“Gelişini beklemek Uyanmanı beklemek Çözülmeni beklemek Başka bir yerde yaşamayı beklemek Anlaşılmayı beklemek On beşinde beklemek Kırkında beklemek Beklemek mi bizim yaşamımız Beklemek bizim yaşamımız” Böyle yazmıştı Bülent Ortaçgil Yeni Türkü’nün “Vira Vira” adlı albümündeki “Beklemek” isimli parçada. “Vira Vira” albümü 1990 yılında çıkıyor piyasaya, neredeyse üzerinden çeyrek asrı bulmuş bir zaman geçmiş. Parça orada […]
“Gelişini beklemek
Uyanmanı beklemek
Çözülmeni beklemek
Başka bir yerde yaşamayı beklemek
Anlaşılmayı beklemek
On beşinde beklemek
Kırkında beklemek
Beklemek mi bizim yaşamımız
Beklemek bizim yaşamımız”
Böyle yazmıştı Bülent Ortaçgil Yeni Türkü’nün “Vira Vira” adlı albümündeki “Beklemek” isimli parçada. “Vira Vira” albümü 1990 yılında çıkıyor piyasaya, neredeyse üzerinden çeyrek asrı bulmuş bir zaman geçmiş. Parça orada biz burada çeyrek asırdır bekliyoruz. Acaba dünden bugüne ne değişti? Gerçektenden de hâlâ beklemek mi bizim yaşamımız? Peki ya beklerken düşündüklerimiz?
Aslında bu yazının ortaya çıkışı gazeteci ya da Kaan Sezyum’un tabiriyle İnternet Ekipler Amiri M. Serdar Kuzuloğlu’nun Facebook sayfasında paylaştığı bir habere dayanıyor. Kameralı akıllı telefonlardan çekilen fotoğrafların, telefon ekranı üzerinden yeniden çekilerek analog bir makinayla çekilmiş izlenimi veren bir başka makinadan bahsediyor haberde ve hepsi hepsi saniyeler sürüyor bütün bu olanlar. Üstelik çekim dâhil.
Peki ya önceden?..
Önceden; çok değil on, on beş sene önce; insanlar çektiği fotoğrafları fotografçıya götürüp tab ettirirdi. Hatta yine o zamanlar tam analog bir makinayla çekenler makinada filmi sarıp verirdi fotoğrafçıya (O filmi makinaya takmanın da ardından kurma kolunu çevirip fotoğraf çekmeninde ayrı bir keyif olduğunu bilenler bilir). Siz bütün bu zaman boyunca sadece kafanızda bir tahminde bulunurdunuz fotoğrafların nasıl çıkabileceği; o mutlu, hüzünlü, yalnız belki de müthiş estetik fotoğraflarınız ile ilgili. Eğer film kullanan ve otomatik çeken bir makinaya sahipseniz zaten sorun yoktu. Çektikleriniz ortalama bir ton ve kadrajda karşınıza konurdu. Ama yine o süreçte geçen beklemenin küçük güzel heyecanını taşırdınız içinizde. Eğer fotoğraflarınızı tam bir analog makinada çekiyorsanız ve fotoğrafın her anı sizin sorumluluğunuzdaysa işte o zamanı o anı beklemek gerçekten müthiş heyecanlı ve keyifliydi.
Sonra…
Sonrası büyük dijital fırtına. Artık anında çekip gördüğümüz beğenmeyince sildiğimiz, tekrar tekrar çektiğimiz onca görüntü. Hepsinde de aynı döngü; tatminsiz, sürekli tekrar tekrar bastığımız butonlar. En iyisinin de iyisini yakalama arzusu. Sonrasında hatırladığımız anlardan öte görüntünün netliği, güzelliği; iyi mi, değil mi? Olmadı sileriz zaten.
Peki bütün bu tatminsizliğimizin ya da tahammülsüzlüğümüzün nedeni ne olabilirdi? Bekleyerek geçirdiğimiz o kısa vakit bizden ne götürüyordu ya da ne katıyordu bize? Bu kadar mı zordu bir zaman dilimini beklemek? Beklerken hayal etmek; nasıl olacağı üzerine tahminler yürütmek. Neydi bizi bir an önce yeni bir fotoğraf çekmeye ya da yeni bir SMS atmaya iten güç? Yeni sunulan bir cep telefonu veya artık mesaj, Whatsapp, mail vb birçok özelliği barındıran bu komplike aygıtlar; bizdeki bu tatminsizliği ya da tahammülsüzlüğü körüklüyor olabilir miydi?
Çok değil daha doksanların ortalarında buluşmak fikri bir gün önceden ya da günün akşamından planlanırdı. Bu eyleme kalkıştığınızda tek bağlantı noktanız bir saatti artık. Buluşacağınız kişiyle sözleştiğiniz saat sizinle onun aranızdaki tek can simidiydi ve iki tarafta ona tutunmakla yükümlüydü; buluşma anının tam zamanında vuku bulması için. Ve bütün bunlar artık; kimileri için yaşanmamış bir zaman dilimi büyüklerden duyduğu hikâyeler gibi kimileri içinse mutlu ya da buruk bir anı.
Yine bilenler bilir ya da yaşayanlar hatırlar her şehrin, her semtin kendine has buluşma yerleri vardı. Bazen bir kitapçının ya da sinemanın önü; ya da bir pastanenin yıllar yılı değişmeyen salonuydu. Siz beklerken en fazla duvardaki ya da kolunuzdaki saate bakıp tahmin yürütürdünüz her an gerçekleşebilecek o an için. Eğer ilk buluşmanın heyecanıysa yıllar sonra hatırlandığında kalp patırtısının heyecanına diyecek yoktu. Hani olurda gelmezse beklenen; bütün bu zamanda olan biteni akşam ev telefondan öğrenebilirdiniz ki sabrınızın ve iyi niyetinizin ölçüsü burada ortaya çıkardı. – ya bende ektiğini düşünmüştüm – İç geçirmesi eğer karşınızda haklı bir neden varsa içten içe bir mahcubiyete dönüşürdü. Ama o mahcubiyet büyük bir dostluğun ve belki de hiç bitmeyecek, tükenmeyecek bir sevginin başlangıcı olabilirdi.
Peki ya sonra…
Artık dakikasında birbirimize ulaştığımız telefonlar ya da yine saniyesinde giden SMS’ler, sonuna kadar açık Whatsapp’lar… Birbiri ardına gelen sürekli bir öncekinden daha hızlı daha kullanışlı adeta her seferinde yeni bir teknolojik devrimi müjdeleyen akıllı, çok akıllı, ultra zeki aygıtlar. Temelinde daha çok kâr elde etme amacından başka bir şeye dayanmayan kapitalizmin bütün var olma dürtüsünü içinde barındıran, yediden yetmişe herkesi müthiş estetik tasarımlarıyla sarmış, tüketimin bağımlılık yapan keyif verici nimetleri.
Herbert Marcuse’a göre; üretilen kültürel ve sanatsal ürünler kâr amacıyla tasarlanmış ürünlerdi ve bu ürünler tüketici bireye bir yaşam biçimi bir dünya görüşü benimsetip şartlandırmaktaydı ve değişik toplum sınıfları içinde çok sayıda insan tarafından benimsenir duruma geldikleri zaman reklam değerleri bir yaşam biçimi yaratmakta ve böylece artık tek boyutlu düşünce ve davranışlar biçimlenmiş olmaktaydı. Yani insanlar domino taşları gibi birbirinden son derce hızlı bir şekilde etkilenip durmadan tüketmekteydiler. Üstelik insanların bu döngüden kurtulma ihtimali ile balığın yuttuğu zokadan kurtulma ihtimalinden daha azdı; oltayı tutan bu kadar güçlü bir kapital varken.
Manevi hayatımıza dönecek olursak neler götürdü acaba bizden teknolojinin akıl almaz bu nimetleri? Belki biraz özlem, bolca hasret, duymayı özlediğimiz bir ses ya da almayı beklediğimiz o güzel koku; hasretin bin bir türlü, hüzünlü bir o kadar çocuk sesini andıran güzel yanı… Bütün bunlar yitip gitmiş olabilir miydi hayatımızda?
Peki ne olacak şimdi? Ne yani; teknolojiyi elimizin tersiyle itelim mi ya da kullanmayalım mı?
…
“yok düş kuracak vakit bile
her şeyi bir yana bırakıyoruz söylene söylene…”
Edip Cansever / Düş Suda