Son söyleyeceğimi başta söyleyeyim; Neye üzüleceğimizi, neyi protesto edeceğimizi, ne için sokağa çıkacağımızı, ne için mücadele edeceğimizi, bize, yani devrimcilere hiç kimse söyleyemez. Eğer söyler ise bunun adı bellidir. Tekrar edersek; Devrimciler sokağa çıkmak için ne devletten ne de başkasından izin almazlar. çünkü devrimciler tüm sorunların muhatabıdırlar. Mesela ben işçi değilim, Soma için sokağa çıktım […]
Son söyleyeceğimi başta söyleyeyim; Neye üzüleceğimizi, neyi protesto edeceğimizi, ne için sokağa çıkacağımızı, ne için mücadele edeceğimizi, bize, yani devrimcilere hiç kimse söyleyemez. Eğer söyler ise bunun adı bellidir. Tekrar edersek; Devrimciler sokağa çıkmak için ne devletten ne de başkasından izin almazlar. çünkü devrimciler tüm sorunların muhatabıdırlar.
Mesela ben işçi değilim, Soma için sokağa çıktım ve sözümü söyledim. Kürt değilim, Roboski için sokağa çıktım, sözümü söyledim. Ermeni değilim, Hrant için, Soykırımın 100. yılı için sokağa çıktım ve sözümü söyledim. Mesela Alevi değilim ama Sivas için sokağa çıktım sözümü söyledim. Çoğaltılabilir… Devlete göre işçi değildik, ne işimiz vardı Soma’da.
Oysa ne bir Kürt dostum (ve öncülüğü) ne de bir Ermeni dostum (ve kurumları) bana “sen neden buradasın, bu bizim sorunumuz” demedi. Neden demedi? Çünkü biliyorlardı ki sokağa çıkmak, tepkini koymak, sözünü söylemek her şeyden ve herkesten önce kendine, bir söz vermektir. “Böyle olmayacağımı beyan ederim” demektir. “Böyle olanların karşısında olacağım” demektir. Hepsinden önemlisi kendinle yüzleşerek, “Böyle olan yönlerimle hesaplaşmaya başlayacağım” demektir. Bunu yapmak için de, ne devletten ne de başkasından izin almam. Bu tüm tarihsel ve toplumsal olaylar ile ilgili böyledir. Sorunun parçası olmak yerine soruna taraf olmaktır bunun adı. Ve bu cinayet. devrimci Kadınlar açısından, Kadın cinayetlerini engellemek,erkek egemen ideolojiyi gerileterek mevziyi güçlendirmek , (din adına) dinin istismarı siyaseti üzerinden kadını köleleştiren Ak Partiyi, Irkçılık ve ayrımcılık siyaseti üzerinden kadını, halkları kimliksizleştirmeye çalışan MHP’yi, CHP yi deşifre etmenin, tüm toplumu seferber etmenin bir olanağıdır.
Gelelim işin post-modernizmle ilgili yönüne. Post-modernizm, kısaca anlayacağımız tanımı itibari ile makro sorunlar döneminin bittiğini( sınıf savaşımı) ve mikro sorunlar döneminin varlığına (Cinsiyet, etnisite, çevre vb.) işaret eden teorisi ile tüm ideolojisini bu mikro sorunlar üzerine kurar. Topraklarımızda Kimi, Marksistlerin bilgileri eksik olsa da ezberleri sağlamdır. Bu anlamda 60 lı yıllarda yükselen sınıf hareketine karşı üretilen ve 80 yenilgisi ile topraklarımıza girebilen, bu Teori genel bir kabul göremeden reddedilmiştir. Ancak teoriye karşı(Ezberden) bağışıklığı bulunan sol’un pek çok kesimi, diyalektik konusundaki birikimini diyalektiğin tanımını bilmekten öteye götüremediği için, yani diyalektiği bir yöntem olarak kullanamadıkları için, post-modernizmin politik etkilerine, post modern politikalara karşı maalesef direnememiştir. Ve sonuçta Pos Modern ideolojiye yenik düşmüştür.
Bu diren(e)memek öncelikle sağ ve sol olarak 2 sapmaya yol açmıştır.
Sağ sapma; halklar, Kadın, Ekoloji vb. tüm sorunları, hem sınıf mücadelesinden, hem kapitalist sistemden hem de birbirleri arasındaki bağdan ve temastan bağımsız olarak ele almak şeklinde kendini gösterir.
“Sol” sapma ise; bu sorunların kapitalizmin geberen halinin çırpınışlarının bir sonucu olarak gör(e) meyip tümden bu sorunları reddetmiş ve kapitalist sistemin bu sorunlar ile birebir etkilediği insanları, kendi çelişkilerini bırakıp, temel çelişki ile mücadeleye davet etmişler ve bunun da politik olarak, karşılığını görememişlerdir.
Oysa biz bu sorunların fazladan ömür süren kapitalizmden kaynaklandığını biliyor isek, bu sorunlar ile muhatap olan kesimlerin mücadelesinin önünü açmalı ve nihai çözüm ile bağını kurmalıyız.
Yani artık bu mücadele alanlarının, sınıf savaşımının özüne karşı olduğu refleksinden arınıp, bunu sınıf savaşımının, zenginliği olarak görmeye başlamalıyız. Sınıfsal yönünü asla bırakmadan, Bu alanlardaki mücadeleyi, Sınıf savaşımını destekleyen güçlendiren, süreçler halinde örgütleyerek, kapitalizmin bu sorunları asla çözemeyeceğini tekrar tekrar, hem ideolojik, hem politik hem de pratik olarak göstermeli ve bu zenginliği sınıf savaşımının gücüne katmalıyız.
Gelelim devletin katilliğine:
Bu genel bir ezber değildir. Ezberden baktığımızda karşımıza çıkan sorunun, somut bir alt yapısı vardır. Bu alt yapıyı oluşturan devletin, paradigmanın bu cinayeti nasıl, hem örgütlediğini, hem de meşrulaştırdığını görmek ve buna karşı ideolojik, politik ve pratik duruşumuzu oluşturmalıyız.
Birincisi, olgunun tarihsel olduğunu kavramak, ikincisi ise eğer tarihsel ise sınıfsaldır mantığını anlamaktır.
Bu ülkenin bir sömürge olduğunu ve sömürge insan kişiliğinin toplumda egemen olduğunu, bu kişiliğin ya karşısındakine hayran olup abarttığını ya da kendisine hayran olup karşısındakini alçalttığını, olaylar karşısında faydacı, çıkarcı olduğunu, kendi eksikliklerini başkalarını aşağılayarak giderdiğini v.b. başka yazılarımda belirtmiştim. Özgecan cinayetinde, insana görünüş olarak az da olsa kısmen benzeyen, özünde ise, ne herhangi bir hayvan ile ne de herhangi bir cansız varlık ile dahi kıyaslanamayacak bir mahlukla karşı karşıyayız. Bu mahluklar da somutlanan şey, sömürge insan kişiliğinin en kristalize olmuş halidir. Bu konsantire mahluklar kendi aşağılanmışlıklarını, kimliksiz oluşlarını, hiçleşmelerini, gidermek için kendilerine öncelikle makul, faydacı ve kabul görür bir kimlik ararlar. Bu kimlik seçilirken, seçilmiş olan kimliğin bunların tüm insansı olmayan özelliklerine olanak verecek, pragmatizmi de içinde barındırması gerekmektedir. Bunu olabilmesi için sınıfsal ilişkilerine yabancılaşmak birincil olarak önemli iken bizim gibi sömürge ülkelerde, kimliksizlik, kendini bir kültürün içinde ifade edememe, gendi gerçekliğini reddetme, önemli birer etkendir. Yine bu varoluşta, bir şey daha gereklidir ama. Bunun olmaz ise olmazı, resmi ideolojinin, devletin, paradigmanın, bu pragmatizme onay vermesi gerekmektedir. İşte Özgecan’ın katillerinin üretilmesi yani Rakel Dink’in değişi ile “Bir bebekten katil yaratılması” nın teorik alt yapısı böyle şekillenir.
Bu şahıslar kendilerine kimlik ararlarken, bütün kimlikleri karşılarına alıp ben bunlardan hangisini seçeyim diye düşünmezler. Var olan kimlikler içerisinde kendilerine denk düşecek olanı uğraklarda tamamlarlar. Bu uğrakların onların tüm iki yüzlü ve pragmatik özelliklerine olur verenine takılırlar. Bu kimliklenme süreci ise dediğimiz alt yapının bileşkesinden çıksa da bunun üst yapıda ki temsilcisi devlettir. Devlet toplumun mühendisliğinde, din ve ırkçılık rasyonalitelerini, kanunları, içtahatları, uygulamaları, eğitim sistemi, aile vb. tüm kurumları ile bizzat örgütler ve imalatı tamamlar. Sömürge bir devletin ayakta kalmasının tek koşulu, sömürge insan kişiliğinden geçmektedir. Sömürge kişilik bencilliğin en üst noktasında kendini ifade ederken aynı zamanda insanlığın faydasından yana olan her türlü örgütlenmenin de karşısında aktif olarak yer alır. Bu anlamda bu kişilik beyaz bere takar, bozkurt işareti yapar, 6-8 Ekim’de pompalı ve pala ile sokağa çıkar, Bu bir raslantı değil zorunluluktur. Bu kişilik(sizlik) Özgecan gibi canlarımıza tecavüz eder, öldürür, yakar. Kapitalist sistemin oluşturduğu, sömürge ülkenin de içine üflediği bu pragmatizm; Onu hiç bir olayla empati kurmayan, kendini “Müslüman”, “Türk” gibi en üst avntajlı kimliklerle her şeyi yapmaya hakkı olan, özel zanneden, bazen kendi yapamasa da yapana imrenen ve fırsat bulunca yapmaktan geri kalmayacak olan ve işte “Ne mutlu” olan, bir mahluka dönüştürecektir. Kapitalizmin ürettiği, yabancılaşmış kişiliğin, Sömürge kişilikle çarpılarak konsantire edilmesi sonucu işte bu mahluklar oluşur.
İşte devlet, yani kapitalist devlet, tam burada somutlanmış, ve kendini bu mahluk kişilik üzerinden özetlemiştir. Bir yandan bu kimliği ve kişiliği üretir diğer yandan da vah vah ederek ama diğer yandan ise tüm yasaları ve kurumları ile bu kişiliksizliği tekrar ürettirir.
Eğer bu alt yapıyı kavrayamazsanız ortaya başka bir sorun çıkar. O da devletin sizi kendisine benzetme çabasıdır. Böyle bir olay da hemen idamdan, idam cezasından bahsetmek aslında devletin bu sorunlarda suçunun olduğunu reddederek; Suçlunun kendisine(devlet), imal ettiği suçluyu infaz ettirerek, kendisini(Devleti) aklamanın olanaklarını vermektir. Sistemi bir kez daha rehabilite etmektir. Öyle ya tetikçi öldürülmüştür, devlet kutsanmıştır. Artık herkes rahat uyuyabilir. Mesela Kadın cinayetleri gerçekten cezası az olduğu için mi işlenmektedir? Eğer öyle olsa bu cani erkekler, bazı olaylarda görüldüğü gibi, kendini neden öldürsün ki işlediği cinayetin ardından?
Aslında sorunun kaynağı cezanın az olması değil, ödülün çok olmasıdır. Yani toplumda öyle bir ideoloji, öyle bir paradigma vardır ki, “Namus” cinayeti işleyen bir kişi, yani kadına karşı, eş, abi, koca vb. bir durumdan dolayı suç işleyen kişi toplumun vicdanında yargılanmaz, aksine olurlanır ki bu devletin tüm kurumları (Okul, aile, din, mahkeme, kolluk kuvvetleri vb. kurumlar) ile organize ettiği ve sürekli yeni katillerin üremesini sağlayan ödüllendirme sistemidir.
İşte, bu yüzden Özgecan’ın katili devlettir. İşte, bu devlet her zaman, bu tetikçiliği yapacak olan mahluklar üretir.
Çözüm ise öncelikle bir yüzleşmedir. Toplumun tamamı bununla yüzleşmelidir. Bu suçun failine karşı tutum almak yerine, Özgecan’da eksiklik arayan kadın da, Erkek de kendisi ile yüzleşmelidir.
Mesela işçiler Pazartesi günü işe 1 saat geç vardiya almalıdır. Mesela öğrenciler ilk derse saygı duruşu ile girip, tüm ders bu konuyu tartışmalıdır. Mesela YPJ bununla ilgili bir şey yapmalıdır. Mesela ben sokağa çıkıp haykırarak, tüm kadınlardan, tüm Özge’lerden özür dilemeliyim.İşte yüzleşme, gerçek yüzleşme budur. Bu sorun toplumsal ve sınıfsaldır. Bu anlamda toplumun tüm kesimlerini ve işçi sınıfını bizzat ilgilendirir.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.