Aydınlanma ve modernleşme sürecindeki Türkiye’nin gericilikle hesaplaşmasını 200 yıldır tamamlayamadığı, bu yüzden devrim ve karşı devrim diyalektiği içinde debelendiği söyleniyor. Tam, yarım ve çeyrek versiyonları da bulunan bu tarih yorumu, 1950’de iktidara gelen DP’nin, Kemalizm’e ihanet ederek feodallerle ittifaka girdiği ve böylelikle Cumhuriyet’in adım adım altının oyulduğu, AKP iktidarıyla birlikte de imha edilip Osmanlı saltanatına […]
Aydınlanma ve modernleşme sürecindeki Türkiye’nin gericilikle hesaplaşmasını 200 yıldır tamamlayamadığı, bu yüzden devrim ve karşı devrim diyalektiği içinde debelendiği söyleniyor. Tam, yarım ve çeyrek versiyonları da bulunan bu tarih yorumu, 1950’de iktidara gelen DP’nin, Kemalizm’e ihanet ederek feodallerle ittifaka girdiği ve böylelikle Cumhuriyet’in adım adım altının oyulduğu, AKP iktidarıyla birlikte de imha edilip Osmanlı saltanatına doğru geri götürüldüğü iddiasına dayanır.
Mesele bu kadarla kalmıyor elbette. Asıl önemli olan bunun AKP iktidarına alternatif bir strateji ve programın tarihsel arka planını oluşturması. Son yıllarda duymaya alıştığımız “Aydınlanma devrimi” veya “yeni cumhuriyet” parolaları bu tarihsel malzemeden devşiriliyor.
Aşamasız tarih
Son 200 yıldan kasıt Osmanlı-Türkiye modernleşmesi, daha doğrusu kapitalistleşme sürecidir. Osmanlı saltanatının sonunu getiren 1908 ve 1923 burjuva devrimleri bu sürecin ilk etabıdır. Monarşiden burjuva cumhuriyete geçilmiş, Batılılaşma yönünde adımlar atılmıştır. Bununla birlikte, tarihsel-sosyal etkenler ve tutulan yol, burjuva devriminin kısa sürede tamamlanmasına engel olmuştur. İşçi-köylü devriminden korkan burjuvazi, Ulusal Kurtuluş Savaşı’ndaki müttefiki feodal kesimlerle ve dünkü hasmı emperyalistlerle bağlarını koparmadan yoluna devam etmiştir.
CHP’den ayrılanlarca kurulup 1950 seçimleriyle iktidara gelen DP, Kemalist döneme muhafazakâr bir tepkiyi de bağrında taşıyordu, buna rağmen modernleşme doğrultusunda yoluna devam etti. Egemen sınıf bloğunun muhafazakâr kanadı olarak rakibi CHP’ye kıyasla din ve laiklik gibi konularda daha tavizkardı. Ancak, dendiği gibi bir karşıdevrim başlatmış veya Osmanlı saltanatına dönmeyi amaçlayan bir restorasyona girişmiş değildir. Zaten ondan 10-20 yıl sonra Türkiye feodal kalıntıların fazla hükmünün kalmadığı geri kapitalist bir ülke haline gelmiştir.
Dolayısıyla, Türkiye’nin AKP iktidarıyla birlikte feodalizme ve Osmanlı saltanatına dönmekte olduğu iddiası gerçeği ifade etmiyor. Feodalizmi artık geride bırakmış, emperyalist sistemle bütünleşmiş kapitalist bir ülkenin egemen burjuvazisinin, eskiden miras bütün pre-kapitalist öğeleri arkasına alması, her türlü gericilikle birleşmesi emperyalizm çağının tipik bir özelliğidir. Fakat bu ayrı, yüzyıl önceki toplum biçimine geri dönmek ayrı şeydir. Toplumların iç dinamikleri gerisin geri, aşağıya doğru değil, ileriye doğru işler. Bu, farklı bir tartışma konusu olan SB’de ve öteki sosyalist ülkelerde kapitalizme geri dönüşle aynı kefeye konabilecek bir şey değildir.
Feodalizmi ve kapitalizmi aralarında niteliksel bir fark olmayan, ancak kronolojiyle ayırt edilebilir düz bir süreç olarak görmek tarih dışıdır. Materyalist anlayış, böyle durumlarda sosyal gerçekliği aslına sadık şekilde yansıtabilmek için, analiz aracı olarak sosyoekonomik formasyon kavramını kullanır. Bu kavram, tarihsel aşamaları birbirlerinden ayırmaya, sonrakinin öncekinin bağrından çıkışını ve bir üst evreye geçişini anlamaya, aralarındaki nitel farklılığı ve her birine özgü hareket yasalarını belirlemeye imkân sağlar. Aksi takdirde, her toplumsal kuruluşun kurucu öğelerini ve bunların karşılıklı ilişki ve etkileşimlerini kendi bütünlükleri içinde inceleyemezdik. Her sosyoekonomik formasyonda ayrı bir bağlam oluşturan egemen üretim ilişkilerini, sömürü biçimlerini ve ana sınıfları ayırt etmemiz de mümkün olmazdı.
Bu nedenle, 200 yıldır devrim ve karşıdevrim diyalektiği içinde Aydınlanma ve modernleşme sürecini yaşadığımız söylenemez. Ondan bu yana feodalizmin arkada bırakılıp kapitalist aşamaya geçildiği gözle bile görülebilir. 200 yıl denilen süreçte iki ayrı üretim tarzı, iki ayrı toplumsal sistem söz konusudur. Buna rağmen, sanki hala feodalizmden kapitalizme geçiş süreci yaşanıyormuş (mesela 1830-1950 arası) gibi, eski yolda patinaj yapılıp duruluyor. Türkiye’nin kapitalistleşme düzeyi, artık feodalizme geri dönülemeyecek bir noktaya gelmiş bulunmaktadır. Osmanlı toplumunun sınıfları ve sömürü tarzı başkaydı, kapitalist toplumun sınıf ve tabakalarından oluşup artı değer sömürüsüyle karakterize olan Türkiye başkadır. Mithat Paşadan Jön Türklere ve Mustafa Kemal’e uzanan hatla, Mustafa Suphi’den Deniz Gezmiş, Mahir Çayan ve İbrahim Kaypakkaya’ya uzanan hat, birbirlerinden sömürenlerle sömürülenler kadar ayrıdır.
Aydınlanmanın ölümsüzlüğü
Burjuva devrim gereksinimi, Osmanlı toplumunun gündemine ancak XIX. yüzyılın ortalarından itibaren girebilmiştir. Bu, modernleşmeci göçmen Osmanlı aydınları öyle istediği için değil, çöküş sürecindeki feodal ilişkilerle gelişmekte olan kapitalist ilişkiler arasındaki çelişkiler bunu dayattığı içindi. Türk Aydınlanması henüz doğmakta olan genç Türk burjuvazisinin ideolojisi olarak bu süreçte ortaya çıktı. Jön Türklerden Kemalistlere uzanan Aydınlanma ideolojisi, o zamanki sosyoekonomik özellikleri yansıtıyordu. Bir yandan Osmanlı saltanatına, bir yandan da sömürgeleştirilme tehlikesine karşı şekillendi.
1908’de yarım kalan burjuva devrimi, 1923’te Cumhuriyetin kuruluşuyla yeni bir aşamaya gelmiştir. Eski ilişkileri tedricen geride bırakarak Batı modelinde kapitalistleşmeye yönelen Türkiye, eksikli de olsa laik bir sistem kurdu. Bu süreç elbette tereyağından kıl çeker gibi olmadı, saltanat yanlılarıyla, feodal gericilerle, geriye dönmek isteyen yobazlarla mücadele içinde gelişti.
Ne var ki, 1970’lere gelindiğinde Türkiye, emperyalizme göbekten bağımlı, tekelci burjuvazinin iktisadi-siyasi dümeni ele aldığı, emek-sermaye ekseninde kutuplaşmış orta düzeyde kapitalist bir ülkeydi. Burjuva devrimi iyice geride kalmış, onun çözümleyemediği görevlerin proletarya devriminin görevlerine eklemlendiği yeni bir aşamaya gelinmişti. Yeni sistemde gündemde olan sorun artık feodalizmden kapitalizme geçiş değil, Cumhuriyetin bekçiliğini yaptığı kapitalizmden sosyalizme nasıl geçileceği meselesi idi.
İşte, yeni-Aydınlanmacılık bunu dikkate almamakta, kısmen iç içe ama esasta ayrı iki sosyoekonomik formasyon ve nesnel süreç arasındaki ayrımdan ilki lehine feragat etmektedir. Öyle olunca bize sosyalizmi ileriye erteleyip, hakiki sahibiymişçesine Cumhuriyet davası gütmek ve onun kazanımlarını savunmak düşmektedir.
Monarşiye doğru mu, faşizmin yeni biçimine doğru mu?
Burada hemen “restorasyon” itirazı gelecektir. AKP iktidarının Cumhuriyeti kökten tasfiye ederek Osmanlı saltanatına geri dönüşle sonuçlanacak bir restorasyon stratejisi izlediği tezi solda uzun süredir savunuluyor. Weber’in Osmanlı analizinden hareketle “büyük restorasyonun belkemiğini yeni-patrimonyalizm”in (Ahmet İnsel) oluşturduğunu söyleyenler bile var. Davutoğlu’nun başbakan adaylığını açıkladığı toplantıda, hedefini “büyük restorasyon dönemi” diye resmetmesi de bunun itirafı sayılıyor.
Tarihte zikzaklar, geri dönüşler olmamış değildir. Fakat bu eski olanın ayniyle geri gelmesine yol açmaz. Nasıl bir restorasyon stratejisi izlenirse izlensin, artık yarı feodal, monarşist Osmanlı saltanatına dönüş olmayacaktır. Kapitalizmin henüz feodalizme yakın durduğu 1789 Devrimi ertesinde bile, restorasyon dönemleri (mesela 1815-1830) tüm geri adımlara rağmen, devrim öncesine geri dönüşü sağlamamıştır. Her restorasyon girişimi kapitalist üretim ilişkileri temeli üzerinde geriye doğru gerçekleşmiş geçici siyasal-sosyal salınımlar olarak kalmıştır.
Bu noktada yeni-Aydınlanmacıların başvurdukları bir zemin kaydırmasına değinmek gerekiyor: Saltanatın restorasyonu, sosyopolitik düzlemle sınırlanıyor ve böylece sosyoekonomik formasyon bağlamından sökülüp atılıyor. Çünkü, AKP iktidarı dinle, din feodalizmle özdeşleştirilmekte ve üstyapı alanı üzerinden Osmanlı’ya bir geri dönüş kapısı aralanmaktadır.
Oysaki, temel bir bileşen olan sosyal-ekonomik yönü, ya da altyapıyı dışta bırakmak seçmeci ve idealist bir tutumdur. Bir toplum nasıl siyasal-hukuksal yapı ve dinden ibaret değilse, monarşiye veya Orta Çağa dönüş yolu da bundan ibaret değildir. Kuşkusuz, üstyapı alanı üzerinden, laikliğin ve benzeri burjuva özgürlüklerin bugünkü durumundan çok gerilere götürülmesi mümkündür. Zaten 12 Eylül 1980’den, özellikle de AKP iktidarından beri hızlanan dinselleşme adımlarıyla yapılan da bu değil miydi?
Fakat burada bir hile yapılarak dinle feodal ideoloji, dinselleşmeyle feodalleşme bir tutulmaktadır. Tarihsel olarak din elbette feodal devletle bire bir örtüşen bir ideolojidir. Ama kapitalizme rağmen öyle kalmaya devam edemez, ister istemez burjuva ideolojisine eklemlenir. Her ne kadar burjuvazi feodalizmden kalma ideolojik öğelerle birleşmekte, onları soğurmaya çalışmakta ve bunu hegemonya aracı yapmaktaysa da, günümüzdeki dinselleşmeyi feodalleşmeyle özdeşleştirmek doğru değildir.
Bu bakımdan, devlete ve topluma habire din zerk edilmesi, feodalizme geri dönüşün değil faşistleştirme sürecinin bir parçasıdır. 12 Mart, 12 Eylül ve Özal dönemlerindeki dinselleşme feodalleşmek için değil faşistleşmek içindi, bugün de öyledir. Dinin meşruiyet aracı olarak kullanılması, demokratik muhalefete tahammülsüzlük, yürütmenin merkezileştirilmesi, güçlerin tek adamın elinde toplanması (vs.) sadece monarşist rejimlerde görülmüyor. Tamamen farklı çağların ürünü olmalarına rağmen başka bir bağlamda dinsel faşist diktatörlüklerde de tecessüm edebiliyor. Dinselleştirme yoluyla faşizmin yeni bir renge boyanması, kapitalist üretim tarzının ve emperyalist egemenliğin yerli yerinde durduğunun en bariz kanıtıdır.