmesi gereken burası değil başka bir yermiş gibi hayatın kıyısına tutunan insanların gözleri böyleydi. Onların öykülerinden daha trajik bir hal de var onun ve belki hepimizin gözlerinde açık örtük biriken nemde: Yurt bildiğimiz yerdeki duygu bizzat o itilmişlikle boyanmış durumda. Belki bu yüzden de kolayca birbirimizin zalimine dönüşüyoruz. “Ben değil, o” diyebilmek, içinde bulunduğumuz bedbahtlığı ötekine yamayıp rahatlayabilmek için.
Sarılıyoruz. Baş sağlığı diliyorum… Ahmet Usta’dan devraldığım hitap biçimiyle sesleniyorum ona: Halil Ağbi. Köşedeki masaya geçiyoruz.
İki çay söylüyoruz. Demli. Yaklaşık bir buçuk saat sohbet ediyoruz.
****
Yine bir kahvehane oluyor oturup konuştuğumuz yer. İçeri girer girmez gözlerim yanıyor. Tıka basa gürültüyle, dumanla, oyun kağıtlarının üzerindeki lekelerle, okey taşlarının ıskataya, masaya, birbirine değme sesleriyle dolu mekân. Sami Elvan, 1968 doğumlu, benden iki yaş büyük. İlk şaşırdığım bu oluyor. Ben özdeşleşmeyi başından beri Berkin ve Burakcan ile kurarken gerçekte onların babası yaşındayım işte. Peki niye bunca iştah kurbanlarımızla özdeşleşmeye… Bunun bir nedeni kurban kelimesinin bağrına yerleşmiş yakınlık duygusu olmalı…
Burakcan ile ilgili Halil Karamanoğlu’nun söylediklerinde oğlunu kaybetmiş birinin tevekkül ile yatıştırmaya çalıştığı acısı var. Bir şey olmuş, kötü bir şey ve oğul gitmiş. Kaybın bıraktığı acı dışında gelecekle bir bağı, üstlendiği bir anlamı yok gibi. Keder duygusunun kader inancıyla buluşup yatıştırılması, “Devletimizden de Allah razı olsun, Cumhurbaşkanı bile aradı” benzeri cümlelerin görüşmenin ana temalarından biri oluşu… Oysa Berkin ile ilgili Sami Elvan’ın anlattıklarında kader kabullerinden daha belirgin olan şey; ölümüyle bir görev üstlenmiş ‘çocuk evliya’ hali beliriyor. Gezi Direnişi’nin gövdesine yerleştiğini düşündüğüm bozkır-göçebe birikiminin önemli bir dinamiği olarak bu kabul, belki de Berkin’i direnişin simge adlarından biri haline getiriyor. Sami Elvan, oğlunun daha ilk yaşlarında geçirdiği kazalardan neredeyse burnu bile kanamadan kurtulmasından söz ediyor. Ve ekmek ve ölüm ve seçilmişlik. Kurbanın seçilmiş oluşu, alnına kondurulmuş kına ile birlikte yaşayanların ömürlerinin de belirlenmesi. O bozkır – göçebe birikimin taşıyıcıları diyelim bin yıl önce benzer durumlarda türbenin etrafında bir tekke kurardı. Sami Elvan, vakıf kurmaktan ve o vakıf aracılığıyla yoksul çocukları okutmaktan söz açıyor…
Sami’nin, sanırım ona böyle bir yakınlıkla, arkadaşça hitap edebilirim, onun anlattıklarından kavradığımca, Gülsüm, Berkin’in annesi, oğluyla ilgili yasını gönlünden önce tenine yerleştirmiş halde. Bedeninden canı alınmış gibi yaşıyor. Gazetelerde gördüğüm fotoğraflarında da hissettiğim bu olmuştu. Gezi Direnişi boyunca katledilmiş olan gençlerin babalarından çok anneleriyle anılmış olmalarında Alevi kültürü ile ilgili derin bir bağ var gibi. O gençlerin hayattaki yiğitliklerinde de o annelerin emeklerinin yoğunluğu ile ilgili bir şey… bu. Sezdiğim ve sözcüklerin alanına taşırken, belki kendi ömrümden kaynaklanan dilsizliklerle de ilgilidir, zorlandığım bir konu!..
Sami, Kızıldere’de 1968’de doğmuş. Toprağın belleği… Kızıldere!
Oy dere Kızıldere
Böyle akışın nere?
1982’de gelmiş İstanbul’a. Demek ki on dört yaşında. Ekmeğinin peşine düşmüş. Sami memleketlim, Tokatlı, onu dinledikçe Gülsüm’ün memleketinden biri, yine bir Dersimli düşüyor aklıma. Bir ayağı ne denli Paris’te ve Fransız şiirinde olsa da kökü bu hikâyelerdedir Cemal Süreya şiirinin. Onun sorduğu gibi biz de soralım: “Tanrım, siz şu uzun Anadolu’yu çocukluk günlerinizde mi yarattınız?” Sami’nin bir yas yeri olan Kızıldere’den kopup orayı yas yerine çevirenlerin sultanlığı olan İstanbul’a gelişi ile oğlunun yıllar sonra 2013’te elinde bir somun ekmek sokak ortasında katledildiği yaşlar neredeyse aynı.
Dere bizim evimiz
Suyu alınterimiz
Söyle nedendir dere
Vurulur gençlerimiz
“Sen aradığında mezarlıktaydım” diyor. Bir anıt mezar yaptırılacak. Ermeni bir mimar tasarlamış. Sahi şu uzun Anadolu’yu… Bu cinayetler ve sonrasında olup bitenler coğrafyadaki acıları birbiriyle yoğuruyor, yoğunlaştırıyor ve giderek yakın olduğumuzun, kardeşliğimizin en dolaysız işaretleri olarak da yaşanıyor her ne yaşanırsa. Dilim varmıyor, lakin bir sezgim de şu: kapatıldığımız bu edilgen mazlumluk hali özellikle katliama maruz kalmış toplumsal gruplarda grubu oluşturan yapısal bir özellik de.
***
Dere böyle durulmaz
Gence kurşun sıkılmaz
Anıt mezarı anlatıyor Sami. Eskiden, çok eskiden bozkırda ruhun bir kuş ve ölümün de o kuşun canevinden uçup gidişi olduğuna inanılırmış. Bunu ben düşünüyorum, o anlattıkça. Berkin’in kaşları varmış anıt mezarda. Ağaç dallarında… Sonra o kaşlar, o ağaçtan uçuyormuş…
***
Çoğunu bu mahallede, dolayısıyla bu ülkede yazdığım nice metinde bir han gibi uğrak yerine dönüşmüş bir duygu şimdi de benimle birlikte: tuhaf zamanlarda yaşıyoruz. Üzerimize dokuz tahta yerine bir ülkeyi ne yaratıyorsa onlar sıralanmış. Bu mahalle, belki de bu ülke büyük bir mezarlığa dönüştürülmüş. Muktedirler de bunun farkında. Kentsel dönüşüm dedikleri garabetin parayla ilişkisi, inşaat sektörü durmuş bir ülkenin hayat damarı kopmuştur buyurmuşlar ya, bu elbette bir yana. Asıl, bana öyle geliyor ki bu mahallelerin yıllar içinde toplu mezarlara dönüşmüşlüğünden korkuyorlar. Ölüler bizim sevgili ölülerimiz, onlarınsa hayaletleri. Ziyan ettikleri hayatlardan geriye dönebilecek olandan; güya bir metropolde, yeni düzenlerini bu ülkenin geleceği olarak sundukları günlerde bir yaşında yaşayacağı ömür kızamığa ve bir göçe kurban edilmiş Songül’ün, bizlere adını unutmamıza vesile olan bir utancı dayattıkları şu hayatta hepsinin küskün göçtüğüne tanık olduğum dedelerimizin ve nenelerimizin, ekmek almaya gitmiş Berkin’in, kardeşine yönelmiş bir namlu haline getirdikleri ve başka bir kardeşinin aynı hale getirilmişliğiyle ömründen olmuş Burakcan’ın bu mahallenin sokaklarında soluksuz koşan hayaletlerinden korkuyorlar. Biz yaşayanları gazlarıyla, coplarıyla bastırmayı zaten göze almış durumdalar.
Oysa o hayaletler…
* Cemal DİNDAR’ın Telos Yayınevi’nden çıkan yeni kitabı “OKMEYDANI YAS EVİ / Göçebe İtiraflar ve Alın yazısı Eskizleri” kitabından alınmıştır.